Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Az Şekerli, Yazma Serüveni ve Bir İnsan Niçin Aranır?

Geçen ay iki haftalığına bir kursa katılmıştım. Hakkında yazıp yazmamak konusunda kararsızdım, bunun yerine bir kısa hikaye yazmak istiyordum. Ancak bu sefer de hiç kurstan, hocamızdan ve tanıştığım arkadaşlardan konuşma fırsatım olmadı. Her hafta okuduğum bir kitapla ilgili yazdığım bu yazılarda, neredeyse kitap hariç her şeyden bahsettiğim için yeri gelmiştir diye düşünüyorum.

Zaman benim için fazla göreceli bir kavram. Daha doğrusu zaman algım biraz zayıf. Yıllar yıllar önce derim mesela sık sık. Küçükken derim, çocukken derim ama tam olarak üzerinden kaç yıl geçmiş pek hatırlayamam. Üzerine biraz düşünmem gerekir. Bu kursun mülakatında da konusu geçmişti, 2–3 yıl önce falandı galiba, dediğim yazarlık atölyesi kursu biteli 5 sene olmuş. 

Bunu fark edince burada hikaye yazma motivasyonlarımdan birini hatırladım. O kursta yazdıklarımızın bulunduğu küçük bir defterim vardı, onu karıştırırken gördüm o yazımı. 5 sene içerisinde yazmayla ilgili somut bir hedef belirlememiz gerekiyordu ve ben aklımdaki o kısa hikayeyi 5 yıl içinde kaleme alacağımı yazmıştım. Zaten tüm ayrıntıları aklımdaydı hikayenin. Sadece yazması kalmıştı ve koskoca 5 senede rahatlıkla yazarım herhalde diye düşünerek yazmıştım öyle. Bunu hatırlayınca yazının tarihine bakmış ve 5 senenin dolmasına birkaç ay kaldığını fark edince dehşete düşmüştüm.

Zaman ne kadar çabuk geçmişti böyle? Ve ben o hikayenin tek bir kelimesini bile yazmamıştım. Neden korkuyordum? Yazmak için ayıracak hiç vaktim yok muydu gerçekten? Kimi kandırıyordum? Üstelik o günlerde bütün dünya bir virüs karşısında aciz kalmış, kabuğuna çekilmişti. Herkes hayatını, yaptıklarını ve yapmak istediklerini sorguluyordu. Yazmak istiyordum ve yazmak beni mutlu ediyordu. Peki nasıl oluyordu da o kadar yıl tek bir kelime bile yazmamıştım? 

İlk derste hocamız Sait Faik’in Battaniye hikayesinden bahsetmişti. Bu kitaptaki en güzel hikayelerden biri de o zaten ve bakın yazar ne diyor:

“‘Bir insan niçin aranır?’ diye düşündüm. Bir insan niçin aranır? Bir insan ötekini neden arar? Bir okulda öğretmen olsam, bu konuyu ve­rirdim öğrencilere. Öylesine sebepler bulunur ki. Kendiminkine en uygununu buldum. Buldum ama, üzerinde durmadım.”

Hocamız üzerinde durmuştu anlaşılan ve gelecek hafta bu konuyla ilgili bir yazı yazmamızı istemişti. Tür için bir sınırlama yoktu, yazmamız yeterliydi. Normal bir insan böyle bir konuyla karşılaşınca deneme türünde bir yazı yazar ama ben kendimi kısa hikâye türünde denemek istiyordum ve konum hazırdı. İnsan Neyi Arar? diye sorarak başladım. Aslında ilk başta Arama, Kurtarma gibi bir başlık vardı aklımda ama son anda değiştirdim. Kendimce ufak bir Tolstoy dokunuşu yaptım ve yayınladığım 16. hikayemi yazmış oldum.

İlk ders sınıf kalabalıktı ve hocamız herkesin rahatça okuyabilmesi ve üzerine konuşabilmemiz için en fazla 1–2 sayfalık bir yazı olmasını istemişti. Şart koşmamıştı ama daha iyi olur gibisinden konuşmuştu. Tabii ben 3 gün boyunca bu konuyu düşünüp 4. gün burada yazmaya başlayınca baktım işin içinden çıkamıyorum, hocaya da bir sorayım dedim; bir önceki hikayem olan Açgözlü Sincaplar’ı paylaşıp, buna kısa hikâye denilebilir mi diye. 

Tabii ki burada hocamızın cevabını paylaşmayacağım. Ama ilk defa bu kadar detaylı bir cevap almıştım. Tekrar tekrar okudum yazdıklarını ve iki gün boyunca o tavsiyeleri dikkate alarak yazmaya devam ettim hikayeyi. Sonradan fark ettim, burada yazarken kaç sayfa tutacağını bilemiyorsunuz hiç. Baktım ki neredeyse 10 sayfa olmuş, bu hayatta okunmaz deyip başladım silmeye. Gereksiz gördüğüm bütün ayrıntıları, isimleri, olayları, diyalogları…

Yazma işinin en zor kısmı benim için hâlâ neleri çıkartacağına, nereleri sileceğine karar vermek. Bir de kendinizce bir tarzınız oluyor, prensipleriniz, yazmak ya da yazmamak istediğiniz şeyler. Bakın mesela Sait Faik bu kitaptaki Bir Aşk Hikâyesi’nde bunu nasıl ifade ediyor:

“İnsan hikaye yazarken ‘öldü ’de diyebilir. Ama ben diyemem. Sevmem insan öldürmeyi…”

Bu kitapta yazarın o kadar çok hikâyesi var ki içlerinde mutlaka size dokunan, sizi anlatan cümleler vardır. Benim için İlk Okuyucu Mektubu o hikayelerden biri oldu diyebilirim. O kadar güzel ifade etmiş ki yazar, yazmaya yeni başlayanlar bu hisleri çok iyi bilir:

İlk defa bir okuyucu mektubu alan yazıcının hali, ilk defa içki içenin sarhoşluğuna pek benzer. İnsan bir garip oluyor, gönlü bulanıyor, başı dönüveriyor. Her taze heyecan, zevkine doğru dürüst varılamayan bir güzellik taşır. Sonradan gelir şarabın hümarı. O zaman da alkole alışılmış demektir. Artık bir huzursuzluğu gidermek için içilir. Her gün mektup alan yazıcılar bir nevi alkolik olmuşlardır. Onlar bu tadı tadamazlar. Ben ilk okuyucu mektubu ile sarhoş olduğum için şimdilik ne âlâ! İnşallah ne fazla mektup alır da kanıksarım, ne de hiç almaz, o zevki bir daha tatmaktan geri kalırım.

Ben de yazılarımı yayınlamadan önce yorumlara tek tek bakamam zannediyordum. Yani o kadar çok yazan, eleştiren olur ki yetişemem diye. Her gün onlarca mesaj almak istemem ben yazılarımdan dolayı. Çünkü bir yerden sonra okumamaya başlarım. Bu yüzden arada benim için önemli ve yol gösterici olanları kaçırabilirim. Mektup pek kalmadı belki ama çağımızdaki bu takipçiler, beğeniler de aynı şekilde bir yerden sonra insanı sarhoş edebilir. Her şeyi tadında bırakmak gerek.

Ben de biraz bu düşünceyle 5 sayfaya kadar kısalttım hikayemi ve ilk defa içerisinde bir olay örgüsü olan, daha doğrusu olağanüstü bir olay olan bir kısa hikaye yazmayı başardım sanırım. İkinci hafta sınıf ilk haftaki gibi kalabalık değildi ve yazısını okumak istemeyenler de vardı. Dolayısıyla 5 sayfalık yazımı okumak zaman açısından bir problem olmadı.

Bu arada yazının sonuna kadar beni tanıyanlar haricinde kimsenin bilmediği bir özelliğim var benim. Bunu hayatta da böyle saklamaya çalışırım hep. Siz benim ne kadar heyecanlı bir insan olduğumu bilmiyorsunuz. Ben öyle topluluk karşısında rahat rahat konuşabilen insanlardan değilim. Hem de hiç. Daha önce sadece bir kere gördüğüm ve istisnasız herkesin çok okuyan kişiler olduğu belli olan bir sınıfın içindeydim. 

İçlerinde dakikalar içinde yeni bir şiir yazabilen, youtube’da şarkıları bulunan, kelimelerle dans eder gibi bir ahenkle yazan, yazdıklarıyla sizi bir ülkeden alıp başka bir ülkeye götüren, birçok konuda ne kadar donanımlı olduğu her kelimesinden belli olan öğrenciler vardı. Hocamızdan zaten hiç bahsetmiyorum bile. Ve ben o sınıfta elimdeki 5 sayfayı okudum, bitirdim ve herkesin tek tek eleştirilerini dinledim, sorularını yanıtladım. Bu eskiden olsa asla yapamayacağım bir şeydi. 

Sonra onların yazdıklarını dinledim. Hepsinden çok şey öğrendim. Üstelik öncesinde bu kitabı okumamıştım. Daha önce okumadıysanız düşüncelerinizin etkilenmemesi için hikayeyi okumadan yazın, demişti hocamız. Bu yüzden bu yazı böyle gecikti ama geç de olsa yazabildim. Bu platformda da çok güzel kısa hikayeler yazan yazarlar var bunu çok iyi biliyorum. Henüz yazmaya cesaret edemeyenler olduğunu da tahmin ediyorum. Belki bu yazı ya da bu kitap onlara vesile olur. 



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

2

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli