Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Dorian Gray’in Portresi, Sadece Hayatta Kalmak ve Daha Fazlası

Yine tehlikeli bir kitapla karşınızdayım. Haliyle yazarımız da çok renkli bir karakter. Oscar Wilde aslında bir oyun yazarı ve şair. “Oysa herkes öldürür sevdiğini” şiirini eminim ki duymuşsunuzdur. Yazarın tek romanı olduğunu bildiğim için okurum mutlaka bir gün diye düşünmüştüm. Ama bu kitabın yazarının hiç roman yazmadığı için eleştirilmesi sonucu kaleme alındığını yeni öğrendim. Bu şekilde yola çıkınca sanırım Narkissos mitini alıp modern bir hale getirmeye çalışmış. Böyle söyleyince sanki basit bir şeymiş ya da kötü bir şeymiş gibi gelebilir bu kulağa ama önemli olan ne yaptığınızdan çok nasıl yaptığınızdır. Bu sözün doğruluğunu kanıtlayan muhteşem bir kitap çıkmış ortaya.

Kitabın sansürlü, sansürsüz, bol açıklamalı ve dipnotlu çeşit çeşit baskısı var. Everest yayınları hele içinde haritalar, ek metinler, metinle ilgili notlar, metinle ilgisiz notlar, genel girişler, metne girişler… Kitabın neredeyse yarısı açıklamayla dolu ve bu açıklamalar yer yer spoiler da içeriyor. Yani kesinlikle ilk defa okuyacak olanlara göre değil. Daha çok koleksiyonluk gibi bir şey.

Ben çok fazla dipnotlara boğulmayı sevmediğim için başka bir yayınevini tercih ettim ve onda ilk dipnotta portrenin ressamı Basil karakteri için şu önemli bilgi yer alıyordu:

“Bazı eleştirmenler bu kişiliği Wilde’ın kendisi olarak değerlendirmişse de, Wilde ‘Basil Hallward benim düşüncelerimi, lort Henry Wotton ise dünyanın benim hakkımda düşündüklerini yansıtmaktadır,’ demiştir.”

Her şey bu üç karakter arasında geçiyor diyebiliriz. Hatta buradaki ilişki bir aşk üçgenini bile andırıyor. Sizlere psikanalitik bir analiz yapıp bunlar hep id, ego, süperego demek isterdim ama bunlar bana çok sıkıcı geliyor. Bunun yerine Oscar Wilde’ın kendisini daha net anlattığı şu cümle bence yeterli yoksa okurken zaten anlıyorsunuz aralarındaki garip ilişkiyi:

“Basil bendim. Henry ise dünyanın görmek istediği ben. Dorian ise benim olmak istediğim kişiydi.”

Kitabı okurken sık sık acaba bu yazıyı hiç yazmasam mı diye düşündüm. Çünkü altı çizilesi o kadar çok yer vardı ki. Sanki yazar canı sıkıldıkça Henry aracılığıyla bizimle konuşuyor. Hem de ağzından çıkan her sözle. Bir insan sürekli olarak nutuk atar mı? Yorumlarda birçok insan okuduğum en provokatör karakter diye bahsetmiş kendisinden. Ben okurken böyle hissetmemiştim. Zaten ben pek enlerim yoktur ama insan her şeye rağmen Henry gibi bir dostu olsun ister bence. En azından gülmek, eğlenmek için.

“Gülmek, bir dostluk için iyi bir başlangıçtır, dostluğu sona erdirirken yapılacak en iyi şey yine gülmektir,”

Aynı eylem farklı durumlarda nasıl da bambaşka bir işleve dönüşüyor. İnsana olmayacakmış gibi geliyor ama bir gülüş bile bazen insanı yaralayabilir. Ayrıca yıllar bana şunu öğretti: Güzel başlangıçların çok fazla bir önemi yok. Hatta sırf bu başlangıçlar hatırına bitmiş ya da bitmesi gereken ilişkileri uzatma çabasına girebiliyorsunuz ki bu da tamamen bir zaman kaybı. Bir de kimseyle geçinemeyen insanlar kadar herkesle arası iyi olan insanlara da dikkat etmek gerekir. Belli ki bunu yazar da çok iyi biliyor:

“Dostluğun ne olduğunu bilmiyorsun, Harry,” diye fısıldadı, “ya da hatta düşmanlığın ne olduğunu da bilmiyorsun. Herkesi seviyorsun; yani senin için herkes bir.”

Az önce herkes Lord Henry gibi bir arkadaşı olsun ister dedim ama ona hiç müsamaha göstermeyecek insanların en başında geliyorum aslında. Hem de ondan neredeyse hiç etkilenmeyeceğimi düşünmeme rağmen. Çünkü benim de zaman zaman böyle aykırı diyebileceğim arkadaşlarım oluyor ve ben hep onların beni etkileyebileceğinden ziyade benim onları etkileyebileceğime inanırdım. Halbuki öyle bir şey yokmuş:

“İyi etki diye bir şey yoktur, Bay Gray. Bütün etkiler ahlakdışıdır … bilimsel açıdan ahlakdışı.”
“Neden?”
“Çünkü bir insanı etkilemek demek, o insana kendi ruhunu vermek demektir. Etkilenen kişi kendi doğal düşünceleriyle düşünemez ya da kendi doğal tutkularının ateşiyle yanamaz. Erdemleri kendisine gerçekmiş gibi gelmez. Günahları -günah diye bir şey varsa- ödünç günahlardır. Bir başkasının müziğinin yankısı haline, kendisi için yazılmamış bir rolü oynayan aktör haline gelir. Hayatın amacı kendini geliştirmektir. İnsanın kendi doğasını eksiksiz biçimde geliştirmesi … hepimiz işte bunun için buradayız. Bugünlerde insanlar kendi kendilerinden korkuyorlar. Görevlerin en büyüğünü unuttular, bir insanın kendine karşı görevini. Elbette yardım etmeyi seviyorlar. Yoksulları doyurup dilencileri giydiriyorlar. Ama kendi ruhları aç ve açıkta. Bizim soyumuzda cesaret diye bir şey kalmadı. Belki de hiçbir zaman olmamıştı. Ahlakın temelinde toplum korkusu, dinin temelinde Tanrı korkusu yatıyor ve bizi bu iki korku yönlendiriyor. Ama …”

Bütün bunlar tahmin edebileceğiniz gibi hep Henry’nin sözleri. Arada bir havalı olacağım diye saçmalıyor ama bunu bile sanki bilerek yapıyormuş ya da hiçbir önemi yokmuş gibi davrandığı için karizmasından bir şey kaybetmiyor. Hani çok güzel birine kusur bile yakışır ya, o misal. Bir yere kadar Dorian’ı herkes kabul ediyor. Hatta onun yerine yaptığı çılgınlıklara bahane uyduruyorlar.

“Dorian o kadar akıllıdır ki ara sıra çılgınlıklar yapar.”

Elbette size sadece Henry’nin sözlerini paylaşmayacağım. Zaten bir yerden sonra ona alışıyoruz ve eskisi gibi etkilenmiyoruz okurken. Ya da etkilenmemeye çalışıyoruz. Arada sinir oluyoruz. Sanki Dorian yoldan çıktıkça bizde de değişim başlıyor.

“Ah, açıklaması zor. Birilerini çok sevmişsem adlarını
hiç kimseye söyleyemem. Sanki onların bir parçasından
feragat ediyormuşum gibi gelir bana. Gizliliği ne çok
sevdiğimi bilirsin. Çağdaş hayatı bizim için olağanüstü
güzel ve gizemli kılan tek şey budur. En sıradan bir
şey bile saklandığı zaman hoş bir şeye dönüşür. Kent
dışına çıktığım zaman nereye gittiğimi bizimkilere asla
söylemem. Söylersem işin bütün tadı kaçar. Aptalca bir
alışkanlık, diyebilirim ama her nasılsa bu sanki hayatıma
bir hayli romantizm katıyor. Bu yaptığım şeyi korkunç
aptalca buluyorsundur herhalde, ha?”

Dorian’ın baht dönüşüyle birlikte artık kitap başka bir hale dönüşüyor. Aslında en baştan beri iyi biri değildi Dorian. Hatta belki de hep olduğu kişiydi ya da yaşlanmama lanetiyle (evet lanetiyle, kitabı okumuş olanlar beni daha iyi anlayacaktır) ödüllendirildiğinde dönüşümü başladı. Bazılarının Henry’i günah keçisi gibi görmesi yanlış bana kalırsa. Çünkü o sadece konuşuyor ve vesvese veriyor. Aynı şekilde ressam Basil’le de sürekli muhabbet ediyorlar mesela ama o Dorian gibi bir değişime uğramıyor.

“Daha sonra Dorian ayağa fırladı, kapıya yürüdü. ‘Evet,’ diye haykırdı, ‘aşkımı öldürdün. Daha önce hayal gücümü harekete geçiriyordun. Artık merakımı bile çekemiyorsun. En küçük bir şekilde beni etkileyemiyorsun. Seni sevdim çünkü olağanüstüydün, çünkü yetenekli ve zekiydin, çünkü büyük şairlerin düşlerini gerçeğe dönüştürüyordun, sanatın gölgelerine biçim ve öz kazandırıyordun. Bütün bunları fırlatıp attın. Sığ ve aptal birisin. Aman Tanrım, seni sevmem ne delilik! Ne büyük bir aptallık ettim! Artık benim için bir hiçsin. Seni bir daha asla görmeyeceğim. Bir daha hiç düşünmeyeceğim. Adını ağzıma almayacağım. Bir zamanlar benim için ne anlama geldiğini bilmiyorsun. Evet ya, bir zamanlar… Ah, hatırlamak istemiyorum. Seni hiç görmemiş olmak isterdim! Hayatımdaki romantizmi yok ettin. Sanatına zarar verdiğini söylediğine göre aşktan pek anladığın yok! Sanatın olmadığı zaman sen nesin? Bir hiç. Benim sayemde ünlü olabilirdin, olağanüstü, muhteşem biri. Bütün dünya sana tapabilirdi, sense bana ait olurdun. Pekiyi şimdi nesin? Güzel yüzlü, üçüncü sınıf bir oyuncu.’”

Okurken Dorian’ın bir anda bir tiyatro oyuncusuna aşık olması garibime gitmişti benim başta. Sonra bu şekilde onu terk etmesi beni şaşırtmadı. Yirmili yaşlarımda okumuş olsam belki daha farklı duygular yaşardım ama artık ben de sanırım insanların bu değişik hallerine karşı duyarsızlaşıyorum gitgide.

Şimdi düşününce yine hayatın büyüleyiciliği karşısında nutkum tutuluyor. Attığınız her adım, aldığınız her karar tamamen bu zamana kadar yaşadıklarımızla ilintili ve onların sonucu. Okuduğumuz her kelimeye kendi hayatımızdan bir anlam katıyoruz.

Bu arada yine enfes bir alıntım var. Hani yukarıda da “Basil bendim.” diyor ya yazar, bakın kitapta da Basil aracılığıyla bize neler söylüyor. Sen nasıl bir yazarsın böyle Oscar Wilde?

“Bir sanatçı güzel şeyler yaratmalı ama o şeylere kendi hayatından hiçbir şey koymamalı. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, insanlara göre, sanat sanki bir çeşit özyaşamöyküsü olmak için var. Soyut güzellik anlayışımızı kaybettik. Yaşarsam dünyaya bunun ne olduğunu göstereceğim; bu yüzden de başka insanlar benim yaptığım Dorian Gray portresini asla göremeyecekler.”

Gerçekte yapabilsek, yazmazdık diyenler var mesela. Bu düşünceye katılmıyorum ben. İnsanlar sadece yapamadıklarını mı yazıyorlar yani? Ya da tam tersi yaşamadığı duyguyu yazamayacağını söyleyenler de var ve bence onlar da yanılıyor. Ama bunun gibi genellemelerden katıldıklarım da var tabii. Mutluyken fotoğraf çekilmek akla gelmez, bunlardan biri. Acaba birini resmederken de aynısı geçerli mi? Poz verirken gerçekten mutlu olmak mümkün mü? Herkese karşı gülümsemek, herkesten hoşlanıyormuş gibi yapmak ne kadar doğru?

“Arkadaşlık nedir, bilmezsin sen, Harry…” diye mırıldandı. “Hoş, düşmanlık nedir, onu da bilmezsin ya. Herkesten hoşlanırsın sen; bu da demektir ki herkese karşı ilgisizsindir.”

İlgisizlik deyince de aklıma hep Sagopa’nın efsane albümü Romantizma gelir. İlgisizlik Hastalığı’nda o karizmatik ses ne diyordu:

“Ah, ilgisizlik, sizin hastalığınız bu
Körsünüz, sağırsınız
Hepinizin propogandalarıyla gözünüzü boyadılar
Tanıdığınız herkese, evet, tanıdığınız herkese haber vermek için koşmalısınız
Çok geç olmadan koşun
Kendim için korkmuyorum
Ben artık bir şey yapamam
Ama siz, siz hâlâ bir seçim yapabilirsiniz
Sadece hayatta kalmakla yetinmeyin”

Bazen böyle hissedip gördüğüm herkese “Sadece hayatta kalmakla yetinmeyin!” diye bağırmak istiyorum. Sonra Dorian’ın kitaptaki yol ayrımına gelmişim gibi birden vazgeçiyorum. Çünkü insan hep kendi için en iyi olanı yapmaz.

“Katı yüreklilik! Katı yürekli mi davranmıştı? Kabahat kızdaydı, kendisinde değil. Onu düşlerinde büyük bir sanatkar olarak canlandırmış, üstün bir kadın saydığı için ona gönlünü vermişti. Derken, kız onu düş kırıklığına uğratmıştı. Yalınkat, değersiz biri olduğunu göstermişti.
Gene de ayaklarının dibinde yatmış, ufak bir çocuk gibi hıçkırışı gözünün önüne gelince, Dorian’ın içinde sonsuz bir pişmanlık uyandı. Kızı kılı kıpırdamadan seyrettiğini hatırladı. Niçin böyle yaratılmıştı o? Tanrı ona niye böyle bir ruh vermişti?”

Dorian’ın bu kendini sorgulamaları bana samimi gelmemişti ve ondan uzaklaşmaya başlamıştım. Buna karşın Lord Henry’nin etkileyici sözlerinin tesiri hiç azalmıyor. Şu cümlelere bakar mısınız?

“Ha, o zaman,” dedi Lord Henry, gitmek için ayağa kalkarken, “o zaman, sevgili Dorian, zafer kazanmak için savaşmak zorunda olacaksın. Şimdi sana kendi ayağıyla geliyor. Hayır, güzelliğini korumaya çalışmalısın. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, insanlar bilge olamayacak kadar çok okuyor, güzel olamayacak kadar çok düşünüyor. Seni esirgeyemeyiz. Artık giyinsen de kulübe gitsek iyi olur. Zaten geç kaldık.”

Ne zaman okursanız okuyun geç kaldığınız, keşke daha önce okusaydım dediğiniz kitaplar var mı? Bence yazar sizi bunu söyletmek için her şeyi yapmış. Yetmemiş günümüz kişisel kitaplarının bir özetini kısa bir paragrafla sunmuş:

“Henüz gençken gençliğinizin değerini bilin. Can sıkıcı insanları dinleyerek, çaresi olmayan aksaklıkları düzeltmeye çalışarak ya da çağımızın kendine hedef edindiği şeyler uğruna, yalancı ülküler uğruna hayatınızı cahil, sıradan, basit insanlar için feda ederek altın çağınızı heder etmeyin. Yaşayın! İçinizde gizlediğiniz olağanüstü güzel hayatı yaşayın! Hiçbir şeyi boşa harcamayın. Her zaman yeni duyumlar peşinde koşun. Hiçbir şeyden korkmayın.”

Bu kitabı hiç okumadan önce bile başka bir yerde okuyup atasözü gibi kullandığım şu cümleye burada rastlamam benim için güzel bir sürpriz oldu. Dolayısıyla onun son alıntım olmasını istiyorum:

“Bugünlerde insanlar her şeyin fiyatını çok iyi biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar.”

Aylar önce kitaba ilk başladığımda bu başlığı açıp okudukça alıntıları teker teker eklemiş ve arada kısa notlar almıştım. Ancak bir türlü bu yazıyı bitiremedim. Tıpkı bir hikâye yazıyormuş gibi ara ara bırakıp geri döndüm sürekli. Ama aldığım notları da bir türlü silemedim ve kesip kesip bir sonraki paragrafa attım ama yeri gelmedi bir türlü. Şimdi yazının sonuna geldim ama hâlâ silemedim. Şöyle bir cümle yazmışım daha bu başlığı ilk açtığım zaman: Ciddi olduğumuzda daha çok rol yapıyoruz aslında. Genelde böyle cümleleri aklımda çok daha fazlası varken unutmamak için hızlıca yazarım ve günler sonra okuduğumda kafamda bir şeyler canlanır. Geçmişten bir anım ya da kitabı okurken dikkatimi geçen başka bir şey olur genelde.

Garip bir şekilde bu satırları yazarken belki hatırlarım diye bir deneme yapıyorum şu an ama yok, maalesef yine bir fikrim yok. Belki de sadece ciddi olduğumuzda daha çok rol yapıyoruz diyecektim ve daha fazlası yoktu.

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli