Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

İnsan Neyi Arar?

Yıllar sonra ilk defa her şey çok güzel gidiyordu. Hayatımı düzene sokmuştum. En azından ben öyle sanıyordum. Doğru insanı sonunda bulmuştum ve düğün hazırlıklarına başlamıştık. Ama bir şeyler eksikti sanki.

Nikah için tarihi yeni belirlemiştik ve ben belediyeye başvurmuş, onlardan gelecek mesajı bekliyordum ama onun yerine hiç ummadığım bir mesaj geldi telefonuma. Bulunduğum ilçede arama-kurtarma ekipleri oluşturuluyordu ve gönüllüler aranıyordu. Başvuru için son tarihin nikah için kararlaştırdığımız günle aynı olması garip bir tesadüf olmuştu. 99 depremini hatırladım ve ürperdim. Aslında benim gibi bir insanın bugüne kadar çoktan böyle bir organizasyona katılması gerekirdi. Yalnız şu an bunun için hiç uygun bir zaman değildi. 

Bütün o hazırlıklar sonunda bitmiş, nikah günü gelip çatmıştı. Pandemi yüzünden zaten sadece aile arasında sade bir nikah planlamıştık. Aile arasında derken, onun ailesi ve ben. Ve tabii askerlik arkadaşım, aynı zaman da akıl hocam olarak gördüğüm Ali, nikah şahidim olarak yanımdaydı. Beni yalnız bırakmamıştı. 

O büyük gün geldi ve zaman yine durmaya karar verdi. Ne kadar sürdüğünü çok iyi hatırlıyorum çünkü gözüm saatime takılmıştı. Tam 15 saniye boyunca büyük bir sessizlik olmuştu. Çıt çıkmıyordu. Nikah memuru soruyu tekrarladı. Bu sırada evet denmesi gerekmiyor muydu? Ben ne olduğunu anlayamamış, deprem mi oluyor yoksa diye tavana bakmıştım. Avizeler sabitti ama masa titriyordu. Yüzümü ona çevirdim. Gelinliğin içinde ayağa kalkmak için uğraşırken neredeyse düşeceğini fark ettim ve onu tutmaya çalıştım. Ama o ağlayarak “Hayır” der gibi bir şey mırıldandı ve koşarak çıktı salondan. Bütün bu olanlar anlam veremedim. Öylece kalakaldım…

Bir insan, başka bir insanı neden arar? Bu arayış ne zaman sona erer? Kafam bu sorularla meşgulken gözlerim acıyordu. Uykusuzluktan mı yoksa ağlamaktan mı kaynaklanıyordu bilmiyorum. Toplanma alanı olarak işaretlenmiş küçük bir parkta, sahipsiz bir bankta oturmuş, yerde diğerlerinden ayrı bir yönde tek başına ilerleyen minik bir karıncayı seyrederken buldum kendimi. Hiçbir şeyin bir değeri ve önemi yoktu. Biliyordum, bu da geçecekti. Neler geçmemişti ki? Ama yine de canım yanıyordu işte. Önceden de terk edildiğim olmuştu. Ama bu terk edilmekten başka bir şeydi!

Her şeyin ilki daha bir zor oluyordu. Bunu biliyordum, öğrenmiştim. Ama ilk defa yalnız kalmıyordum ki. Sadece, artık beni kimse üzemez sanıyordum. Bir insanın yaşayabileceği en büyük korkuyu zaten yaşamamış mıydım? 45 saniye içinde her şeyimi kaybetmiştim. Bana saatler gibi gelen o depremin, sadece 45 saniye sürdüğünü sonradan gazetelerde okumuş ve okuduğuma inanamamıştım. Hâlâ inanamıyorum. Bana göre seyrettiğim bütün korku filmlerinden daha uzun sürmüştü. Ve çok daha korkunçtu. Bu 15 saniye ise neredeyse onunla yarışırdı. Sadece kimse ölmemişti. Tek fark buydu.

Sonra depremi düşündüm yine. Ben neden ölmemiştim ki o gece? Ne vardı yaşayacak? Ne kalmıştı? Ama enkaz altındayken bunu bilmiyordum. Birileri beni bulsun, kurtarsın istiyordum. O çocuk aklımla bir ara kimsenin beni aramadığını bile düşünmüştüm. 38 saat sonra ilk defa bir ses duymuş ve yanıt vermeye çalışmıştım. Tek amacım rahat bir nefes almak, ışığı yeniden görebilmekti. Annemi, babamı, yeni doğan kardeşimi bir daha asla göremeyeceğimden bihaberdim. Daha bir gece önce beraber oturup televizyon seyretmiyor muyduk? Sonra ben erkenden yatmıştım. Neden birkaç saat daha oturmamıştım sanki? Neden yatmadan önce son bir kez sarılmamıştım onlara? Öpmemiştim. Koklamamıştım kardeşimi uzun uzun. 

17 Ağustos 1999'da saat üçü iki geçe hayatımın en uzun 45 saniyesini yaşamış, kıyamet kopuyor sanmış ve karanlığa gömülmüştüm. O günden beri karanlıkta yatamıyorum. Yürürken yer ayağımın altından kayıp gidecek diye tedirgin oluyorum. Bodrum katlara inmekten korkuyorum. Ne zaman en ufak bir deprem olsa, benim için o sarsılma hissi günlerce sürüyor. Hemen kafamı yukarıya kaldırıyorum. Acaba sallanıyor muyuz diye lambalara bakıyorum. Beni görenler eskiden korkuyordu ama artık onlar da alıştı, garipsemiyorlar. İnsan her şeye alışıyor işte…

Ama alışma süreci çok zor. Bazen zaman o kadar göreceli ki. Lastik gibi uzuyor, balon gibi şişiyor, şişiyor ve her an patlayacakmış gibi tedirgin ediyor sizi. Ama siz beklerken asla patlamıyor. Ne zaman patlarsa da muhakkak korkuyor, irkiliyorsunuz. Uzayıp giden o zamanın içinde bir şekilde kendime bir yer açacaktım. Yaşamak böyle bir şey olsa gerekti. Önce kaybedeceksin sonra arayacaksın. Kaybetmeden bilmeyeceksin nelere sahip olduğunu, ararken de bazen böyle buldum zannedeceksin ama tek bulduğun koca bir hiç olacak.

Gerçekten nasıl bu kadar aldanmıştım? Nasıl olmuştu da hiçbir şeyden şüphelenmemiştim? Doğru kişiyi buldum sanmış, mutlu olmuştum. Ama artık bu kadarı yeter diye düşündüm. Benim de bir canım vardı sonuçta. Artık kırık da olsa, bir kalbim vardı atmaya devam eden. Onu korumalıydım. Ali göründü karşıdan, elinde nereden bulduğu belli olmayan iki çayla gelmişti. O da buradaydı demek. Sahi buraya nasıl gelmiştim ben? Bütün bu düşüncelerim onun sözlerinin beynimde yankılanması mıydı? Ali gözlerini kaçırmaya çalışıyordu ama göz göze geldiğimizde şefkatle bakıyordu, diğer herkes gibi acıyarak değil. 

Yeni bir hayata adım atacaktım tekrar. Bunu daha önce başarmıştım, yine yapabilirdim. O an bir ürperti hissettim. Bir rüzgâr esti, tüylerim diken diken oldu ve istemsizce kafamı gökyüzüne kaldırdım. Ağaçların dalları sallanıyor, bulutlar hiç bitmeyen yolculuklarına usul usul devam ediyordu. Ben de devam etmeliydim ama artık bu anlamsız arayışa bir son verecektim. Ya da en azından aradığım başka bir insan olmayacaktı. Ali hiç konuşmuyordu artık. Bunun için o kadar minnettardım ki, çaylarımız bitince beraber kalktık ve yavaşça yürümeye başladık. Parktan çıkarken toplanma alanı tabelası yine gözüme çarptı. Eskiden böyle şeyler yoktu, sanki o zamanlar afet ve acil durumlar yokmuş gibi. Belki de vardı ve ben görememiştim. Gözlerim hâlâ yanıyordu…

Maalesef telefonum Ali gibi anlayışlı değildi. Hiç susmamıştı ve ben de dayanamayıp sessize almıştım. Yine bir mesaj gelmişti ve kimin gönderdiğine hiç bakmadım bile ama gözüm gönüllü başvurusu için gelen o mesaja takıldı. Başvuru için son gün bugündü. Hâlâ geç kalmış sayılmazdım. Bu mesajı bir çağrı olarak algıladım. Artık birini arayacaksam, daha büyük emeller için aramalıydım.

 Yeni bir hayata açılan ilk kapı yeni bir amaçtı ve ben amacımı bulmuştum. Kayıt için mesajdaki numarayı aramadan önce Ali’ye bundan bahsettim. Şaşırdı, başta ne diyeceğini bilemedi. Yarın memlekete dönecek olmasam ben de kaydolurdum, dedi. Ama istersen kalabilirim birkaç gün, diyecek oldu ama cümlesini bitirmesine izin vermeden buna hiç gerek olmadığını söyledim. Ben artık yeni bir insandım. Ortada abartılacak bir şey yoktu. Zaten evliliklerin yarısı boşanmayla sonuçlanmıyor muydu? Böylesi boşanmaktan daha iyiydi. Numaranın üzerine dokundum ve ön kayıt için sadece TC’mi söylememin yeterli olduğunu öğrenince numarayı bir çırpıda söyledim. Artık bir gönüllüydüm.

Eğitimin ilk günü kısa bir tanışma faslı oldu ve benim bilgilerimi aldılar. İkinci günse bilgi alma sırası bana gelmişti. Yıllar önce sürücü kursunun birinden öğrendiğim ilk yardım eğitimini hatırladım. Çoktan unuttuğumu sanıyordum bunları. Bu kadar önemli bilgiler neden bize okulda öğretilmedi diye düşünürken haftaya arama kurtarma köpekleriyle birlikte daha detaylı bir eğitim alacağımızı öğrenince birden geçmişe gittim. Benim kurtulmamı sağlayan da kömür isimli bir arama kurtarma köpeğiydi.

Onu hatırlayınca içimi buruk bir sevinç kaplamıştı. Kömür önceden bir sokak köpeğiydi ama bu, onun arama kurtarma köpeği olabilmesine engel olmamıştı. 9 yıllık kısacık hayatımdan daha uzun gibi gelen o 38 saatte, bir insan sesi duyabilmek için korkuyla beklerken bir köpeğin havlamasını duymak beni hem korkutmuş hem de o kadar mutlu etmişti ki! Böyle bir duygu karmaşasının olabileceğini o zamana kadar bilmiyordum. Bunları düşünürken telefonuma bir mesaj geldi. Yine daha önce yaşamadığım bir duygu denizinin içine düşmüştüm. Tam da artık O’nu unutmaya başlamışken bu mesajın anlamı ne olabilirdi? Cevaplamamak ayıp olur diye okudum. Ben onun gibi acımasız biri değildim. Nasıl olduğumu soruyordu, sanki umurundaymış gibi. Tek bir kelime yazdım sadece: Neden? Tabii ki yaptığının mantıklı bir açıklaması olamazdı. Ben bunu hiç hak etmemiştim.

Önce “Ne neden?” diye sordu, sanki anlamamış gibi. Ben yazmayı bırakınca art arda yazmaya devam etti. Artık yazılanların bir anlamı yoktu. O yüzden konuyu kapatmaya çalıştım ama bu sefer aradı ve yüz yüze konuşmak istediğini, kendisini kötü hissettiğini söyledi. Onun için değil bir gün, birkaç saat bile ayırmak istemiyordum. Aklıma cumartesi günkü ders geldi. O sabah zaten erken çıkacaktım evden. Öncesinde bir yarım saat ona ayırabileceğimi söyledim. Hem de bunu onun ne düşüneceğini zerre umursamadan yapabilmiştim. İtiraf etmeliyim ki bu kadar değişebileceğimi ben de beklemiyordum. Yüreğimin derinliklerinde bir şeyler kopup gitmişti sanki.

Cumartesi sabahıysa heyecanla uyandım. Ama heyecanım onu yeniden görmek için değil, köpeklerle tanışacak olmaktan kaynaklanıyordu. Anlaşılan bu ayrılığı atlatmayı başarabilmiştim ve bu halim çok hoşuma gitmişti. Zaten benim söyleyecek bir şeyim de yoktu, sadece onu biraz dinleyecek, kendisini iyi hissetmesini sağlayıp eğitime geçecektim. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Sanki başka biriydi artık. Sözleri, bakışları etkilemiyordu beni. 

Bir bardak soğuk su istedim sadece. Zaten günlerdir pek bir şey yediğim yoktu. Bir deri bir kemik kalmıştım. Bunu neden yaptığını sorar gözlerle baktım. Anlaşılan hâlâ bakışarak anlaşabiliyorduk. Sorun sende değil bende, klişesiyle gülümsetti beni önce. Gerçekten mi, diye düşündüm. Seni öyle bir terk etmeliydim ki, benden nefret etmeliydin, dedi sonra. Yoksa asla benden vazgeçmeyecektin. Bu muydu yani açıklaması? Doğru söylüyordu aslında. Kalbimi o kadar kırmış, beni o kadar yaralamıştı ki; ondan, kendimden, her şeyden vazgeçmiştim. Yine de ona hak vermek istiyordum.

Başka türlü olsa diye düşünecektim ama vazgeçtim. Hâlâ konuşmaya devam ediyordu ama artık onu dinlemiyordum. Kafamı yukarı kaldırıp gökyüzüne baktım. Hayat devam ediyordu ve bir daha görüşmemek üzere ayrıldık. Son görevimi yapmış, onun vicdan azabı çekmemesini sağlamıştım anlaşılan. Benim için de kötü olmamıştı bu. Kendimce arkasından “İyi bilirdik” demiş oldum. Aslında vakit vardı ama doğruca eğitim kampına gittim.

Kampta sadece bir köpek vardı, Rinti. Hocamız bizi tanıştırdıktan sonra arama kurtarma köpeklerinin ikiye ayrıldığını söyleyerek hızla derse giriş yaptı: Enkaz altında kalanları ve doğada, açık alanda kaybolanları arayanlar. Biz sadece enkaz altında aramayla ilgili kısa bir ders alacaktık. Hemen hemen her cins köpekten arama kurtarma köpeği olabiliyormuş ki bu zaten bildiğim bir şeydi. Yeter ki canlı, aktif, oynamayı seven, iş birliğinden hoşlanan, fazla baskın olmayan ve çevik olsunlar. Sonrasında iki yıllık yoğun bir eğitimden geçen bu köpekler eğitmeniyle bir sınava girip özel bir parkuru tamamlıyor ve başarılı olanlar sertifikalandırılıyormuş.
Bir arama köpeği temelde havayı koklayıp, havadaki canlı insan moleküllerinin tespitini yapıp aramaya başlıyor ve bulduğunda arka arkaya durmaksızın havlayarak afetzedeyi işaret ediyormuş. Bir hayat kurtarmasına rağmen bütün bu yaşananlar aslında onun için bir oyunmuş

Bunları öğrenince insanlar da tıpkı arama kurtarma köpekleri gibi ikiye ayrılıyor olabilir dedim kendi kendime. Ve bütün bunlar bir oyundu belki de. Ben bunları düşünürken hocamız ilginç bir konuya değindi. Uzun süren aramalardan sonra eğer köpek birini bulamazsa, arama ekibindeki eğitimcilerden biri sanki afetzede gibi hareketsizce durup bir yere saklanırmış. Köpek onu bulunca da herkes sanki birini kurtarmış gibi rol yaparmış. Böylece aramaya devam edebilmek için köpeğe heves gelirmiş ve bundan sonra daha büyük bir istekle aramaya devam edermiş. Bir insan, başka bir insanı neden arar bunu hâlâ bilmiyorum ama en azından şunu öğrenmiştim. Bulduğunu zannetmekte bir kötülük yoktu. Bu bir hata ya da kusur değildi. Sadece hayatta bazen herkesin birini kurtarmış gibi rol yapması gerekiyordu. Bu sayede aramaya devam edebiliyorduk.

Bende ise hiçbir heves kalmamıştı. Kendimi kalpsiz biri olarak görüyor, kimseye karşı herhangi bir duygu hissetmiyordum. Ama en azından artık sertifikalı bir gönüllüydüm. Bazı şeylerin böyle tasdik edilmesi insana iyi hissettiriyordu. Gönüllüydüm işte, bunu kim inkâr edebilirdi. Kalpsiz bir gönüllü diye mırıldandım sertifikayı teslim aldığıma dair imzayı atarken.

Eğitim sonrası bir hafta boyunca her gece beni çağırabilirlermiş gibi tedirgin yattım. Sanki deprem sadece gece olabilirmiş gibi. İşin kötüsü o kadar eğitime rağmen bize depremden başka bir olayda ihtiyaç duyulabileceğine hiç ihtimal vermememdi. Beklemediğim şeyler sürekli başıma gelmeye devam ediyordu. Henüz akşam bile olmamıştı, saat 5'e geliyordu ve ben işten ayrılmaya hazırlanıyor, masamı toparlıyordum ki o acı haberi aldım. Kartal’da 8 katlı bir bina çökmüştü. Enkaz altında insanların olabileceğinden şüpheleniliyordu ve bize ihtiyaçları vardı. 

Benim iş yerim metroyla Kartal’a sadece birkaç durak mesafede olduğu için olay yerine tüm ekipten önce vardım. Korkuyla manzarayı seyreden kalabalığı yarıp hızla durum tespiti yaptım. Ekip liderimizi arayıp önbilgileri verdim ve gelmek üzere olduklarını öğrenince onlar gelene kadar kurtulan yaralıları olay yerinden uzak tutmaya çalıştım. Hali hazırda enkazdan çıkan 20 yaralı vardı ve görgü tanıkları enkaz altında 3 kişi kaldığını söylüyordu. 

Binanın çok eski olduğu ve sadece ilk 5 kat için ruhsatı olduğu civardaki mahalleli tarafından biliniyordu ancak bunların hiçbir önemi yoktu. Şu an tek önemli olan enkaz altındaki o 3 kişiye biran evvel ulaşmaktı. Ki bunlardan biri küçük bir çocuktu ve kurtarılan annesi sedyeye yatmayı reddediyor, feryat figan çocuğuna sesini duyurmaya çalışıyordu. Hemen kadının yanına gidip onu yatıştırmaya çalıştım. Ona evladını sağ salim teslim edeceğime söz verdim. Bunu yapmamam gerekiyordu ama onu oradan uzaklaştırmanın tek yolunun bu olduğunu çok iyi biliyordum. Şimdi kendisinin iç kanaması olabilirdi…

Aramamız gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Enkaz altından 3 ceset çıkmıştı ama hiçbiri çocuk değildi. Çocuktan hiçbir iz yoktu. Herkes telaşla bir şeyler yapmak istiyordu ama çaresizce elleri kolları bağlı beklemek zorunda olmaları onları kahrediyordu. Yine de aramaya katılabilen şanslı azınlıktan biri olarak inanılmaz derecede sakindim. Sadece onu bulmaya, verdiğim sözü tutmaya odaklanmıştım. 

O tozun toprağın içinden çıkarılan ölü insan bedenleri beni korkutmamıştı. Karanlık umurumda bile değildi. Korona zaten kimsenin aklına bile gelmemişti ama sonradan aramıza katılan sağlık ekipleri bu konuda insanları uyarmış ve alanda sadece bizim çalışmamız için gerekli tedbirleri almıştı. Artık tüm sorumluluk bizim omuzlarımızdaydı ve birkaç saat daha bulamazsak bu sefer enkaz kaldırma işlemleri başlayacaktı. Bu son çareydi ve arama yapan ekip için de tehlikeliydi çünkü yeni çökmeler meydana gelebilirdi. Dönüşümlü olarak arayan beşer kişilik iki ekip olarak ayrıldık. Sonra onu gördüm ve içimde büyük bir umut yeşerdi, Rinti.

Saat ilerleyince sonunda onu da merkezden getirebilmeyi başarmışlardı demek. Rinti’nin üzerinde daha önce hiç görmediğimiz dinleme ve görüntü alma cihazları vardı. Zaten biz de hiç tatbikatlardaki gibi çalışmıyorduk. Gerçek hayat bambaşkaydı. 

Rinti hızla tüm alanı uçtan uca koşup rüzgârın yönünü tayin etti ve havayı koklamaya başladı. Sonra doğruca açtığımız boşluktan ilerledi ve enkazın altına korkusuzca daldı. Üzerindeki termal kamera sayesinde onun gördüklerini biz de bir ekrandan seyrediyorduk. Birkaç dakika içinde hiçbirimizin giremediği kadar derinlere girdi ve havlamaya başladı. Ekranda bir şey görünmüyordu ama bu ısrarlı havlamanın ne anlama geldiğini biz çok iyi biliyorduk. Gözlerimizden sevinç göz yaşları döküldü. Rinti çocuğu bulmuştu ama çok fazla derine inmek gerekiyordu ve en mantıklı seçenek sadece bir kişinin bunu yapmasıydı. Mümkünse zayıf bir kişinin. Bütün gözler bana çevrilmeden ben kaskımı başıma yeniden geçirmiştim bile. Bunu ben yapacaktım.

Elime feneri aldım ve Rinti’nin sesini takip ederek aşağılara, derinlere doğru inmeye başladım. Çocuğun hayatta olması için Allah’a yalvarıyordum. Hayattan tek beklentim, tek dileğim buydu artık. Başka bir isteğim yoktu. Tam Rinti’yi gördüğüm anda sevinçten ani bir hareket yapmış olmalıydım sanırım çünkü ilerleyemiyordum. Sağ ayağımı hareket ettiremediğimi anladım. Molozların arasına sıkışmıştı. Rinti beni görünce görevini tamamladığını anladı ve ödülünü almak için eğitmeninin yanına dönmek üzere yanımdan koşarak ayrıldı. 

Çocuk 2 metre kadar önümde, yerde hareketsizce yatıyordu. Gözleri kapalıydı ama baygın olduğunu düşünmek istiyordum. Ayağımı kurtarmak için biraz daha debelendim ama olmayınca feneri yere bırakıp ellerimle ayağıma uzandım ve bir ıslaklık hissettim. Ayağıma bakmak aklıma bile gelmemişti, feneri ayağıma tuttuğumda bacağımın komple kan içinde kaldığını gördüm ve şaşırdım. Hiç acı hissetmemiştim ve hâlâ hissetmiyordum. Belki bu kötüye işaretti ama şu an için tam da ihtiyacım olan şey bu diye düşündüm. Bunu kullanmalıydım.

Ayakkabımı çıkardım önce. Anladım ki sıkışan ayağım değil, bileğimmiş. Yıllar önce seyrettiğim 127 saat filmi geldi aklıma. Benim bu kadar vaktim yoktu ama ben yalnız değildim artık. Kurtarmam gereken küçük bir çocuk söz konusuydu. Ayağımı bu sefer geriye çekmeye değil, tekme atmaya çalışır gibi daha da ileri itmeye çalıştım ve bu işe yaradı. Büyük bir acıyla bağırdım. Sanki bacağımın içinde bir şey kopmuştu ama ayağımı oradan çıkarmayı başarmıştım. Emekleyerek çocuğun yanına ulaştım ve hemen nabzını kontrol ettim. Atıyordu ve çocuğun burnu bile kanamamıştı. Yaşıyordu. Hayatımın en büyük sevincini yaşadım. Dualarım kabul olmuştu. Telsize uzandım ve herkese beklediği haberi vermenin mutluluğuyla seslendim: Arama başarılı, çocuk hayatta. Birazdan yanınıza geliyorum…




Kısa Bir Reklam
ELZ Kozmetikte cilt bakım ürünleri de satılıyor, ayrıntılarını buradan inceleyebilirsiniz.


Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 
Dün gibi hatırlarım ben de bir gün böyle tek bir yazıyla başlamıştım yazmaya.

1
Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Gerçek gibi yazmaya çalışıyorum çünkü fantastik şeyler yazamıyorum. Ya da cesaret edemiyorum, umarım bunu değiştirebilirim ileride. Sorduğunuz sorulara cevap vermek de çok zor. Bazıları bu cevapları bulmak için bir ömür harcıyor. Ama her şeye rağmen güzel şeyler de oluyor. Hayatta üzüldüğümüz şeylerden daha önemli şeyler de var. Bunun farkına varıp, fazla üzülmeyelim istedim ben yazarken. Umarım o işe de yarar :)

Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Kurgu tamamen, sadece gerçekmiş gibi yazmak için birkaç habere bakmıştım yazmadan önce. Onlardan da esinlendim açıkçası. Beğenmenize sevindim, teşekkür ederim yorumunuz için.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli