Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Yokuşa Akan Sular, Yazamama Korkusu ve Taksitle Yaşamak

Ne zaman yeni bir konu hakkında bir şeyler yazmaya kalksam, arka planda aklıma gelip duruyor sürekli ve beni rahatsız ediyor bu iç ses. Şöyle diyorum kendi kendime:

“Bak o kitabı bitirdin ama tek satır bile yazamadın. Yakında aklında yazacak hiçbir şey kalmayacak!” 

Sonra duymazdan geliyorum bu sesi ve okuduğum her kitap hakkında bir yazı yazma zorunluluğum yok ki diye teselli ediyorum kendimi. Zaten haftada bir olan yazma hedefimi ikiye katlamayı başardım bu aralar. Kendime resmen haksızlık ediyorum. Böyle boş düşüncelerle sınırları zorlarsam bir gün hiç yazamayacağım. 

İki zıt görüş, nasıl aynı sonuca ulaşıyor? Bu ne biçim bir korkudur böyle? Peki benim bu yazamama korkumu yazarak anlatmaya çalışmama ne demeli? Hiç öyle ilk defa bunlardan bahseden birini görmüş gibi yabancı gözlerle okumayın bu satırları. Yazan her insan yaşamıştır bence bunları. Ya da en azından benim gibi bazıları.

Sonuç olarak kitabın adını başlığa yazdım ve başladım yazmaya. En azından buraya kadar geldim. Okuduğum her kitap hakkında mutlaka bir yazı yazmıyorum elbette. Kendimce kısa hikâye yazmaya çalıştığım için önce kendi edebiyatımızdan beslenmem gerektiğini duyduğumdan beri bu tavsiyeye uymaya çalışıyorum. Zaten bunda çok geç kaldım ve öncelikle bir temel oluşturmak için bulabildiğim bütün Sait Faik kitaplarını okumak istiyorum. Sonra tarzını çok sevdiğim Rasim Özdenören ve okudukça alışıp artık çok rahat okuyabildiğim Mustafa Kutlu’nun tüm kitaplarını okumayı amaçlıyorum. Ve tabii ki üzerine bir şeyler yazmak. 

Ama işte bu kitabın hikâyesi biraz değişik. Yokuşa Akan Sular, Jack London’ın işçileri, köylüleri anlattığı kitaplar gibi gelmişti bana okurken. Şimdi baktım 87 sayfaymış, başladığınız gibi bitiveriyor. Bir de ben bu aralar keşfettiğim yeni bir yöntemle okuyorum bu kitapları artık. Alır almaz hiç arka kapağa bakmadan, hakkında yazılanları okumadan ilk sayfadan başlıyorum birkaç sayfayı okumaya ve kapatıyorum sonra. Başlamak bitirmenin yarısıdır sözüne kandığım için yapmıyorum bunu. Başladığım işi bitirme takıntım yüzünden yapıyorum. Yıllarca sıkıntısını çektim, artık lehime kullanmanın vakti diye düşünüyorum. Çünkü o yarım kalmışlık rahatsız ediyor beni, böylece ilk fırsatta kaldığım yerden devam ediyorum. Önceden olsa başlayacağım diye biriken kitap yığınlarının arasında yerini alırdı bu kitapların çoğu. Sizin de varsa böyle bir probleminiz, bu yöntemi bir deneyin derim.

Yazacak bir şeyim olmayınca ne kadar çok yazıyorum! Hayat bazen böyle ironilerle dolu gibi hissediyorum. Karşıma bu kadar çok çıkınca her yerde varlar sanıyorum. Baksanıza kitabımızın adı bile ironik, hiç yokuşa sular akar mı? Yokuş derken yokuştan yukarı yani. Yanlış yazmayayım diye baktım, yokuşun ilk anlamı buymuş zaten: Yükselerek giden yol. İniş yerine kullanılması ikinci anlamıymış. Ben onu da tam tersi sanıyordum. 

Kitabın adı okudukça daha bir anlam kazanıyor. Okurken görüyorsunuz olmazların olduğunu, yokuşa akan suları, akıp kaybolan hayatları. Beraberinde gelen o korkuyu, çatışmayı ve belirsizliğin verdiği güvensizliği. Sırf köyden kente göçü bile anlatsaydı yazar, yine okuturdu kendisini ama gelin görün ki bu sadece başlangıç.

“Bu binalar neden bu kadar yüksek? Bu arabalar ne kadar çok. Bu insanların ne kadar acelesi var.”

Göçmekle iş bitmiyor, asıl iş bundan sonrası. Zaten bizde ne yapılsa bu kalıp vardır ya, hep duyarsınız çocukluğunuzdan beri. İyi bir lise kazanmanız için zorlarlar sizi, çalışır kazanırsınız ama asıl önemli olan üniversite derler, şimdi daha çok çalışman lazım. Üniversitede asıl önemli olanın iş bulmak olduğunu söylerler. İş bulmak için askerliği önünüze sürerler ve terhis olunca bilin bakalım ne diyecekler: Asıl askerlik bundan sonra başlıyor. Daha fazla uzatmanın manası yok, asıl hikâyemiz de bu göçten sonra başlıyor kitapta. 

Hikâyemizin kahramanı, 17 yaşında köyden şehre çalışmak için gelen Cevher Bican. Sudan çıkmış balık gibi kalıyor başta, gördüklerine, dayatılanlara inanamıyor. Ama yapacak bir şey yok, burada hayat böyle. Bir şekilde hayatta kalmak, yaşama tutunmak zorunda.

“Yorgunluktan kemiklerin sızlayacak, aldırma. Taksitle al evini, taksitle döşe, taksitle yaşa. Seni de başkaları yaşatıyor, inan buna.”

Hemen hemen her gün mesaj geliyor bana, krediniz hazır diye. Sanki hayatımda kredi kullanmışım gibi. Zaten günümüzde insanlara tek krediyi bankalar veriyor ne yazık ki. Kimse kimsenin umurunda değil. Yeri gelince anlatırım eşe dosta, çünkü bir örneğine daha rastlamadım sonradan. Siz de buraya kadar okudunuz yabancı sayılmazsınız artık, benim babam tek maaşıyla annemin iki bileziğini bozdurup İstanbul’da ev almıştı zamanında. Sene 1997 falan. Nasıl yapmış peki bunu? 

Bir gün ev sahibine kızıp yıllardır oturduğu daireden taşınma kararı almış ve bir A4 kağıdı önlü arkalı doldurmuş. Hısım akraba kim varsa borç alabildiği, yazmış herkesi. Hepsiyle de anlaşmış, kimine aydan aya, kimine 1–2 sene içinde diye borçlanmış. Tabii bunlar hep Dolar, altın ya da Mark var o zamanlar, onlar üzerinden olunca borcu verenler de biliyor zarar etmeyeceğini. Sonra yıllarca o borçları ödedik durduk. Ama buna rağmen bugün böyle bir şeyin olabileceğine insan inanamıyor. En yakın arkadaşlar birbirine borç veremiyor, sabit maaşlı çalışanlar kredi kartları yüzünden hep bir ay geriden geliyor. Ne zaman sorarsan sor, kimsede para yok. Ama bir tosuncuk çıkıyor ya da başka bir üçkağıtçı, onlara dünya kadar para kaptıranlar yine bu ülkede, aramızda yaşıyorlar. 

“Aslımızı yitirmezsek iyidir.”
“İyidir ya, mümkün mü?”

Mümkün mü değil mi bilmiyorum ama her şey bu kadar değişirken ve bu değişimin hızı uyum sağlanamayacak kadar yüksekken, bunun aslı neydi, nasıl bir şeydi diye düşünüp hatırlayamayacak konuma gelmedik mi artık? Bunu yazarımız da düşünüyor sanırım ve tek cümleyle özetliyor benim anlatmak istediğim şeyi:

“Hiçbir şeyin asıl rengi belli değildi.”

Bütün bu belirsizliklerden, zorluklardan ve karışıklıklardan sonra tabii ki kitabımız mutlu bir sonla bitmiyor. Son gittiğim kursta hocamız, kurmacanın hayatın içinden olduğu kadar sıra dışı da olması gerekir, demişti bana. Ama ben sıradan olayların sıra dışı şekilde anlatılmasını daha çok seviyorum. O yüzden aşırılıklar çok hoşuma gitmiyor, özellikle yazarken. Ama belki de bir hikâye için bu olağanüstü olaylar, çarpıcı sonlar gereklidir. Ben sadeliklerden hoşlanıyorum. Balkonda, saksıda çiçekleri görünce mutlu oluyorum. Okurken sağlıklı bir şeyler yiyebilmek için hazır çorba yapan bir arkadaşım vardı benim mesela. İnsan bir şeyin aslını hiç bilmeyince, görmeyince böyle oluyor işte.

“Artık balkonda, saksıda görüyoruz çiçekleri.”

Gelecek hafta Tirende Bir Keman’la Mustafa Kutlu ile olan yolculuğumuza devam etmeyi düşünüyorum. Belki onunla ilgili yazarken kitaptan daha fazla bahsedebilirim. Bugün böyle oldu, kusura bakmayın. Kitabı okuyanlar varsa yorumlarıyla katkı sağlarsa belki o zaman daha dolu bir içerik olur diyerek bitiriyorum.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 


5

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli