Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Sahilde Kafka, Lost, Oedipus ve Tamamlanmamışlıklar

Murakami’nin sadece “Koşmasaydım Yazamazdım” kitabını okumuştum daha önce. Burada üzerine bir şeyler yazabilmek için tekrar okumuş, o kadar beğenmiştim yani o kitabı. Sahilde Kafka’dan bahsetmeye başlamadan önce bir soru sormak istiyorum.

Bir yazarın onlarca kitabı olunca okumaya hangi kitaptan başlayacağınızı nasıl belirliyorsunuz? Benim kendimce bazı taktiklerim var ama bir kitap seri haline gelince mesela orada artık çok geç kalmış gibi hissediyorum. Böyle ertelediğim çok kitap var maalesef. Harry Potter serisi mesela onlardan biri ve o kadar merak etmeme rağmen en azından hiçbir filmini seyretmedim. Umarım onu da okuma fırsatım olur yakın zamanda ama geçen hafta Murakami’ye başlamaya karar verdim sonunda. 

Tek tek kitapları inceleyip, hakkında neler yazılmış bakmayı pek tercih etmiyorum seçim yapmak için. Bir yerde karşıma çıkar ya da birisi önerirse tabii süreç kolaylaşıyor ama normal şartlarda elimde sadece kitapların isimleri oluyor ilk başta. İsimlere bakınca zaten kolayca iki seçeneğe indirmiştim daha önce: 1Q84 ve Sahilde Kafka.

Orwell’in hikayelerini zaten okuyorum bu aralar ve kitabın neredeyse 1.300 sayfa olması beni mecburen Sahilde Kafka’ya yöneltti. Daha önce romanlarını hiç okumadığım için bir yandan da “Ya beğenmezsem?” endişesi vardı.

Sahilde Kafka’ya başladıktan sonra ilk merakım yazarın bu kitabın adını nereye bağlayacağıydı. Bunu açıklayıp açıklamayacağı. Daha ilk sayfalardan konuyu o kadar beğendim ki, bu sorunun hiçbir önemi kalmadı. Yazının devamı spoiler içerir o yüzden şimdiden uyarıyorum.



Küçük yaştan beri evden kaçmayı kafasına koymuş 15 yaşında bir çocuk, yıllarca bu anın hayalini kurmuş, kendisini bunun için yetiştirmiş ve tabii ki okumayı çok seviyor. Elbette Kafka’yı da seviyor ve kendisi için seçtiği isim bu yüzden Kafka oluyor, Kafka Tamura. Bu isim karşılaştığı kütüphane çalışanı Oşima’nın ilgisini çekiyor, aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

“Yine de, adım bu.”
“Elbette, sen de Franz Kafka’nın eserlerinden bazılarını, okumuşsundur.”
Başımı sallayarak onayladım. “Şato, Dava, Dönüşüm ve bir de şu garip cezalandırma makinesinin olduğu kitabı.” “Ceza Sömürgesi” dedi Oşima. 
“Ben de severim. Dünyada birçok yazar var ama Kafka’dan başkası öyle bir öykü yazamaz.” “Ben de öyküleri içinde en çok onu severim.” “Gerçekten mi?” Başımı salladım. “Neden peki?” Biraz düşündüm. Düşünmem zaman aldı. “Kafka bizim içinde bulunduğumuz durumu anlatmak yerine, o karmaşık makineyi saf haliyle anlatmaya çalışıyor. Yani…” biraz daha düşündüm. “Yani böylelikle, bizim içinde bulunduğumuz durumu herkesten daha berrak bir şekilde anlatabiliyor. Durumu anlatmaktansa mekanizmanın ayrıntılarına girerek.” “Vay be!” dedi Oşima tek elini omzuma koyarak. Bu hareketindeki doğal içtenliği rahatça hissedebiliyordum. “Hmm. Herhalde Franz Kafka da senin düşüncelerine katılırdı.”

Franz Kafka bu düşüncelere katılır mıydı bilmiyorum ama Ceza Sömürgesi gerçekten çok acayip bir kitaptı. Benim için de diğer kitaplarından daha etkileyiciydi. Belki de o yüzden bu satırları okuyunca ben de tıpkı Oşima gibi hissettim. Sonra Murakami’nin yazma serüvenine başlangıcını hatırladım. Her şeyden önce bu kitapta çok fazla okunası diyalog olduğu belliydi.

Benim bu sevdiğim bölümlerden sonra tam macera başlayacak diye düşünürken konudan tamamen alakasız bambaşka bir bölümün başlaması da ayrı bir tat katıyor kitaba. Sanki iki farklı kitap okuyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz önce ama çok iyi biliyorsunuz ki bu iki hikaye bir yerde birleşecek. Dizilerde de sıkça kullanılan bu yöntem sayesinde sürekli okuru da aktif tutuyor yazar. İster istemez okurken aktif bir şekilde düşünüyorsunuz. Ve bir yerden sonra ilk başlarda pek anlamadığınız, alternatif olarak gördüğünüz hikaye ana hikayeden daha ilginç bir hale geliyor.

Başlangıcıyla beni bu kadar etkileyen bu kitapta birçok yazarın ve kitabın adı geçeceği zaten aşikardı. Bu kadar beğenmemim nedenlerinden biri de buydu zaten ama hiç ummadığım kadar şarkının ve klasik müzik eserinin de bahsi geçiyor kitapta. Hatta bazıları tasvir ediliyor. İlginç kapak tasarımıyla İmkansızın Şarkısı kitabını hatırladım onları okurken. Murakami’nin kesinlikle kendine has bir müzik kültürü olduğunu anlıyorsunuz. Ben mesela şu satırları okuduktan sonra dayanamayıp Franz Schubert’in D Majör Sonatı’nı açıp dinlemiştim:

“Bir tür tamamlanmamışlık barındıran eserler, o tamamlanmamışlıklarından ötürü güçlü bir cazibe yaratırlar. En azından, belli türde insanlar üzerinde.”

O zaman anlamamıştım ama şimdi kitabı bitirdikten sonra anlıyorum ki yazar burada büyük bir ipucu vermiş aslında. Yoksa bu kadar güzel başlayan bir kitabın böyle bitmesi, kitap boyunca merak ettiğimiz gizemli olayların nedenine hiç değinilmemesi ve olayların çok basit bir şekilde birbirine bağlanması ya da bilinçli olarak bağlanmaması belki böyle açıklanabilir. Maalesef benim üzerimdeki etkisi ise en fazla Lost dizisinin son sezonu kadar oldu diyebilirim. Diziyi sevenler zaten ne demek istediğimi anlamıştır. Gerçi Lost’un son sezonunu çok beğenen birisiyle de karşılaşmıştım ben. Israrla beğenmeyenlerin anlamadığını savunuyordu. Belki de haklıdır bilmiyorum. Bakın Oşima’mız yine güzel bir tespitte bulunuyor:

“‘İnsan kendini bir şeylerle özdeşleştirerek yaşar’ dedi Oşima. ‘Böyle yapmak zorundadır zaten. Sen bile, farkında olmadan öyle yapıyorsundur. Goethe’nin dediği gibi, dünyadaki her şey metaforlardan ibarettir.’”

Kitabın bitmesiyle yaşadığımız hayal kırıklığı biraz da Oşima’dan ayrıldığımız için olabilir. Ayrılmak derken, artık onunla konuşamayacak olmaktan bahsediyorum. Daha doğrusu onun kuracağı yeni cümleleri okuyamamaktan. Sizi bilmiyorum ama ben şuna benzer cümleleri günlük hayatta duyamıyorum:

“İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla âşık olur. O yüzden de, âşık olduğu insanı düşünürken, kişisine göre değişmekle birlikte, az ya da çok hüzünlenir. Çok eski bir zamanda kaybettiği, özlemle andığı, uzaklarda kalan bir odaya adımını atmış gibi hislere kapılır. Bu hissi ilk keşfeden sen değilsin. O yüzden telif hakkı için başvuru yapmaya da kalkma.”

Hangi hissi ilk keşfeden biziz ki? Ama ne yaşasak sadece bizim başımıza gelmiş gibi hissediyoruz. Şimdi bakıyorum da notlarıma, Oşima’dan iki alıntım daha var. Bir dizi vardı bizde, devamını çekmişlerdi de insanlar acımasızca ismi yüzünden dalga geçiyordu. Seyretmediğim için onun hakkında bir fikrim yok ama bu kitabın da devamı yazılsa Oşima’nın Yolu diye, bence o da çok okunanlar arasına rahatlıkla girer.

“Sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şey.”

Bu tespiti yapan ise yaşayarak öğrenmeye çalışan, çok gezen ve çok okuyan kahramanımız Kafka Tamura. 15 yaşında evden kaçtığınızı, gününüzün büyük çoğunluğunu kütüphanede ve spor salonunda geçirdiğinizi düşünün. Üzerinizde aylarca yetecek kadar paranız da var ama onu da yanınızdan ayırmamaya gayret ettiğiniz bir sırt çantasında taşıyorsunuz. Hayatta benim diyebileceğiniz her şey o çantanın içinde. Siz olsanız o çantaya neler koyardınız ve o çanta sizin için ne ifade ederdi? Bu bir esaret midir yoksa özgürlük mü?

“O sırt çantası, senin için özgürlük sembolü herhalde” dedi Oşima.
“Belki de” dedim.
“Özgürlük sembolü olabilecek bir şeye sahip olmak, özgürlüğün kendisine sahip olmaktan daha önemli olabilir.”
“Bazen” dedim.
“Haklısın, bazen” dedi. “Eğer dünyanın bir yerlerinde ‘Kısa Cevap Yarışması’ yapsalar, sen kesinlikle rakip tanımazdın.”
“Belki de” dedim.
“Belki de” dedi Oşima yüzünü buruşturarak. “Bak, Kafka Tamura, belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü arzulamıyordur. Arzuladıklarını sanıyorlar sadece. Her şey bir ütopya. Eğer ellerine özgürlük gerçekten geçecek olsa, çoğu insan ne yapacağını şaşırır. Bunu aklında tut. İnsanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar.”

Bu diyalogları beğenmeyenler olabilir aranızda. Bu kitapta başka karakter yok mu diye soracak olanlar da olacaktır. Olmaz olur mu? Hikayemize eşlik eden alternatif hikayenin ana karakteri var, Nakata Amca. Sözlerine hep “Bendeniz Nakata” diye başlayan, çocukken yaşadığı gizemli bir olaydan sonra bütün bildiklerini unutup, kedilerle konuşabildiğini fark eden, hayatını devletten aldığı yardımla sürdürmeye çalışan garip bir adam Nakata. Bütün bildiklerini unutan derken mübalağa yapmıyorum, okuma yazmayı bile unutuyor. Yani bir anlamda Kafka Tamura’nın tam tersi ve o da hikaye ilerlerken kendi Oşima’sıyla karşılaşıyor: Hoşino

Onun öyle süslü cümleleri yok, tamamen düz bir insan ama aynı zamanda tam bir görev adamı. Şimdi bakınca o da Oşima’nın antitezi gibi diyebiliriz. Bütün bu karakterler aslında çok güzel işlenmiş kitapta. Hepsinin ayrı bir derinliği var. Birçok insanın da favori karakteri Nakata’ymış bu arada. Buna şaşırmadım ama onun o uzun uykuları, o uykularda yaşadıklarına hiç değinilmemesi ve aceleye getirilmiş gibi gelen sonu beni ondan uzaklaştırmıştı.

Unutmadan benim mitolojiye pek ilgimin olmadığını belirtmem gerekiyor artık yavaş yavaş. Ona rağmen bu kitabı bitirebilmem bir başarı sayılabilir aslında. Tabii ki benim değil kitabın başarısı. Yani ben kalkıp Oedipus kompleksi ile ilgili bir kitap okumam normalde. Okurken de rahatsız olurum. Franz Kafka’nın bir sözü var kitapta geçmiyor ama tam yeri geldi bence ve Murakami kesinlikle ondan etkilenmiştir diye düşünüyorum:

“İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız, okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar.”

Mitolojiden zaten anlamıyorum, anlamayı geçtim sevmiyorum. Kitapta adı geçen şarkılar ve müzik kültürüyle hiç alakam yok. Bahsedilen kitapların bazılarını bilsem bile çoğu Japon Edebiyatına ait olan o kitaplar hakkında hiçbir fikrim yok. Kitapta yaşanan fantastik olayların herhangi bir neden sonuç ilişkisine bağlanmaması hoşuma gitmiyor ve Şahane Hatalar kitabındaki gibi cinsellik içeren bölümler bırakın çocukları, benim için bile rahatsız edici düzeyde. Bu kadar güzel başlayan bir kitap nasıl böyle ilerledi, neden böyle bitti hiç bilmiyorum ve saydığım bu nedenlerden ötürü muhtemelen ben anlayamadım kitabı. Yine de kitabın başındaki o dünyayı, o kütüphaneyi sevdim. Kitabın sonuna kadar da o kütüphaneye gitmek istedim diyebilirim. Yazar da bunu öngörmüş olacak ki Oşima’yı konuşturarak şunları diyordu bizlere:

“Biz, hepimiz, sürekli değerli bir şeylerimizi kaybediyoruz. Önemli fırsatları, olasılıkları, bir daha yerini asla dolduramayacağımız duyguları. Hayatta olmanın bir anlamı da bu işte. Fakat kafamızın içinde, ben kafamızın içinde olduğunu sanıyorum, öyle şeyleri bellek haline getirebilmemiz için küçük bir oda var. Herhalde, kütüphanenin depo kısmı gibi. Dahası, bizler kendi yüreğimizin ne durumda olduğunu doğru şekilde takip edebilmek için, sürekli arama kartları yapmak zorundayız. O odayı temizlememiz, havalandırmamız, çiçeklerine su vermemiz de gerekiyor. Başka bir deyişle, sen sonsuza kadar kendi kütüphanende yaşayacaksın.”

Hepimiz kendi kütüphanelerimizde yaşıyoruz belki de. Bu bana çok güzel bir bakış açısı gibi geldi. Kitabın adının nereden geldiğini öğrenir gibi olduğumuzda kütüphane müdürü Saeki Hanım’la da tanışıyoruz. Ama sadece tanışıyoruz ve dediğim gibi Sahilde Kafka’yı da öğrenir gibi oluyoruz sadece. Bir şiir mi, bir şarkı mı, bir resim mi, Karga adlı bir delikanlı mı, Kafka Tamura’nın ta kendisi mi ya da Saeki’nin 20 yaşında kaybettiği sevgilisi mi? Yoksa bunların hepsi aynı şey mi? Hepsi bir hayal mi yoksa yaşanmış bir an mı? Ya da birden fazla kişinin anılarının iç içe geçmesi mi? Bilmiyoruz ama anıların ne anlama gelebileceğini Saeki şu güzel sözlerle açıklıyor:

“Anılar, insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir. Fakat aynı zamanda insanın içini lime lime de edebilirler.”

Siz karga adlı delikanlı nereden çıktı diye sormadan, kitabın orijinal adının Umibe No Kafuka olduğunu ve Japoncada Ka mümkün ya da iyi anlamına gelirken Fuka’nın tam tersi bir anlam içerdiğini belirtmek istiyorum. Kafka da Çek dilinde Karga demekmiş ve Kafka Tamura zaman zaman ortaya çıkan Karga adlı delikanlıyla konuşuyor. 

Karga adlı delikanlıyla konuşuyor ama bu bir diyalogdan ziyade monolog. Çünkü kendi kendine konuştuğu aşikar. Onu anlıyoruz en azından. Kitapta emin olduğumuz nadir şeylerden biri olabilir bu.

Nasıl? Bir şeyleri anlamaya başladınız mı yoksa kafanız daha çok mu karıştı? Anlatımı birebir bu şekilde yapmış yazar. Paragraf bitmeden önce yeni bir cümleye giriyor ama sonra italik harflerle yeni bir paragrafa başlıyor ve aynı cümleye yeniden başlayıp devamında adeta Oşima’ya dönüşüyor ve uzun uzun konuşuyor bizle yazar, daha doğrusu Karga ya da Kafka. 

Kitabımızın naif kahramanı Nakata’nın kedilerle konuşabildiğinden bahsetmiştim ya hani, sonra bu yeteneğini kaybediyor maalesef. Tabii ki nedenini bilmiyoruz. Ama sonlara doğru mesela bu sefer Hoşino’nun bu yeteneği kazandığını görüyoruz ama bunun da nedeni, nasılı hiç belli değil. Değinilmiyor bile kitapta. 

Kitap boyunca ne zaman görsek dolma kalemiyle bir şeyler yazan Saeki Hanım, kitabın sonuna kadar umutlandırıyor bizi. Belki o yazmıştır bize ışık tutacak birkaç bilgi kırıntısı diyoruz ama maalesef Nakata Amcamız onun bütün yazdıklarını yakıyor. Şimdi hatırladım da bütün o saflığına ve samimiyetine rağmen ben en çok bu yüzden kızmıştım Nakata’ya. Tamam, anlıyorum Kafka da yazıldıklarının yakılmasını istemişti. Ama bütün yazdıkları yakılsaydı biz belki de Kafka’dan bihaber olmayacak mıydık? Saeki’nin yazdığı en azından birkaç sayfayı biz de okuyabilsek, bütün cevapsız kalan soruları kabullenebilirdim ama o da olmadı maalesef.

Oşima’nın kardeşi Sada var bir de ve bence hiç önemli bir rolü yoktu kitapta. Kitabın sonuna kadar ortaya çıkmıyor zaten. Ormandaki o hayallerimizdeki evin asıl sahibi kendisi. Benim anlayamadığım bir bölümü daha paylaşmak istiyorum bitirmeden. Sada şu sözleriyle biraz kendini tanıtıyor önce:

“Hemen yakınımda deniz, dağ ve orman olmayınca rahatsız olurum. İnsan dediğin, elbette bir ölçüde doğduğu yerin bir ürünü oluyor. Düşünce tarzı, duyguları, yaşama şekli, sanırım coğrafi şekillerle, iklimle, rüzgârın yönüyle bağlantılı oluyor.”

Bu sözlere şaşırmıyoruz sonuçta Sada, Oşima’nın ağabeyi. Ama Kafka’nın ormanda karşısına çıkan esrarengiz iki askeri Sada’nın da görmüş olması, bence kitaptaki o gizemi de yerle bir ediyor. Durduk yerde konuyu kendi açan Sada, sonra daha büyük bir gizem yaratmak istercesine konuyu kapatmaya çalışıyor. Bunu okurken Lost’un finalindeki Jack’in babası geldi gözümün önüne ve durduk yere sinirim bozuldu. Başka bir kitapta olsa hiç üzerinde durmazdım bunun ama bu kadar güzel başlayan bir kitap, içinde Oşima gibi, Nakata gibi karakterin olduğu bir kitap çok daha güzel şeyler hayal ettirmişti okurken. Haliyle sonu da hayal kırıklığı oldu. Yoksa 1Q84'e başlayacaktım bu hafta ama şimdi yazarın diğer kitaplarını okumak istiyorum. Yani belki de ilk defa bir kitabı böyle eleştirir gibi oldum ama bütün tamamlanmamışlıklarına rağmen kitaptaki o büyülü dünyaya giriş çok güzeldi. Bitirmeden bir şey denemek istiyorum:

Bendeniz Mücahit pek akıllı değilimdir, bu kitaptaki birçok şeyi anlamadım ve makarna en sevdiğim yemektir. Bugün iş yerinde makarna verdiler yemekte ama üzerinde güzel bir sos olmayınca zor yedim. Öğrenci evi makarnası gibi olunca en sevdiğim yemeği bile zor bitiriyorum. Bitirmekle alakalı bir sorunum hep olmuştur zaten. Sonunu getirmekte zorlanırım. Bendeniz Mücahit bu yazıyı Nakata’dan bir alıntı olmadan bitirmek istemedim ve en çok paylaşılan alıntılardan biri olarak şu cümleleri gördüm. Nakata’nın kütüphaneye geldiğinde okuma yazma bilmese bile girebileceğini öğrenince yaşadığı sevinci, o kitapları görünce yaşadığı boşluk hissini çok iyi hatırlıyorum. 

“Bendeniz Nakata, tek sorunum akılsızlığım değil. Bendeniz Nakata bomboşum. Bunu yeni anladım. Ben içinde tek bir kitap bile olmayan kütüphane gibiyim.”

Murakami okurlarının bütün acımasız eleştirilerine açığım. Kitap hakkında açıklayıcı yorumları olanlar varsa da okumaktan memnuniyet duyarım. 



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

2

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli