Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Kırmızı Saçlı Kadın, Tehlikeli Bir İş, Dönerli Sandviç ve Bazan

Bu benim okuduğum ikinci Orhan Pamuk kitabıydı. İlkini de hiç unutmam: Yeni Hayat. Hani “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlayan meşhur kitabı var ya, o. Maalesef unutamama sebebim beğenmemden dolayı değil, yaşadığım hayal kırıklığı yüzünden. Çünkü o cümleden sonra çok daha güzel bir kitap beklemiştim. Zaten okuyalı on yıldan fazla olmuştu. Bunca zaman elime bir başka Orhan Pamuk kitabı bile almamıştım. Ona rağmen Benim Adım Kırmızı’yı, Kara Kitap’ı ve Veba Gecelere’ni hâlâ merak ediyorum. Bir gün denk gelirsem okurum diye düşünüyorum. Nasıl denk gelebilirim gerçi onu biraz zaman gösterecek ama Kırmızı Saçlı Kadın’la kesişti işte yollarımız.

Bir kitapta efsaneler ve mitlerden ne kadar beslenebilir ve bunu ne kadar iyi yapabilirsiniz? Bunlar merak ettiğiniz sorularsa eğer bu kitabı mutlaka okumalısınız. Ben aslında bu tarz kitabın sonu hakkında büyük ipuçları veren şeyleri önceden okumayı sevmiyorum. Ama bu kitabın özel bir yanı daha var. Yazarımız kısa hikâye yazamadığından şikayetçiymiş ve bu kitabı o yönde bir adım olarak görerek yazmış. Daha doğrusu kısa hikâye değil ama kısa roman olarak düşünmüş. 204 sayfa sürüyor zaten ve bence okunması oldukça kolay. Normalde böyle şeyler yazmam hiç ama yazarın kitapları hakkında duyduğum ilk eleştiri çok zor okunabildiği olduğu için belirtmek istedim.

Gelelim not aldığım alıntılara yoksa yazı kolay kolay bitmeyecek. Okuyalı da neredeyse iki ay olduğu için aslında çok net hatırlamıyorum kitaptaki her ayrıntıyı ama malum o kadar yoğundum ki bu süreçte, her hafta bir şekilde yazabilmemi bile büyük bir başarı olarak görüyorum. Biraz abartıyor olabilirim ama şu an böyle düşünüyorum. Bu düşüncelerim ne kadar önemli ondan da emin değilim ama yazıyorum işte. Bana fikirlerim sorulduğunda da öyle üzerine uzun uzun düşünmem, aklımdan ne geçiyorsa hemen söylerim. Bunu değer vermemek ya da önemsememek gibi görmüyorum ama yanlış anlaşılmasın. Hatta bunun samimiyetimin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Ama hayatta en tahammül edemediğim şeylerden biri özellikle bir konu hakkında ne düşündüğümün sorulması ve ondan sonra da söylediğimin tam tersinin yapılmasıdır. Bunu da şu paragrafı okuduktan sonra fark ettim:

“Babam siyasi sır tutma alışkanlığından, yaptığı önemli şeylere beni katmaz, fikrimi almazdı. Mahmut Usta ise kuyuyu nerede kazacağına karar verirken önce düşüncelerini benimle paylaştı. Burasının zor arazi olduğunu anlattı. Bu çok hoşuma gitti, onu sevdim. Ama sonra içine döndü ve kararı bana hiç sormadan, açıklamadan verdi. Üzerimdeki gücünü, ilk böyle hissettim.

Burada anlatılan tam olarak benim hissettiğim şey değil, kabul ediyorum ama ben zaten buradaki gibi üzerimde bir güç hissetmem bu durumdan sonra. Bu arada ismi geçen Mahmut Usta bir kuyucu ve romanın kahramanı Cem de üniversiteye hazırlandığı yıllarda yazın dershane parasını çıkartmak için onun yanında çırak olarak çalışıyor. Babasıyla olan sorunlu geçmişi yüzünden de onunla aralarında farklı bir bağ oluşuyor ve ondan şu öğüdü alıyor sık sık:

“Kuyucu çırağının akılsızı aşağıdakini sakat bırakır; dikkatsizi öldürür.”

Ne kadar tehlikeli bir iş, değil mi? Madencilik gibi bir şey. İnsanlar sürekli yapay zekanın mesleklerimizi elimizden alacağından korku duyuyor ama ben özellikle bu tarz tehlikeli işleri robotlara bir an evvel devredeceğimiz günleri bekliyorum. Umarım bunu yazdığım için tepki almam ama ben bu saatten sonra teknolojik gelişmelerden çok teknolojinin yeterince ilerlememesinden korkuyorum.

“Bana kızmasın diye anlattığı her şeye inanmalı mıydım?”

Bu soru da bana çok anlamlı gelmişti. Görüşlerine çok uymayan ustasıyla hemen hemen her muhabbetlerinde bu çıkmaza düşüyor Cem. Unutmadan Cem aynı zamanda küçükken yazar olmak istiyor. Sonrasında bunun üzerinde pek durulmuyor kitapta ve merak etmeyin bu kitabı yazan Cem değil. Başka bir üst kurmacayla orada ters köşe yapıyor yazar ama çok fazla klişe var bu kitapta. Yine de ben şu cümleleri okurken kendimi gördüğüm için beğendim diyebilirim:

“Dönüş yolunda mezarlığın yokuşunu çıkarken yıldızların hepsinin kafamdaki bir düşünce, bir an, bir bilgi, bir hatıra gibi olduğunu hissettim. İnsan hepsini aynı anda düşünemiyor ama görebiliyordu. Aklımdaki kelimelerin, aklımdaki hayallere yetişememesi gibi bir şeydi bu. Kelimeler duygularıma yetişemiyor ve yetersiz kalıyorlardı.
Demek ki duygular, şu karşımdaki ışıl ışıl parıltılı gök gibi aslında birer resimdiler. Bütün âlemi hissediyordum da sanki onu düşünmem daha zordu. Bu yüzden yazar olmak istiyordum. Yazarken düşünecek, kendi kendime ifade edemediğim resimleri ve duyguları yazıya dökecek, üstelik bu işi kitabevine gelen Deniz ağabeyin arkadaşlarından çok daha iyi yapacaktım.”

Daha az önce Cem’in yazar olma hayalinin üzerinde pek durulmuyor demiştim ama hemen bir sonraki alıntımda yazarın bundan bahsettiğini gördüm. Zaten bu kitapta bana bilmediğim için garip gelen başka şeyler de vardı. Mesela dönerli sandviç diye bir şey geçiyordu birkaç kere ve ben daha önce hiç böyle bir şey duymadığım için bunu yazarın uydurması sanmıştım ve haliyle yadırgamıştım. Sık sık kullandığı bazan kelimesi gibi bir şey herhalde demiştim ama İstanbul’un bazı bölgelerinde bir dönem gerçekten dönerli sandviç tanımı kullanılıyormuş.

“Sophokles’ten yüz elli yıl sonra Theophrastus Taşlar Hakkında diye bir kitap yazmış, mineraller üzerine dediklerine binlerce yıl inanılmıştı. Yaratıcı bir yazar olamamıştım, ama hiç olmazsa böyle herkesin inanacağı bir kitap yazabilmek isterdim!”

Cem yaşadığı büyük travmaya rağmen çok başarılı bir adam oluyor. Burada o travmadan bahsetmeyeceğim ama sonradan öğreniyoruz ki Mahmut Usta da çok iyi bir kuyucu olmuş. Daha doğru ifade etmek gerekirse zaten hep çok iyi bir kuyucuydu ama Cem’den sonra neredeyse efsanevi bir hüviyet kazanmış. Oysa kendisi Cem’e hiçbir zaman tam olarak güvenmemişti. Halbuki onun mottosu şuydu:

“Çırağına güvenemezsen kuyucu olamazsın”

Burada bir çelişki var mı çok emin değilim. Çünkü belki de güvenmişti ve güveni kırıldı. Bunlar farklı şeyler sonuçta. Zaten bu kitap her okuyanın farklı şeylere takılabileceği olayların çok iç içe girdiği bir olay örgüsüne sahip. Okuyanlar biraz fazla zorlama bulabilir birçok şeyi ama her şeye rağmen ben başarılı buldum.

“Mahmut Usta’ya göre usta-çırak ilişkisinin sırrı, baba-oğul ilişkisine benzemesiydi. Her usta, bir baba gibi çırağını sevmek, korumak ve eğitmekle yükümlüydü. Çünkü işi sonra çırağına miras kalacaktı. Bunun karşılığında çırağın görevi de ustasının işini öğrenmek, onu dinlemek ve ona itaat etmekti. Usta ile çırak arasına sevgisizlik ve isyankârlık girerse, tıpkı bir baba oğula olacağı gibi ikisi de biter, iş de yarıda kalırdı.”

Kimileri sayfalar süren kuyu kazma bölümlerinden sıkılmış. Tam tersi bazıları da en çok oraları beğenmiş. Beni oralar pek rahatsız etmedi ama son kısım ve kırmızı saçlı kadın bölümü bana çok zorlama geldi. Özellikle kitabın yazılma hikâyesi benim aklıma pek yatmadı diyebilirim. Dolayısıyla bütün inandırıcılık yok olup gitmişti. Ama burada yazarımızı kötülemiyorum kesinlikle, ben zaten her zaman kitap hakkında yazmaya çalışıyorum sadece. Yoksa yaptığım kitapta geçen o korkunç söze benzeme tehlikesi taşıyabilir diye bundan kaçınıyorum.

“Bu çelişkili ruh hali bana babamın dikkatimi çektiği, yetenekli ve eleştirel sanatçı ve şairler için devlet büyükleri tarafından sık sık tekrarlanan korkunç bir sözü hatırlattı:
‘Şairi önce asacaksın, sonra darağacının altında ağlayacaksın.’”

Ben mitolojik hikâyeleri pek sevmem aslında. Yani özellikle okumam. Zaten her yerde çıkıyor karşımıza nasılsa diye düşünüyorum. Bunun gibi sürekli anlatılagelen, referans verilen bilgilerden de gına geliyor bana bazen. Maslow’un piramidi mesela ya da teorisi mi demeliyim bilemiyorum. Sonra Freud, rüyalar ve hatta astroloji. Çok ilginç ve yeni şeyler duymadıkça bunlardan çok sıkılıyorum. Ama Rüstem’in hikâyesini bu kitaba kadar hiç bilmiyordum. Belki de bu sayede yazarın defalarca aynı şeylere gönderme yapmasından rahatsız olmadım ben. Ayrıca şu bakış açısı dikkatimi çekti:

“Akılları başlarında olmadığı için babasını öldüren Oidipus ile oğlunu öldüren Rüstem’e masum diyebilir miydik? Kadim Yunan seyircileri Sophokles’in Oidipus’unu izlerken tıpkı yıllar önce Mahmut Usta’nın bana dediği gibi, Oidipus’un günahının babasını öldürmek değil, Allah’ın onun için biçtiği kaderden kaçmaya çalışmak olduğunu düşünüyorlardı. Aynı şekilde Rüstem’in günahı da oğlunu öldürmek değil, bir gecelik sevişmeden bir oğul sahibi olmak ve bu oğula babalık edememekti.”

Bu son alıntımdı. Normalde bu satırlara gelene kadar uzun bir giriş yazmış olurum. Aralarda da altını çizdiğim kelimeler kendiliğinden çıkar ortaya ya da gözüme takılır. Onların da bazılarını başlığa eklerim ve yazı biter. Ama bu kitap için hâlâ bir giriş yazamadım, başlığa da yazabileceğim pek bir kelime çıkmadı sanki. Demek ki kitabı bitirdikten sonra üzerinden bu kadar zaman geçmesine izin vermeden az da olsa yazmam gerekiyormuş. En azından bu konuda ikna oldum diyebilirim. Ya da belki de bazan böyle yazmak gerekiyordur.
6

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli