Mustafa @soydashdiu

Yusuf Atılgan'ın 'Evdeki' öyküsü üzerinden yapılan alıştırmada öyküdeki kadın olan ana karakterimizi farklı bir cinsiyet rolünden ele alarak yeniden yazdığım denememi beğeninize sunuyorum.

EVDEKİ
Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere “ne oturuyorsun, ekmek alınacak” dedi: aldırmadım. On yıl önceki arabayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım. “Boş oturan adam sevilmez.” derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arasa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamaya gelecek çocukları bekliyorum.
Annem aşağıdan “Yemek hazır oğul” diye bağırdı.
– Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye! dedim.
Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın… Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama, kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adamlar namaz kılarlar mı acaba?
Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birbirini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. ‘Bizimki’ dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, işim yok diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçenlerde. “Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin…” O kıza da acırım ben, şu kadına da kendime de. Neden bu daracık kasabadayız sanki. Yoksa bütün dünya mı böyle. Kitapların dediği yalan mı?
Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; adıyorum ona yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu.
-Yarın Fatma hanımlar gelecekmiş misafirliğe dedi.
-Yarın evde yokum ben.
-Nereye gideceksin?
-Hiç, ama yokum evde. Kaç kere söyledim sana, misafir sevmiyorum ben.
-Elalem ne diyor biliyor musun? Ayyaş olmuş, içmekten iş bulmaya vakti yok onun diyor.
-Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? İnsanların iftiralarını takamam. Üstüme varma benim. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.
Gözleri büyüdü. Kalktı kapıyı çarpıp gitti. Dışarıdan sesini duyuyordum. Rezil etmiştim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor. İleniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum.
Nasıl iş bulacağım bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende. “Bütün gün ağır yüklerin altında ter döküyoruz. Geçen bir arkadaşım yükünü ayağına düşürdü, ayak bileği kırıldı” İçim bulanıyor nasıl çalışılır böyle bir işte?
Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlayacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.
Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilav var. Bir tabakta yoğurt. Yoğurtlu pilav yedim biraz. Pilav soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngiltere’de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni. “Kız olsaydın sana oradan koca bulurduk.” derdi. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o yıl geldi arsaya.
Nice sonra kapı çalındı. Kitabı bırakıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mı unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi yoksa? Ara sıra gelir ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler.
-Nasılsın abi? dedi.
-İyiyim. Girsene.
-Halam nerede? diye sordu.
-Bilmem. Komşuya gitmiştir.
Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal traşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum.
-Otursana, dedim.
Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince hem seviniyor hem utanıyor gibi. Büyüdü artık liseye gidiyor.
– Ödev mi var? dedim.
-Evet dedi.
Kitaba uzandı.
-Biliyor musun karşıdaki arsadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim.
-Sahi, dedi. (O yana baktı.)Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir oynarız.
Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. Yeni yeni çıkan sakalımı garipsiyor inceliyor, fark ediyorum. İmreniyor. Hele gözlerindeki garipseyici bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım.
-Şimdi de sen oku bakalım, dedim.
Toplandı, önce gözleri geldi eski yerine; ama gözlerindeki o garipseme zor arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili soğuk.
Ergenlikleri de var. İnce keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda; ya da bir genç erkek duyarlığı. Biraz hızlı olmasını söyledim, bunalmıştım. Oflayınca bir kelimeyi yanlış okudu.
– İyi bak o kelimeye, dedim.
Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, Omuzlarını sıksam ellerimle belki hızlanır ama kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada. Oysa ilk yaz daha. Bugün, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi.
Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın.
-Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın.
Kalktı.
-Peki abi, dedi.
Gözlerinde o bulaşıklık yok artık.
Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklarına musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp… Neden böyle olduk biz? Ana oğul değil, sanki yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı?
Yemekten sonra radyo dinledim Geç yattım. Pancurlar kapalı. Yatakta kendi kendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlere ağlıyor. İçim daralıyor. Yorganın altında büzülüyorum. İyi şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu gece uykumda terler içinde alevlerin arasında bulacağım kendimi.
Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor. “Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!” diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki, şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir “Uyyy,” sesi duyuluyor.
YUSUF ATILGAN