Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Mahşerin Üç Atlısı, Usulsüz Emir, Gerçek İdealist ve Hakiki Gerçekçi

İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları kitabında geçen hikâyelerden biri Mahşerin Üç Atlısı. Ben Akın Altan’ın sesinden dinledim, yaklaşık 40 dakika sürüyordu. Normalde 20 sayfalık bir hikâye. Demek ki bir sayfa düzgün bir şekilde sesli okunursa iki dakika sürer tezi doğruymuş. Bir de bir sayfalık senaryonun filmde bir dakikaya denk geldiğini duymuştum bir yerden. Muhtemelen o da doğrudur. Çok beğendiğim için bu hafta onun hakkında yazayım istedim.

Çok beğendiğim derken, bunun bir nedeni de bir türlü tam olarak anlayamamamdı olayları. Tam üç kere dinlemek zorunda kaldım ve ikisi trafikte olduğu için sanırım bir türlü kendimi veremedim. Yine de bölük pörçük anladım bir şeyler ve notlar aldım üzerine. Kafam o kadar meşgul ki bu aralar, adeta bir emir almışım da yazmak zorundaymışım gibi de hissettiğim için yaptım bunu aslında. Çünkü askerlik yapanlar bilir:

“Bir emre, tutarsız da olsa, karşı çıkılamaz.”

Aslında böyle değildir tam olarak. Usulsüz emir diye bir şey vardı yanlış hatırlamıyorsam. Ama tabii burada anlatılmak istenen o değil. Zaten usulsüz emri alan her insan da doğru bir şekilde itiraz edemez. Hatta kimisi günah benden gitti düşüncesiyle böyle bir emri aldığı için sevinir. Çok severiz zaten böyle küçük hesapları, sorumluluğu üzerimizden atmayı. Hikâyenin konusu da kısaca bir şairin idam emri ve bu emrin yetkililere ulaştırılması diyebilirim. Neden mi?

“Hayalleri küçük görmezdi, yalnızca nefret ederdi onlardan. Bir şair ya da yalvacın bir ordu kadar tehlikeli olabileceğini çok iyi bilirdi.”

İşte idam emrini veren zihniyetin düşüncesi bu şekilde. Maalesef hayallerden nefret edenlere bu kadar yabancı değilim ben de. Bu yüzden insanlar hayallerini anlatmaktan korkuyor zaten. Bir süre sonra da hiç hayal bile kurmamaya başlıyorsunuz. Gerçi ben de eskiden hayal kırıklığı yaşamaktansa hiç hayal kurmamak daha iyi zannediyordum ama gördüm ki bu büyük bir yanılgı.

“‘Bak sen şu işe,’ diye bağırdı majesteleri, ‘Weimar’a kafa tutacak olsa Goethe’yi bile asardın sen!’”

Gerçek kavramının sürekli tartışıldığı ve gerçeğin ne olduğu, hatta gerçek diye bir şeyin olup olmadığı sohbetlere denk geliyorum bazen. Aynı şekilde sanatın ne olduğuyla ilgili benzer konuşmalara şahit oluyorum. Şimdi bu hikâyede karşıma çıkınca bunu da not alma ihtiyacı duydum. Gerçek idealist ve hakiki gerçekçi ne demek acaba diye düşündürdü beni bu paragraf:

“Çünkü gerçek idealist ile hakiki gerçekçinin ortak yanı eylem aşkıdır. Pratik politikacı ise her türlü eyleme karşı pratik itirazlar getirerek başarı elde eder. İdealistin yaptığı pratik olmayabilir, eylem adamı da yaptıklarıyla ahlaki değerleri hiçe sayabilir; ama bu iki durumda da hiçbir şey yapmadan ün salmak mümkün değildir.”

Peki en büyük gerçek nedir şu hayatta? Benim bu hikâyede hoşuma giden şeylerden biri de bu gerçekleri olabildiğince yalın bir şekilde yüzünüze vurmasıydı. Üstelik bunu farklı karakterlerin bakış açılarıyla yapmıştı yazar ve bu görece basit gibi görünen olay örgüsünü çok başarılı bir şekilde etkileyici hale getirmişti.

“‘Majesteleri,’ dedi mareşal, ‘onun için yasa boğulsalar da ölmüş olurdu: Onu tanrılaştırsalar da ölmüş olurdu. Amacı her ne idiyse artık ulaşamazdı amacına. Her ne yapıyordu ise artık yapamazdı. Ölüm, bütün gerçeklerden daha gerçektir ve ben gerçeklere bayılırım.’”

Bu son cümlenin doğruluğu tartışılmaz ama işte cümlelerin anlamından çok nerede geçtiği, ondan önce ve sonra gelen cümleler daha önemli gibi hissettim ben. Çünkü hikâyenin en güzel cümlesi, dünyanın yapılan eylemle değişeceğini ifade eden o cümleden sonra bakın ne geliyor:

“‘Bu dünya lafla, suçlamalarda bulunarak ya da övgüler düzerek değil, yapılan eylemle değişir,’ dedi Grock. ‘Eylem geri dönülmemecesine değiştirir dünyayı. Şu anda da yapılması gereken eylem, bir adamın öldürülmesi.’”

Sanırım şimdi daha iyi anlaşılmışımdır. Harekete geçmek ne kadar önemliyse, ne için harekete geçtiğin de en az o kadar önemli. Aynı şekilde cesaret ve sadakat de hep olumlu nitelikler olmayabilir aslında. 

“Konuşma özürlü Hocheimer bir selam çaktı; gayet iyi anlamıştı. Zaten bir köpeğin bazı özellikleri onda da vardı: Bir buldog kadar cesur ve ölümüne sadıktı.”

Bunların yanında her zaman için kötü diyebileceğimiz, hatta belki de bu özelliklerin en kötüsü olan kibir var. Hikâyeleri kurgularken bütün olaylar tek bir olayın sonucunda mı gelişir yoksa birbirini takip eden ve birbirini doğuran olaylar sonucu mu gerçekleşir gibi bir ayrım yapılıyormuş. Aynı şeyi duygular için uyarlarsak eğer acaba bütün duygular tek bir duygunun peşinden mi geliyor yoksa hepsi birbirini mi tetikliyor?

“İnsanoğlunu kör eden, çıldırtan ve yoldan çıkaran tutkuların en kötüsü olduğu gibi en gözü dönüğüdür de kibirlilik.”

Kibir hakkında bu söze katılır mısınız bilemiyorum ama ben yine farklı bir şey düşünmeye çalıştım bunu duyduğumda. Kibrin zıttı nedir acaba diye düşünsek; daha doğrusu insanın gözünü açan, doğru yola getiren ve aklını başına aldıran tutkuların en büyüğü hangisidir desem, cevabınız ne olurdu? Bu şu an cevaplayamayacağım zor bir soru oldu benim için ama üzerine düşünmeye değer.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

3

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli