Sputnik Sevgilim, Çok Yazmak ve Gizlenmiş Gücünüz
Murakami’nin romanlarına başlamadan önce yazmama yardımcı olur diye Koşmasaydım Yazamazdım kitabını okumuştum. Oradan hatırladığım kadarıyla kendisi Japonya’da 30 yaşına kadar jazz bar olarak tanımlanan bir işletme sahibiydi. Zaten onu tam bir caz müzik aşığı olarak tanımlayan çok fazla okur olmuş. Hani bizde bir malı mülkü satıp kafe işletme hayali vardır ya, mümkünse bir sahil kasabasında falan. İşte Murakami bu hayali yaşamış yıllarca ama yazma tutkusuyla bu hayatı tamamen terk etmiş.
Peki kolay mı böyle her şeyi bırakıp yeni bir hayata başlamak? Kesinlikle değil. Bu yüzden benim ilgimi çekmiş ve kitaplarına merak salmıştım. Tıpkı daha önce Panait Istrati de olduğu gibi. Ancak daha ilk okuduğum romanı olan Sahilde Kafka’dan gördüğüm kadarıyla aslında Murakami o hayatı hiç bırakmamış. Zaten hayatta öyle her şeyi arkanda bırakıp gitmek mümkün değildir bana göre. En fazla biraz uzaklaşabilirsiniz. Ancak yaşadıklarınız hep sizinle birlikte gelir peşinizden.
Bunları yazarken aklıma şu geldi: Belki de Murakami yazmaya o yıllarda başladı. O zihninde yazıyordu ama onu gören herkes bar işlettiğini sanıyordu. Nasıl ki elinde bir Murakami kitabı olanı dışarıdan görenler sadece kitap okuyor sanırken o aslında kitapta bahsedilen şarkıları, müzikleri dinliyorsa hayalinde, o misal. Bilmem anlatabildim mi ama bu kitabı ya da Sahilde Kafka’yı okuyanlar beni anlayacaktır diye düşünüyorum.
Yine gereğinden uzun bir giriş oldu, asıl diyeceğim şey aslında yazarın kitaplarında geçen şarkılardan ziyade, diğer kitaplardan bahsettiği bölümleri benim ne kadar çok sevdiğimi fark etmemdi. Üstelik adı geçen kitapların çoğunu hiç okumamış olmama rağmen.
“Yazarlar arasındaki idolü belirli sıklıklarla değişiyordu Sumire’nin ve o dönemdeki idolü de ‘modası geçmiş’ Kerouac’tı. Montun cebinde Kerouac’in Yolda ve Yalnız Gezgin romanlarının vakit buldukça sayfalarını karıştırırdı.”
Sumire kitabımızın baş kahramanı değil ama anlatıcımız olan baş kahramanın âşık olduğu kız. Tabii ki bu aşk tek taraflı ve kendisi de Myu isimli başka bir kadına âşık oluyor. Kitaba adını veren aşk bu, ona sonra gelirim şu an Sumire’nin bahsettiği kitaptan bir alıntım var. Biraz Inception filmi gibi olacak, kitap içinde kitap ama dediğim gibi ben bunu çok seviyorum. Hatta bazı kitaplara başlama amaçlarımdan biri de bu oluyor. Beat kuşağı yazarları hakkında pek bilgi sahibi değilim ama bu kitaptan sonra merak ettim diyebilirim. Belli ki yazarımız seviyor onları ve Sumire’nin en beğendiği bölümün Yalnız Gezgin’den şu satırlar olduğunu söylüyor:
“İnsan yaşamında bir kez olsun vahşi tabiatın içine karışmalı, ne kadar sıkıcı olursa olsun sağlıklı bir tek başınalığı deneyimlemeli. Tamamıyla kendine bel bağlamak zorunda olduğunu keşfedip, sonrasında kendi içindeki gerçeği, içinde gizlenmiş gücü öğrenmeli.”
Sizin içinizde gizlenmiş bir gücünüz var mı? Buna cevap verebilmek için öncesinde bunun üzerine kafa yormak gerekiyor bence ve o bile başlı başına bir mesai gerektirdiği için cevabınız ne olursa olsun sizi kutluyorum. Sessiz kalanlar için de yeni insanlarla tanışmalarını ve yeni ortamlara karışmalarını öneriyorum.
Kitabımız Japonya’dan başlayıp Yunan adalarına kadar uzanıyor. Daha önce yazarın kütüphanelerde ya da otellerde geçen romanlarını okuduğum için merak etmiştim bunu, acaba mekan neresi olacak diye. Anlatılan duygular ve konular çeşitlilik gösterse bile yine dönüp dolaşıp yalnızlık, yolculuk, aşk, tek başına kalmışlık, ölüm, kayıplar ve gizemli olaylar ve tekrar yalnızlık işleniyor. Baksanıza, Sumire’nin en büyük hayali ne?
“Her gün dağın tepesinde durup, bakışlarınla etrafı 360 derece tarayıp, dağlardan kara bir duman çıkıp çıkmadığını kontrol etmek. Bütün gün boyunca yapman gereken tek iş bu. Kalan zamanda istediğin kitabı okuyabilir, romanı yazabilirsin. Gece olunca postu kalın mı kalın bir ayı, kulübenin çevresinde ağır ağır dolaşır. İşte bu tam da benim istediğim yaşam. Bununla kıyasladığımda üniversitede edebiyat-sanat bölümü okumak, bir hıyarın acı ucunu ısırmak gibi bir tat veriyor.”
Kalan zamanda istediğin kitabı okumak, evet çok güzel ama roman yazmak derken ne denmek isteniyor? Aklınız karışmadan ve yeri de gelmişken söyleyeyim. Sumire bir yazar, daha doğrusu yazmaya çalışan eski bir öğrenci. Yazmaya takıntılı da diyebiliriz. Ya da hiç kendimizi zorlamadan anlatıcımız olan K. isimli öğretmenin şu sözlerine göz atabiliriz:
“Aslında durmaksızın yazabiliyordu. Aklındakileri ardı ardına cümlelere dönüştürebiliyordu. Yazamama gibi bir derdi yoktu Sumire’nin. Sorun, tam tersine, çok yazıyor olmasıydı. Elbette aşırı yazınca, gereksiz kısımları kesip atabilirdi, ama bu öyle kolay bir şey değildi; kendi yazdığı cümlelerin bütün için gerekli mi gereksiz mi olduğunu ayırt edemiyordu. Yazdıklarını ertesi gün okuduğunda, kimi zaman hepsi gerekli görünüyordu, kimi zaman tümünü çıkarsa da olurmuş gibi geliyordu. Bazen gözünün önündeki tüm taslağı ümitsizce yırtıp attığı oluyordu. Eğer bu bir kış gecesi ve odasında bir de şömine olsaydı, tam da Puccini’nin La bohème’indeki gibi sıcak bir ortam oluşacaktı ama onun tek göz dairesinde şömine ne arasındı. Bırakın şömineyi, telefon bile yoktu. Doğru düzgün bir ayna bile bulunmuyordu.”
Yazı yazmayı seven herkesin bu satırlarda kendisini görebileceğini düşünüyorum. K. isimli öğretmen nereden çıktı derseniz, baş kahraman, anlatıcı falan deyip duruyorum ya baştan beri, işte o kişi. Artık dayanamadım kitap yanımda olmadığı için aradım internetten adı neydi diye. Hatırlamama sebebim buymuş demek ki, adı kitapta geçmiyormuş ki. Sadece öğretmen olduğunu biliyoruz. Onun şu sözünü not almışım, bütün futbolseverlere okutmak lazım bu cümleleri:
“… videoya kaydettiğim futbol maçını izledim. ‘Ben olsam o pası vermezdim’ diyeceğim tarzda pasları gördükçe başımı sağa sola sallayıp iç çektim. İnsanın, hiç tanımadığı birinin hatasını eleştirmesi çok kolay bir şeydi ve de kendini iyi hissettiriyordu.”
Dışarıdan eleştirmek zaten hep çok kolay olmuştur ama insan bazen en kolay yaptığı şeyi bile yapamaz hale gelebiliyor. Hem de nedensiz yere. Sumire de yaşıyor bunu ve böyle yazmaya devam edemiyor aniden. Hatta öyle bir an geliyor ki artık hiçbir şey yazamaz oluyor. Myu’ya olan karşılıksız aşkının bunda etkisi vardır zannediyoruz biz okurken. Dışarıdan kolayca eleştiriyoruz onu ama o bunun farkında değil:
“‘Yazmak istemiyorum diye bir şey de yok aslında’ dedi Sumire. Biraz düşündü. ‘Yazayım diye düşündüğümde hiçbir şey yazamıyorum sadece. Masanın başına oturduğumda hiçbir şey gelmiyor aklıma, ne bir düşünce, ne bir cümle, ne bir manzara. Hiçbir şey! Çok değil kısa bir süre önce o kadar çok şey yazıyordum ki. Acaba ne oldu da bu hale geldim?’”
Sizi bilmem ama benim çevremde bu kadar kitap okumama kızan, okuyorsun da ne oluyor sanki, diye yüzüme açık açık soran insanlar oluyordu eskiden. Bir de böyle yazdığımı görseler neler söylerler kim bilir? Ben okumayı seviyorum sadece ve kimseye okuyun diye dayatmıyorum. O yüzden bence bir sorun yok bunda. Ve yazarın şu cümlesinin haklılığına da inanıyorum yani her şeyi kitaplardan öğrenmek gibi bir amacım yok:
“Her konuda böyledir; en faydalı bilgi, deneyimleyerek ve bedelini ödeyerek edindiğindir. Kitaplardan edindiklerin değil.”
Çevremden yakınıp iğneyi kendime batırmazsam olmaz şimdi. Benim lisede bir arkadaşım vardı muhabbetini çok sevdiğim. Bütün sınıf çok gülerdik onun şakalarına, esprilerine ama bazen ipin ucu kaçardı tabii. Onun o soğuk esprilerine gülmesine gülerdik ama eleştirirdik de, baydın artık diye. Sonra bölümler seçilince onla sınıflarımız ayrıldı ve ne zaman o şakaların yeri gelse hep aklıma geliyordu, tutamıyordum kendimi ve ben yapıyordum o şakaları. Yani bir baktım ki ben ona dönüşmüşüm. Bunu ilk yıllarımda iş yerinde de çok yaptım, hâlâ yeri geldikçe tutamam kendimi özellikle bir kelime esprisi yakalarsam, yaparım. Sonuç olarak bedelini ödeyerek şunu öğrenmiş oldum: Birini sadece eleştirerek onu değiştiremezsin, aksine sen eleştirdiğin şeye dönüşürsün.
Şimdi Sumire’nin şu tepkisini sanki bana söylüyormuş gibi hissettiğimi söyleyerek paylaşabilirim sanırım:
“Sumire yüzünü buruşturup iç çekti. ‘Saçma esprilerin yakıt olarak kullanıldığı bir araba icat edilirse, sen çok uzaklara gidebilirsin.’”
Öyle bir araba icat edilse hiç düşünmeden alırdım. Çünkü düşünecek olursam almazdım diyerek Sumire’nin neden yazdığını fark ettiği bölüme dikkat çekmek istiyorum. Acaba içimizde de bu nedenle yazanlar var mıdır diye merak ediyorum.
“Birkaç uzun mektubu hesaba katmazsak, sadece kendim için bir şeyler yazmayalı çok zaman oldu, bu yüzden bu yazıyı baştan sona iyi bir şekilde yazabilecek miyim, bu konuda kendime güvenemiyorum. Böyle diyorum ama düşününce ‘kendimi ifade edebilme’ konusunda özgüvenim hiç olmadı ki benim. Ben yalnızca yazmadan duramadığım için yazıyorum. Neden yazmadan duramıyorum acaba? Bunun nedeni belli. Bir şey üzerine düşünmek için önce o şeyi yazmam gerekiyor çünkü.”
Bu arada sıradaki alıntıyı daha önce yapmam gerekiyordu çünkü kitabın adının nereden geldiğiyle ilgiliydi. Ama yazmadan duramadım ben de ve üzerine düşünmekte geç kaldım. Ancak kesinlikle kitapta en sevdiğim bölümlerden biriydi burası, Myu’nun yaptığı naif hata ve ardından yaşananlar:
“İlk karşılaşmamızda Sputnik hakkında konuşmamız hâlâ hatırımda. Beatnik kuşağı yazarlarından söz ederken, ben Beatnik sözcüğünü Sputnik’le karıştırmıştım. Birlikte gülüşmüştük, böylece aramızdaki o ilk karşılaşmanın gerginliği ortadan kalkmıştı. Sen Sputnik denen şeyin Rusçada ne anlama geldiğini biliyor musun peki? İngilizcedeki karşılığı travelling companion imiş. ‘Yol arkadaşı.’ Geçenlerde tesadüfen sözlük karıştırırken öğrendim. Bu garip bir işaret değil mi sence de? Ama neden Ruslar bir yapay uyduya bu adı takmışlar acaba? Tek başına dünyanın çevresini fırıl fırıl dönen, zavallı bir metal kütlesinden başka bir şey olmamasına rağmen.”
Gerginliği ortadan kaldırmak için böyle hatalardan, şakalardan ve esprilerden daha güzel bir şey var mı? İşte ben bu yüzden seviyorum espri yapmayı, gülen, güldüren insanları. Bu arada son zamanlarda en çok güldüğüm şey Gibi’nin Atın Bulunuşu bölümüydü. Yeri gelince yazarım diyordum ama hiçbir kitapta da ilgi kurabileceğim bir şey çıkmamıştı karşıma. Eğer Feyyaz Yiğit’e gülüyorsanız ve henüz seyretmediyseniz film tadındaki o bölümü, ilk fırsatta mutlaka seyredin deyip kitapta bahsi geçen bir film ve onunla ilgili şu çarpıcı cevaba geçiyorum:
“Sam Peckinpah’ın yönettiği Vahşi Belde adlı film gösterime girdiğinde bir kadın gazeteci, basın toplantısında elini kaldırıp bir soru sormuştu, ‘Filminizde neden o kadar çok miktarda kan gösterme gereği duydunuz?’ diye; kadın kızmış gibiydi. Filmde oynayan aktörlerden Ernest Borgnine sıkıntılı bir yüz ifadesiyle yanıtlamıştı: ‘Hanımefendi, birisi vurulunca kanı akar.’ Bu film, Vietnam Savaşı’nın en sıcak zamanında çekilmişti.
Ben bu repliği seviyorum. Muhtemelen gerçekliğe dayandığı için. Anlaşılması güç bir şeyi, anlaşılması güç bir şey olarak kabul etmek. Sonra kan akması. Ateşli silah ve akan kan. Birisi vurulunca kanı akar.”
Daha önce geçiştirmemden anlamış olabilirsiniz, beat kuşağı yazarları hakkında pek bir bilgim yoktu bu yazıya başlarken. Sonradan birkaç yazı okudum kısa kısa. Çok bana hitap etti diyemem ama daha önce de mitolojiye pek ilgi duymadığımdan bahsetmiştim. Gelin görün ki Murakami yazınca insan rahatça okuyabiliyor. Yer yer rahatsız edici öğeler ve abartılı cinsellik olsa bile ve evet, bu kitapta da vardı öyle sayfalar. Ben çok takılmadım ama rahatsız edici bulanlar olabilir. Hatta kitap baştan sona sakıncalı bile olabilir belki. Bilmiyorum. Ama şöyle bir not almışım mesela, bilmediklerimizle ilgili ya da biliyorum dediklerimizle:
“Somut örnek verirsem, etrafımdaki herhangi birini. ‘Aaa, ben bu kişiyi çok iyi biliyorum, onu düşünmeme gerek yok. Tamam’ diye düşünüp rahatlayınca, ben ya da sen çok fena bir aldanışa düşebiliriz. Yeterince bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin arkasında, bir o kadar da bilmediklerimiz gizlidir.
Anlamak dediğimiz, halihazırdaki yanlış anlamalarımızın bütününden başka bir şey değildir.”
Aynı kelimeye atfedilen anlamlar bile insandan insana, kültürden kültüre değişiyor. Onun gözünde canlandırdığıyla senin aklına gelen şeyin, söylediğinin ya da yazdığının hiç alakası bile olmayabiliyor. Zaten ne zaman karşımda “Anlıyorum” diyen birini görsem, ne anlıyorsun acaba, diye düşünüyorum hep.
Kitapta benim en çok sevdiğim şeylerden biri de hikâyelerin anlatılış tarzıydı. Şu ana kadar üç karakterden bahsettik, öğretmenimiz, Simure ve Myu. Hepsinin hikâyesini öyle güzel serpiştirmiş ki yazar, sanki her şeyi zamanı gelince yavaş yavaş öğreniyoruz. Bazen bir anı anlatılırken, bazen bir mektupta ya da bilgisayardaki bir dosyada. Murakami bunu çok iyi yapıyor. Myu da derinliği olan bir insan. Hani bizde bir tabir vardır ya, biz bu saçları değirmende ağartmadık diye, sanki onun için söylenmiş bu söz. Bakın sakin bir ses tonuyla kendisinden nasıl bahsediyor:
“Güçlenmenin kendisi kötü bir şey değil. Elbette değil. Ama bugün düşündüğümde, güçlü biri olmaya kendimi öylesine alıştırmıştım ki zayıf insanları anlamaya çalışmıyordum. Şanslı olmaya fazlasıyla alışmıştım, bazen karşılaştığım talihsiz insanları anlamaya gayret etmiyordum. Sağlıklı olmaya o kadar çok alışmıştım ki, hasta insanların acılarını anlamaya çalışmıyordum. Bir şeyler kötü gidince sıkıntıya düşen, olanlar karşısında aklı başından giden insanları görünce, bu durumun sadece onların yeterince gayret göstermemelerinden kaynaklandığına inanıyordum. Dillerinden yakınma eksik olmayan insanların, temelde tembel olduklarını düşünüyordum.”
Dışarıdan acımasız görünen insanların hikâyelerini öğrendiğiniz zaman çok şaşırdığınız olmuştur. Olmadıysa zamanı gelmemiştir. Onlarla uzun uzun konuşmak gerekir belki de.
“Ancak sonunda, o olay üzerine gün doğana dek konuştuk. ‘Her hikâyenin anlatılacak bir zamanı vardır’ diye açıkladım Myu’ya. ‘Eğer anlatılmazsa insanın yüreği hep o sırrın hapsinde kalır.’”
Peki o sırrın hapsinde kalırsa ne olur? Hani çocuklar böyle ne dersen tatmin olmaz, söylediğin her sözü bir soruya çevirir de sorarlar ya tekrar, işte çocuk gibi olmak gerekir bazen hayatta. Ben bu sorunun cevabını yine kitapta buldum ama o cevap da başka bir soruyla bitiyor:
“Neden insanlar bu denli yalnız olmak zorundalar? Neden bu denli yalnız olunmak zorunda? Bu dünyada bu kadar çok insan yaşarken, her birimiz bir başkasından bir şeyler beklerken, neden bu kadar yalnızız? Ne için? Yoksa gezegenimiz, insanların yalnızlığından beslenerek mi sağlıyor dönüşünü?”
Yazarın bu garip sorularını, hayal gücünü ve romanlarındaki karakterlerin başına gelen gizemli olayları okumayı seviyorum ben. Ama üzerine kafa yormuyorum asla, nasıl oldu bu diye. Bazen bir şeyler anlar gibi oluyorum. Acaba şöyle olabilir mi diye düşüncelere kapılıyorum ama hemen kendimi durduruyorum. Biliyorum ki yazar bunlardan hiç bahsetmeyecek. Sanki hiçbir şey olmamış gibi devam edecek bütün karakterler. Bu Murakami’nin okuduğum üçüncü romanı ve ben artık onun kitaplarını alırken bu ön kabulle başlıyorum okumaya. Bilmiyorum bu belki tavsiye edilmemesi gereken yanlış bir yöntem bile olabilir ama öbür türlü okumaya kalksam K.’nın şu söylediklerine inanabilir ve üzülebilirdim:
“Her insanın, hayatının özel bir zamanında elde etme şansına sahip olduğu birtakım özel şeyler vardır. Bunlar, küçük birer kıvılcım gibidirler. Dikkatli ve şanslı olanlar, bunları özenle korur, büyütür, meşale olarak kullanır. Ancak bir kez kaybedince o kıvılcım bir daha geri gelmez. Benim tek kaybettiğim, Sumire değildi. Onunla birlikte, o değerli kıvılcım da dahil, her şeyi yitirmiştim.”
Biraz düşününce kendimce Sumire’nin kaybolmasını bile anlayabilirdim. Hatta böyle çekip gitmesi üzerine sayfalarca yazabilirdim amakKitabın sonunda gülümsemekten kendimi alıkoyamadım. Hani yitirmiştik en değerli kıvılcımı? Ne oldu birden hiç sorgulamadık bile. Üstelik öğretmen karakterimiz pek sevinmedi sanki. Yani biraz abartacak olursam okuyucuların bile karakterden daha çok sevindiğini düşünüyorum ben kitabın sonunda. Bu garip değil mi?
Her şeyi söyledim kitabın sonunu da söylemeyeyim bari, belki okumadan bu yazıyı okuyanlar olmuştur ama bir konuyu da es geçmeyelim, kitapta bizden de bahsediyor ve bunu hiç hoş bir üslupla yapmıyor yazar. Zaten yolları Yunan adalarına gelince ister istemez acaba Türkiye’den bahsedecek mi diye ayrı bir dikkatle okuyoruz biz Türkler olarak, tüm dünya gibi yazar da bunun farkında olacak ki o çirkin ifadeleri ben söylemiyorum, bir kitapta okudum gibi şeyler diyerek üzerine de hiç almıyor yazdıklarını. Tepki toplamak da istemiyor yani ama Yunanistan’a da yaranmaya çalışıyor bir yandan. Ben hiç sevmedim yazarın bu tutumunu. Gerçi bunun ne gereği vardı şimdi diyebileceğimiz o kadar çok şey yazıyor ki yazar, Sumire diye belki kendisini anlatmış bile olabilir. Neyse takılmayalım bunlara ve kendi rotamıza doğru ilerleyelim yavaştan:
“O zaman anladım; biz harika yol arkadaşlarıydık, ancak, sonunda her birimiz kendi rotasında gidecek yalnız bir metal kütlesinden başka bir şey değildik.”
Ben artık ara vermeyi düşünüyorum Murakami okumaya, merak ettiğim birkaç baba kitap çıktı çünkü karşıma. Onları okumak istiyorum ama hazır hızımı almışken ve imkan bulmuşken İmkansızın Şarkısı, 1Q84 ya da Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu kitaplarından birine başlayabilirim her an. Bu ayı yazma açısından çok verimli geçirdiğimi biliyordum ama şimdi fark ettim, bu 10. yazım olmuş. Hepsi de farklı bir kitap hakkında yazılmış 10 yazı ve ilk defa bir ayda bu kadar yazabildim. 3 günde bir değil de haftada iki yazdım gibi geldi bana ama istesem daha fazla da yazabilirdim yani bu abartmayayım deyip yazmaktan çok okuduğum halim diyebilirim. Bakalım nereye kadar sürecek böyle, ben de merak ediyorum ve aslında kendimi deniyorum bir yandan. Uzun oldu biraz ama umarım okunması zor bir yazı olmamıştır diyerek bitiriyorum.
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
1
Henüz hiç yorum yapılmamış.