Mavi Kuş, Gevezelik Çukuru, Bir Çocukluk Anısı ve Okuma Alışkanlığı
Mavi kuş deyince aklıma 4–5 yaşlarındayken hayal meyal hatırladığım, evimizdeki mavi renkli muhabbet kuşu gelmişti. Mavi rengini bu kadar sevmemim altında yatan nedenlerinden biri oydu belki de. Temizlik hastası annem bazen kuşu bile yıkardı. Kafesiyle birlikte kuruması için balkona çıkarırdık o zaman ve ben de başında beklerdim. Nasıl oldu şimdi hiç hatırlamıyorum ama kafesin kapağı açıldı ve kuş bir anda dışarı çıkıp havalanmaya başladı. Gözümün önünde uçarak uzaklaştı ve tabii ki bir daha geri gelmedi. Çok üzülmüştüm o zaman ama muhtemelen hepimizin çocukluğunda yaşadığı benzer bir hikaye vardır bunun gibi. Kitabı bulma hikayem uzun diye yazmayayım dedim ama bir çocukluk anısını uzun uzun anlattım. Yazarın tabiriyle gevezelik çukuruna düştüm.
“Ne kadar da gevezelik çukuruna düşmeden şu kasaba meydanını çepeçevre kuşatan binaları, dükkânları, insanları sayalım-söyleyelim dediysek de lafı uzattık. ‘Uzat arkadaş, sen bu mekânda bir serüven, bir facia, tadından yenmez bir macera anlatacak değil misin, o zaman iyicene döktür, lafın belini kır, biz burda oturmuş kuzu kuzu dinliyoruz’ derseniz, bu olmaz işte.”
Bu satırları okuyunca bu kitabın farklı bir kitap olduğunu anladım. Kitabın karakterleri bazen okurla konuşur, bazen de anlatıcı konuşur ama bu artık konuşmaktan fazlasıydı. Sanki oturmuş yazarla sohbet ediyorduk. Sinemada dördüncü duvarı yıkmak diye bir teknik vardır ki ben hiç sevmem. Yönetmenin filmi bırakıp sizle konuşması beni filmden soğutur. Ama bunun benzeri kitaplarda olunca hiç rahatsız olmam nedense. Burada bir çifte standart var mı bilmiyorum ama okurken gerçekten hiç sorun değil bu benim için. Hikayeyi doğrudan okumak değil de hikaye anlatıcısından dinliyormuş gibi olmak güzel bir his bile olabilir. Hatta bunun bizde bir adı vardı neydi diye ben bunları düşünürken şu soruyu okuyunca bu kitapla aramda bir bağ oluştu diyebilirim:
“Yahu ben meddah mıyım? Ara sıra omzumdaki havlu ile alnımın terini silip ‘Ey yârenler, nerde kalmıştık bakalım’ diye mevzuyu çekip uzattıktan, tadını kaçırdıktan sonra toparlamaya çalışacak. Hayır, hayır!.. Bu, hikâye ile roman arasında bir kitap.”
211 sayfalık bu kitapta hikaye edilen bir kuş değil, hatta isme ilham veren kuş da mavi değil. Zaten mavi bir renkten daha fazlasıdır, mavi çikolata derken ben de bunu demek istemiştim zamanında. Siz nasıl yani diye düşünmeden ben Mavi Kuş’un üzerinde beyaz bir kuşun çizili olduğu mavi bir minibüs olduğunu söyleyeyim. Elbette bu sadece bir taşıt değil, çok daha fazlası. Tıpkı insanın sadece bir beden olmadığı gibi.
“Ama insan sadece kaştan, gözden, gövdeden mi ibaret? Ayna dediğin, taşı toprağı, evi sokağı da gösteriyor. Mühim olan bu vücudun içini görebilmek. Kalbin aynasında ne var, ona ulaşabilmek.”
Çok fazla karakter var kitapta ve neredeyse hepsinin hikayesini öğreniyoruz birer birer. Bir minibüsle trene yetişmek için yola çıkmalarından başka ne ortak yönleri var acaba diye düşünürken anlıyoruz, hani hiç konuşmadan anlaşabildiğimiz insanlar olur ya, bu karakterler de sanki onların arasına katılıyor yavaştan.
“Ama acılar bazen böyle insanların yollarını kesiştirir. Onlar konuşmasalar bile birbirlerini teskin edebilir, birbirlerine dayanırlar.”
Yollarımız sürekli birileriyle kesişiyor ama bir yandan da yeni yollara düşüyoruz durmadan. Yaşamak böyle bitmez tükenmez bir yolculuk gibi geliyor bana bazen. Yine de ne zaman daralsam tebdili mekanda ferahlık vardır diyerek kalkıp biraz uzaklaştığımda aslında hiçbir şey değişmiyor. Yolculuktan usanıp yola çıkılır mı? Saçma gibi görünüyor ama çıkılıyor işte ve bence hayatta her zaman işe yarayan tek yolculuk türü bu.
“Şimdi artık bu mekânı terk etmeli. Ölümün gölgesinden bir an önce uzaklaşmalı. Mümkün mü bu? Evet, mümkün!.. Nasıl? Unutarak! Unutarak mı? Elbette!.. Unutmak olmazsa insanoğlu nasıl yaşardı bunca acı ortasında. Ya hatırlamak!.. Evet, o da var. Ömür böyle geçiyor işte; kâh unutup kâh hatırlayarak.”
Bu arada kitaptan biraz uzaklaşıp yine kendi maceralarımdan bahsedeyim biraz. Sık sık karşılaşıyorum, bazı kitaplarda öyle tasvirlerle o kadar güzel yemekler anlatılıyor ki okurken insanın karnı acıkıyor. Ben de bir şey okurken yemek yemeyi pek sevmem. En fazla çay, kahve içebilirim ama onu da çok tercih etmiyorum. Meyve sebzeyle zaten aram yoktur. Doğma büyüme İstanbullu olunca şehir sizi bu hale getiriyor maalesef.
Ama hiç unutmadığım bir anım var: Çocukken köye gitmiştik, Zonguldak’a. Babaannem zorla salatalık vermişti elime, yiyeyim diye de başımda duruyor. Ben de bırak öyle yemeyi, daha o zamana kadar hiç öyle salatalık yiyen birini bile görmemiştim. Salatalık dediğin küçük küçük kesilip büyükçe bir tabağa koyulur ve masanın tam ortasına yerleştirilirdi. Ben de en son kalan suya ekmek banardım sadece. Yine de babaannemi kırmak istemiyordum. Büyük bir önyargıyla önce koklamıştım biraz sanki salatalığın bir kokusu varmış gibi. İlk şaşkınlığım onun o taze ve yoğun kokusuydu. İlk defa bir salatalığın kokusunu almıştım. Sonra birazcık ucundan ısırınca çok beğenmiştim. O gün akşama kadar herhalde bir kiloya yakın salatalık yemişimdir. Kitapta Deli Kenan’ın arada bir salatalık yemesi beni o günlere götürdü. Hele şu cümleleri okuyunca gülmekten kendimi alamadım:
“Kenan hâlâ salatalık yemektedir. Diyeceksiniz ki, bu ne bitmez salatalık. Evet, doğru. Demek ki, birini bitirip ötekine başlıyor.”
Deli Kenan deyip de neden ona öyle dendiğinden bahsetmezsek olmaz. Bahsetmeye kalkarsam da bunu yazarımız kadar iyi yapamam. Kısaca en yakın arkadaşı Bilal’in kardeşine gönlünü kaptırması yetmiyormuş gibi bir de karşılık alamayınca bizim Kenan oluyor sana Deli Kenan.
“Kapatıyor kapılarını. Bilal ile birlikte askerden dönerken getirdikleri Mavi Kuş’a veriyor meylini. Bir süre sonra da zaten ne kapı kalıyor, ne baca. Yine de Kenan her bahar çiçeklenmiş bir badem ağacı gördüğünde, yolda iken aynı dala tünemiş iki üveyiğe rastladığında, bazen arabayı durdurup, yolcuların homurdanarak ‘Yine ne gördü de durdu bu deli’ demelerine aldırmayarak bunlara bir süre dalıp gider. Kalbindeki o bir avuç küle üfürür. Ne bir ışık belirir, ne bir kıvılcım çakar. Havaya savrulan küller ağır ağır yere iner, yine öyle yığılıp kalır. Hani bazı dinlerde ölülerin cesetlerini yakıyorlar, küllerini saklıyorlar. Onun gibi bir şey.”
Sizi bilmiyorum ama ben bazen denk geliyorum böyle donup kalan, dalıp giden insanlara. Kim bilir neler düşünüyorlar diyorum içimden. Sonra uykusuz olduklarını, gece geç saatlere kadar film ya da dizi seyrettiklerini öğreniyorum. Moralim bozuluyor. O yüzden sormuyorum artık kimseye kolay kolay, neyin var diye. Sonunu kestiremeyince muhabbetin, kötü oluyor. Bu kitabın sonu da çok acayip bitiyor. Hiç böyle bir son tahmin etmemiştim. Yazıyı bitirmeden kitap hakkında ne söylemişler diye bakayım dedim.
Yazarın zaten ressamlığından daha önce bahsetmiştim diye hatırlıyorum. Bu kitabın kapağındaki resim Mustafa Kutlu’nun elinden çıkmış ve bence çok güzel olmuş. Ayrıca bu eser tiyatroya uyarlanmış ama şu an gösterimde değil maalesef. En azından ben bulamadım. Onun da çok güzel olduğu belli.
Sonuç olarak bu kitap iyi ki okumuşum dediğim ve Mustafa Kutlu’yu soranlara önerebileceğim bir kitap oldu. Ben de zaten gelen bir yorum vesilesiyle geçen hafta okuyabildim bu kitabı. Yoksa kim bilir ne zaman denk gelecektik. Böyle sayfalarca yazıyorum ama gelen bir cümlelik yorum benim yazdıklarımdan daha çok şey anlatıyor ya bazen, çok mutlu oluyorum. Kitapların birini bitirip ötekine başlayasım geliyor.
İtiraf ediyorum, kendime her hafta bir yazı yayınlama hedefi koyduğumda her hafta bir kitap bitiremiyordum. Ayda ortalama üç kitap okuyabiliyordum en fazla ama bir şekilde gerekirse hikayeler yazarak her hafta yazmaya devam ettim ve şimdi okuduğum kitapların yazılarını yetiştiremiyorum. Haftada üç kitabın bittiği oluyor ve bazıları hakkında hiç yazmıyorum bile. Biraz dizi seyretmeye ara verdim onun da etkisi olabilir, tabii yaz mevsimi de etkili, günlerin uzun olması da. Yıllık izinlerimi bu dönemde kullanmış olmak, bayram tatilleri vs ama yine de iki sene önce deselerdi böyle okuyabileceksin diye, inanamazdım. Kitap okuma alışkanlığı edinmek isteyip de bunu başaramayanlar için yazmak istedim bunları. Hayatınızda her hafta bir şeye düzenli olarak zaman ayırmak yapmak istediğiniz değişikliklerin birçoğunu gerçekleştirmenizi tek başına sağlayabiliyor.
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
3
Ana sayfada dolanırken denk geldim, çok mutlu oldum hemen okumanıza. Ben okuyalı olmuştu baya ama çok güzel hatırladım sayenizde. Elinize sağlık, yine çok güzel.
1