Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Açgözlü Sincaplar

Sadece tek bir şansınız olsaydı, onu nasıl kullanırdınız? Bunun için ne kadar ileri giderdiniz? Ben hiçbir zaman ikinci şanslara inanan biri olamamıştım. İnanmak istediğim zamanlar olmuştu ama inanmak içten gelen bir şey olmalıydı çünkü artık anlamıştım ki zorlayınca olmuyordu. Zaten bu zamana kadar hiç kimseden ikinci bir şans istememiştim. Büyük bir acemiydim bu konuda.

Bütün gece uyuyamamıştım. Bu belki de son şansımdı artık. Tek şansım. Aslında bir şansım olup olmadığını bile bilmiyordum. Sadece yazmak, her şeyi anlatmak zorundaydım ve eğer okursa bu yazdıklarımı, yeni, yepyeni bir sayfa açılabilirdi hayatımızda.

Önce iletildi sadece. Telefon elimdeydi ama her an düşebilirdi çünkü ellerim titriyordu heyecandan. Ya da korkudan. Ne olacağını bilmediğim gibi şu an ne olduğunun da farkında değildim. Birkaç saat gibi geçen birkaç dakikadan sonra mesaj okunduya döndü. Tabii bu okunduğunu göstermiyordu ama bakmıştı sonunda. Telefon gibi hayatım da ellerindeydi sanki. Keşke şu anda ellerim değil de telefonum titreseydi, bir şeyler yazsaydı. Tek bir kelime bile olsa, tek bir harf de olsa yazsaydı. Ama hayır, şimdi yazarsa bu okumadığı anlamına gelirdi. Önce biraz zaman geçmesi gerekirdi. Kalbim deli gibi çarpıyor, nefeslerim sıklaşıyordu. 

Bir an için gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. İçim içimi yiyordu ama bir rahatlama da hissediyordum sanki. Çok çok az bile olsa, eser miktarda bir rahatlık bile iyi gelmişti. Gözlerimi açtım, artık okumuş olmalıydı. Yeterli zaman geçmişti. Bir cevap yazmalıydı artık. En azından bu kadarını hak ediyordum. Sonra o çok beklediğim kelime belirdi dünyanın en güzel isminin altında. 

yazıyor…

Çıktığı gibi kayboldu önce. Yazmayı bırakmıştı ve bir insanı hayatta en çok mutlu eden o kelime yerini en çok umutlandıran kelimeye bırakmıştı.

çevrimiçi

Sonra tekrar yazıyor… çıktı. Keşke okurken de okuyor yazsaydı diye geçti aklımdan. Keşke seviyor diye yazsaydı ya. Ne güzel olmaz mıydı? Affetti, bağışladı, O da seni özlüyor yazsaydı. Çok mu şey istiyordum teknolojiden.

yazıyor… tekrar kayboldu ve tekrar çıktı. Bütün bunlar, hep iyiye işaretti. Öyle olmalıydı. Sonunda beni affetmişti galiba. Başarmıştım. Sevinçten gözlerimden yaşlar akıyordu. Ama ne yazık ki bu çok uzun sürmedi.

Yine destan gibi yazmışsın, yazdı. Uykum geldi okurken. Ama hepsini okudum…


Sadece üç büyük cümle ve üç küçük nokta. Bütün umutlarım tükenmiş, hayallerim gözlerimden akan yaşlarla birlikte suya düşmüştü. Hani su hayat demekti? Boğulmama, nefes alamamama neden olmuştu bu tuzlu sular. Yine de anlamaya çalışıyordum. Gerçekten okumuş muydu? Okuduysa böyle olmaması gerekirdi ama…

Ama, katil bir kelimedir derler. Kendinden önce geleni öldürür. O da beni öldürmüştü bu kelimeyle. Belki de ben kendimden önceye onu koyarak kendimi öldürmüştüm. 

Bu durumda uykusunun gelmesinin bir önemi yoktu. Kötü bir şey değildi bu. Belki uyanınca her şey bambaşka olurdu. Hem bir görüşe göre yaşamak uyuyana kadar kendimizi meşgul etme sanatı değil miydi? Her şeye de sanat diyorlardı bugünlerde. Okumanın da bir sanatı var mıydı? Yazmanın, kendini anlatmanın. Affetmenin, sevmenin. Nasıl oluyordu da aynı satırları okuyan iki insan asla aynı duygulara kapılmıyordu okurken? Ben olsam affetmez miydim kendimi? Tekrar tekrar okurken affetmemiş miydim?

Birbirinden saçma düşünceler beynime saldırıyordu bir yandan. Kim bilir bunlar beynimin son çırpınışları, hayatta kalma çabalarıydı belki de. Acaba ciddi ciddi hiç destan okumuş muydu daha önce? Kırgızların Manas Destanı 500 binden fazla mısradan oluşuyordu mesela. Bundan haberi var mıydı? Boşuna dünyanın en büyük destanı olmamıştı. Hiçbir şey boşu boşuna en olamazdı ki. Öyle kolay değildi bu işler. O benim en sevdiğimdi, tek sevdiğim.

Sahi nasıl oluyordu da hâlâ yazılmaya devam ediyordu bu destan? Yanlış mı hatırlıyordum yoksa. Yaşayan bir destandı Manas. En azından şu an için benden daha canlı olduğu kesindi. Zaten Manasçı denilen bir meslek bile doğurmuştu. Tek işleri bu destanı anlatmak olan insanların nasıl hayatta kalabileceğini düşünürken, keşke dedim. Benim de tek işim O’nu sevmek olsa, olabilseydi. Ben hayatta kalırdım o şekilde, açlık, susuzluk çekmezdim hiç. Bir şeyin farkına varmış oluyordum. Ama, hiçbir şeyi öldürmüyordu. Yaralıyordu ama öldürmüyordu. Ben hâlâ O’nun destan gibi yazmışsın derken gerçekte ne demek istediğini bilememenin acısını çekiyordum.

Cümleye yine ile başlamıştı. Demek ki daha önce de böyle düşünüyordu. Ya da düşünmüştü işte. Bir kereliğine de olsa aklından geçirmişti bunu. Halbuki o değil miydi bana daha önce, uzun uzun yazdığın mesajları çok seviyorum, diyen. Nasıl değişmişti böyle bütün hisleri, duyguları. En başından beri sevmiyor muydu yoksa? Yalan mı söylemişti? Hayır, hayır. O yalan söylemezdi. O’nun en sevdiğim özelliği buydu. Sevmediğim bir özelliği var mıydı ki? Yoktu…

Yoksa var mıydı? Yok gibi mi yapıyordum. Onu her haliyle seviyorsam eğer, beni sevmeyen halini de sevmem gerekmiyor muydu? Tabii ki gerekmiyordu. Hiç böyle bir gereklilik olabilir miydi? Olamazdı. Çünkü hiçbir insana böyle zulmedilemezdi. 

Gibi davranmak, yalan sayılır mıydı? Rol yapmak mıydı bu yoksa? Hepimiz kendi rolümüzü oynamıyor muyduk hayatta? O hiç rol yapamazdı ki. O hep içinden geldiği gibi konuşur, içinden geldiği gibi yazar, içinden geldiği gibi yaşardı. Bu onun en sevdiğim özelliğiydi. Beni cezbeden yalan söylememesi değil, yalana ihtiyaç duymamasıydı.

Keşke hiç gibi demeseydi. O zaman tüm anlam nasıl da değişirdi. Yine destan yazmışsın, deseydi mesela. Tek bir kelimeyi eksik yazsa, hiç yazmasaydı nasıl da her şeyi değiştiriyordu böyle. Hem o zaman uykusu da gelmezdi. 

Gibi ne demekti sahi? Benzemekten başka bir anlamı var mıydı? Eğer bir sözlüğü açıp bakarsanız sizi yanlış yönlendirebilirdi. Zaten beni de o kahrolası arkadaşı yanlış yönlendirmemiş miydi? Beni kandırmıştı. Kullanmıştı. Masum gibi yapmıştı. Herkes her kelimeyi aynı şeyi kastederek kullanmıyordu ki. Sözlüğü de herkes aynı şekilde kullanmıyordu. Artık sözlük kullanan kalmış mıydı? En fazla arama yapardın internetten. Peki internet yanlış yönlendiremez miydi?

Gibi yazıp aratmaya kalksan mesela, yapay zeka senin bunu İngilizceye çevirmek istediğini zannedip tek kelimeyle like diyebilirdi sana. İşin ilginci dilleri değiştir dersen yapay zeka bu sefer like’ın anlamının beğenmek olduğunu söylerdi. Haklıydı da. Akla ilk gelen anlamı bu olurdu. Ancak gibi denildiğinde beğenildiğini düşünmek, fazlasıyla yapay olurdu. Böyle doğacak bir aşk, olsa olsa yapay aşk olurdu. İnsanlar yapay zekanın dünyayı ele geçireceğinden korkardı hep. Ya yapay aşk dünyayı ele geçirirse? Bundan korkan olmadığı gibi bunun sözünü eden bile yoktu.

Birçok şeyin sözü edilmiyordu zaten. Konuşulmuyor, halının altına süpürülüyordu böyle düşünceler. Yani aslında içten içe biliyordu insanlar, hissediyordu. Görüyordu ama görmezden geliyordu işte. Bu insanlığın bir savunma biçimiydi. Savaş ya da kaç insanların en büyük tepkisiydi ama görmezden gelmek de vardı bunlardan sonra. Ve hiç kuşkusuz en acı vereni, en tehlikelisi oydu çünkü kendisinden önce geleni öldürüyordu. Beni görmezden mi gelmişti yoksa? Öyle olsa okudum hepsini demezdi ki.

Öyle dememişti ki! Hepsini okudum yazmıştı sadece. Çok mu farklıydı bu iki cümle sanki? Ha seni seviyorum demiş, ha seviyorum seni. Ne fark ederdi? Aynı anlama gelirdi bu ikisi de. Gelmez miydi? Yoksa gelir miydi? Belki de görmezden gelirdi. En iyi çözüm bu değil miydi? 

Doğru ya, ben de yapmamış mıydım bunu ona daha önce? İlk seni seviyorum dediğinde duymamış gibi yapmıştım ya hani. Çok acımasızcaydı gerçekten. Bunu sonradan anladım. Çok utanmıştım bu yaptığımdan ama iş işten geçmişti. Artık dayanamıyordum ki kıskançlıklarına. Korkutmuştu beni öyle birden söyleyince. Bundan sonra hiç nefes alamayacağımı sanmış, bir kafese hapsedileceğimi hissetmiştim. Bağımsızlığımı yitirmekten korkmuş, belki de açgözlülük yapmıştım. Bütün bunları saklamış, her şeyin bahanesi olarak onun kıskançlığını kalkan gibi kullanmıştım.

Çünkü kendimce kıskanacağı hiçbir şey yapmıyordum. Bunu ona anlatmaya çalışmıştım. Her seferinde de bana hak veriyordu ama sonra yine bildiğini okuyordu. Madem davranışını değiştirmeyecekti, neden benden yana oluyordu ki? İnsanın huyu değişmiyordu işte. Onun bu huyunu sincaplara benzetmiştim bir keresinde. Anlatmıştım yine uzun uzun…

Sincaplar da o çok sevdikleri meşe palamutlarını bulabilmek için o kadar uğraşır, didinir ama sonunda ona ulaşınca onu toprağın altına gömerlerdi. En çok sevdikleri şeyi kendilerinden başka kimse bulamasın diye saklarlardı bütün dünyadan. Peki sonra ne olurdu dersiniz? Kendileri de unuturdu nereye gömdüklerini. Yani onlar kimseye yar olmazdı. Üstelik sincapların başka kimse yemesin diye sakladıkları o meşe palamutlarını dünyada o açgözlü sincaplardan başka hiçbir hayvanın talebi yoktu. Bunu bilmiyordu zavallılar. Bütün bu anlattıklarımsa bundan sonraki mesajların sonuna bir emoji daha eklemesine neden olmuştu sadece. Küçük bir emoji: 🐿️ Şaka gibiydi gerçekten. Yine derdimi anlatamamıştım.

Tavanı seyretmeyi bırakıp saate bakmaya çalışırken boynumun tutulduğunu fark ettim. Koltuğa iki büklüm kıvrılmaktan yorulmuştu bedenim. Hiçbir şey yapmamaktan bitap düşmüştüm yine. Televizyon açık olsa şimdiye uyumuştum çoktan. İnsan televizyonu görmezden gelmeye başlayınca uykusu geliyordu. Yoksa, dedim. O da benim yazdıklarımı mı görmezden gelmişti? O yüzden mi uykusunu getirmiştim? Saat üçe yaklaşıyordu bu arada ve ben hâlâ O’nu düşünüyordum.

Aslında O’nu değil de yazdıklarını düşünüyordum. O’nun kurduğu o üç kısa cümleye takılmıştım. Keşke benim de uykum gelseydi. O’nun uykusunu getiren şey her neyse, benim uykumu kaçıran da oydu. Ne biçim bir işti bu böyle? Haksızlıktı resmen. 

Kahve içip uyumak gibiydi. Böyle bir saçmalık herkesin canını sıkardı. Gerçi bunu yapan insanlarla karşılaşmıştım daha önce. Kahve içmeden uyanamayanlar kadar garip gelmişti. Bu da bir anlamda bağımlılık değil miydi? Bağımlılık kötü bir şeydi. Peki ya iyi bir şeye bağımlı olursak? O da mı kötüydü? O iyiydi. Bunun aksi bile iddia edilemez, iddia edilmesi teklif dahi edilemezdi. O dünyadaki en iyi insandı. İnsan böyle birini bulduğunda onun kıymetini bilmeliydi. Bilememiştim. O’na büyük haksızlık etmiş, O’nu aldatmıştım. Hem de en yakın arkadaşıyla. Nasıl böyle bir şey başıma gelmişti? Hâlâ inanamıyordum. Ama bunda benim bir suçum yoktu ki, bütün kabahat aslında yine o zehirli duygu olan kıskançlıktı. Ama bu sefer kıskanılan ben değil, O’ydu. Onu kıskanansa en yakın arkadaşıydı. Ne biçim bir arkadaşlık, nasıl bir çekememezlikti bu böyle. Ben oyuna gelmiş, küçük bir yakınlaşmanın ileri gitmesine ses çıkarmamıştım sadece. Her şeyin kayıt altına alındığını hiç bilmiyordum ve tahmin bile edemezdim. 

Bundan sonra ona ne söylersem söyleyeyim çare olmamıştı. Masum olduğuma inandıramamıştım bir türlü. Kendime bile itiraf etmekten korkuyordum. Ama…Anlaşılan ben de masum değildim. 

Artık telefonlarımı bile açmaz olmuştu. Sesimi bile duymak istemiyor, sadece mesajlarıma bakıyor, iyi bir gün geçirmişse eğer, acır gibi bana cevap yazıyordu ve hep aynı şekilde bitiriyordu yazışmayı: ARTIK BANA YAZMA!

Hâlâ mesaj atabiliyorken bunu kullanmalıydım. Öyle bir şey yazmalıydım ki, hem hepsini okumalı, hem beni anlamalı hem de beni affetmeliydi. Tabii bir de beni yeniden sevmeliydi. Yine her zaman ki gibi çok fazla şey istiyordum. Bu çok, çok büyük bir yüktü. Mümkün olup olmadığını bilmediğim, küçücük bir ihtimali zorlamaktı. Tüm umutlarımı ona, attığım o son mesaja bağlamıştım. Tarihte daha önce böyle bir şey olmuş muydu hiç? İnsan bir şeyler yazarak kendisini affettirebilir miydi? Bunu daha önce başarmış birileri olsa gerekti. Acaba nasıl yapmışlardı? Nasıl başarmışlardı bunu? Bu kesinlikle büyük bir olay olurdu. Bir ihtilal, bir devrim bile denilebilirdi buna.

Bunun tam tersiyse yaşanmıştı daha önce. Victor Hugo Fransız İhtilalinden sonra halkın yıktırmak istediği katedrali insanlara sevdirmeyi bir roman sayesinde başarmamış mıydı? Notre Dame’ın Kamburu sadece bu yönüyle ünlü değildi belki ama onun böyle bir işlevi de vardı kuşkusuz. Ben de öyle bir şey yazmalıydım ki, herkesin beni yıkmak, yakmak etmek istemesine sadece direnmekle kalmamalı, aynı zamanda kendimi de sevdirmeliydim. Bütün dünyanın yükü sırtımdaydı sanki ve ben de altında ezilmiş, kambur kalmıştım. Yalnız sorun şuydu ki ben bir Victor Hugo değildim. Benden bırak Victor Hugo’yu, Tolga abinin Hugo’su bile olmazdı. Ama keşke olsaydı. Çünkü onun bile birden fazla hakkı vardı. Benimse hiçbir hakkım yoktu. Belki de hiç olmamıştı, ya da kalmamıştı. Sıfırı tüketmiş, Hugo’yu bile kıskanır hale gelmiştim. Sadece şunu çok iyi biliyordum. Benim de kaderim bir başkası tarafından tuşlarına basılan bir telefona bağlıydı sanki. Yapacağım bütün hareketleri O belirleyecekti ve şu an ben uçurumdan aşağıya yuvarlanırken O sadece seyrediyor, kılını bile kıpırdatmıyordu. 

Yine de bu büyük umutlarla yazdığım, sildiğim, tekrar yazdığım ve sonra tekrar sildiğim, en sonunda toparlayıp göndere bastığım bu uzun mesaj, bu destansı mesaj, bağışlanmamı sağlamamıştı. İşin trajik yanıysa ben bundan sonra böyle bir hatayı hiç kimseye karşı yapmayacaktım. Bence buna inanmıştı ve belki de bunun için sevinmişti bile. Yani O’nu buna inandırabilmiştim. Öyle olmalıydı. Ama O, bir daha hiç kimseye güvenmeyecek, sırf benim yüzümden karşılaştığı ve karşılaşacağı herkese karşı acımasız ve önyargılı olacaktı. Bütün bunlar hep benim suçumdu. Zaten ben kendimi affedememiştim ki. En başta ben yıksınlar istiyordum o katedrali. 

Sonunda toprağın altına gömülme vaktim gelmişti anlaşılan. Hatta gömülmüştüm bile çoktan. Unutulmuş, tek başıma kalmıştım. Beni bir zamanlar seven, dünyanın en güzel, en narin, en tatlı sincabı beni balta girmemiş bir ormanda, kuytu bir köşeye gömmüş ve çekip gitmişti. Hayatın bütün gariplikleri gibi sırf bunu yapmasın diye aldığım bütün önlemler buna yol açmıştı bir şekilde. 

Sonra o sincap uzaklara gitmiş, kimse bulamasın diye sakladığı en kıymetlisini kendisi de unutmuştu. Bu ne biçim bir işti böyle. Ne kadar boş, ne kadar anlamsız! Biz insanlar böyle saçma sapan hatalar yapsak hayatta kalamazdık diye düşündüm önce. Yok olup giderdik. İnsan en kıymetlisini hiç unutur muydu? Ama kibirim beni yine yalnız bırakmıyor paçalarımdan aşağıya çekiyordu. Biz değil miydik çok daha büyük hatalar yapıp ve sonra o hatalar hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam eden. O hataları görmezden gelen. Hepimiz aslında açgözlü sincaplardık.

Unuturduk, tıpkı sincaplar gibi. Çünkü aradan 2 yıl geçtikten sonra, ben unutmuştum artık onu. Eskiden nereye gitsem, kime baksam gördüğüm daha doğrusu gördüğümü sandığım o güzel gözlerini artık görmez olmuştum. Gerçek anlamda zaten görmüyordum ama artık gözlemez olmuştum. Birer birer siliniyordu sanki hatıralar. Silinmiyordu da üzerine bir perde çekiliyordu sanki. Zamanla özlemez de olmuştum. Bazen mutlu olduğum, güldüğüm bile oluyordu. Artık onu özlemediğimi de bu anların birinde fark etmiştim. Çünkü eskiden olsa imkanı yok, mutlu olamazdım.

Sonra, çok sonra yeni birisi çıktı karşıma. Ne güzel konuşuyorduk, sanki yıllardır tanışıyormuşçasına. Yeniden bana hayaller kurduran özel biri olduğunu sanmıştım. Yanılmışım. Bilmiyordum. Bana yeni hayaller kurdurmak yerine hali hazırda devam eden uykumdan uyandırmıştı.

Bir gün bana tıpkı daha önce sürekli seyrettirdiği kedi videoları gibi, bu sefer sincaplardan bahseder olmuştu. Ne kadar tatlı olduklarından, sevimli olduklarından bahsediyordu. Bense daha fazla dayanamamış ve bir anda kendimi sincapların tamamen aptal, unutkan ve açgözlü olduklarını uzun uzun anlatırken bulmuştum. Hayvanları o kadar sevdiğimi bildiği için belki de benden böyle bir çıkış beklemiyor ve şaşkınlıkla beni seyrediyordu. 

Bir süre boyunca sessizce dinledi sadece. Benim bütün o anlamsız çıkarımlarımı çok iyi anlıyormuş gibi gözlerimin içine bakıyor, belki de cümlelerimi bitirmemi bekliyordu. Sonra bana sadece bir soru sordu. Tek bir soruyla bana hayatımın dersini verircesine, yıllar önce sayfalarca yazıp anlatamadığım şeyi hatırlattı bana. Sadece bununla da kalmayıp tek bir soruyla tüm o saçma argümanlarımı çürütmekle kalmadı, bütün cahilliğimi de adeta suratıma çarptı:

“Peki, ormanların büyük bir çoğunluğunun o sincapların gömdükleri meşe palamutları sayesinde oluştuğunu biliyor musun?”

Bilmiyordum. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Her zamanki gibi! Tek bir şansım vardı ve işe yaramadı. Ama en azından o şansımı kullandım.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 
Dün gibi hatırlarım ben de bir gün böyle tek bir yazıyla başlamıştım yazmaya.

2

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli