merda @merda_339

KAPI

Bir, iki, üç, dört… Şehrin binalarından göğe doğru, kaç adet olduğunu sayamadığı kadar çoklukta baca tütüyordu. Bacalardan tüten gri dumanların hiçbiri bir diğerine çarpmıyor, berikiyle kesişmiyor, ötekinin yoluna çıkmıyordu. Apartmanlar, fabrikalar, okullar, içi koca koca evrak yığınlarıyla dolu devlet daireleri, henüz yeni yeni açılmış olan dükkanlar…öylesine büyük bir nizamla tüttürüyorlardı ki bu bacaları; uyumları insanı hayrete düşürüyordu…


Fakat bu şehirde insanı hayrete düşüren tek şey yalnızca muazzam bir düzende tüten bu bacalar değildi. Pencerenin ardında, ancak usta bir ressamın elinden çıkabilecek kadar bir incelik ve güzellikte, grinin binbir tonuyla bulanmış olan şehir de kişiyi düşüncelerden düşüncelere sürüklüyordu. Gökyüzünden yeryüzüne, açıktan koyuya, grinin her tonu vardı burada. Hepsi birbiriyle öylesine bütünleşmiş, öylesine iç içe geçmişti ki, yeryüzündeki nesneler binadan, ağaçtan çok gökyüzüne ait bir uzuv, ona ait birer parçaymış gibi duruyordu. Gökyüzü ise yeryüzünün bir yansımasıydı. Genç kadın bir kez daha emin oluyordu ki; gri en çok bu şehre yakışıyordu. Hastanenin dikdörtgen şeklindeki penceresinden grinin en güzel halini izliyordu. Şehrin üstüne koca bir perde gibi serilmiş olan sis, her dakika biraz daha aralanıyor, aralandıkça da manzarası katlanmış bir harita gibi açılıyor, gördükleri çoğalıyordu. Burada kaldığı şu on iki günlük süre içerisinde bu haritanın birçok yerini ezberlemiş, ilmek ilmek işlemişti zihnine.


Hastane şehrin merkezinde, tepede konumlandırılmış, ayakları altına onlarca şeyi dizmişti. Her sabah erkenden kalkar, etekleriyle oynayan küçük bir kız çocuğu gibi pencereden dışarıyı izlerdi. Erken kalkmak yurt günlerinden kalma bir alışkanlıktı. Zaten buranın da yetiştirme yurdundan pek bir farkı olduğu söylenemezdi. Numune Hastanesi’nin bu küçük odasında on üç yıl boyunca kaldığı yetiştirme yurduyla benzer çok fazla şey vardı; rengi maviye çalan, soğuk, kalın duvarlar, tuvaletlerden yükselen keskin idrar kokuları, her açılışta belini doğrultamayan yaşlı bir amca gibi büyük bir gürültüyle gıcırdayan kapı, nereden geldiği belli olmayan kedi mırıltıları, günlerdir iyileşmek adına içinde yattığı demir başlıklı şu yatak ve nihayet son günde içine oturan o hüzün…


Başhekim dün öğle saatlerinde odasına gelip, durumunun iyiye gittiğini ve yarın taburcu olabileceğini söyleyince, alışık olduğu o hüzün yeniden yerleşmişti yüreğine. On üç yıl boyunca  kaldığı yetiştirme yurdundan ayrılıp, öğretmen lisesine gittiği gün de yanındaydı, oradan ayrılıp enstitütiye gittiğinde de, on iki gün önce ilk görev yeri olan Kars’taki o küçük köyü bir süreliğine bırakıp buraya geldiğinde de. Ve muhtemelen annesinden, doğduğu evden ayrılıp yetiştirme yurduna verildiğinde de yine yanındaydı. Terk etmeler onun için hep zordu. ‘Annesi de böyle miydi acaba’, diye geçirdi içinden. Yirmi yıl önce, günlerden bir gün, kırkikindi yağmurları birer birer dökülürken Ankara’ya, o ise teslim ederken bebeğini duvarları buz gibi bir binanın kaldırımlarına, acımış mıydı ruhu, ezilmiş miydi yüreği böyle…? ‘Keşke’, diye diledi, keşke her şeyden, her yerden ve herkesten önce yirmi senedir içinde büyüyen bu yarayı atabilseydi, onu da terk edebilseydi bir köşeye, sürükleyip götürmeseydi her gittiği yere… Ama yapamadı işte. Ruhundaki yara ona bu hastane odasında bile acımamış, yerleşmişti  odadaki yataklardan birine, tam karşısına. Neredeyse elle tutuluyor, gözle görülüyordu…


Neyse ki yalnızca o yoktu. Dört yataklı odadaki yataklardan bir diğerinde Eleni Teyze de vardı. Yanıbaşında, aralarında bir komodinin bulunduğu bir diğer yataktaydı. Altmış yaşlarında, doğma büyüme Ankaralı olan Rum asıllı yaşlı bir teyzeydi Eleni. Kendisine ‘teyze’ diye hitap edilmesinden hoşlanmaz, eğer bu şekilde seslenen biriyle karşılaşırsa da son derece tatlı olan aksanıyla ‘sekerim riza ederim bana Eleni diyinis’ diye ikaz ederdi. Kendisi de en az bu aksan kadar sevimliydi. Onda insanı çocukluğuna götüren, en parlak ve en tatlı şekerlemelerin mutluluk verici sureti vardı. Şen şakrak halleriyle tıpkı o günlerdeki gibi bir sevinç, o günlerdeki gibi bir heyecanla sarıp sarmalardı insanın yüreğini. Kimsesi yoktu. Hikayesi şöyleydi; 1930’lu yıllarda Ankara’da doğmuştu. İstanbul’dan Ankara’ya taşınan beş çocuklu Rum bir ailenin en küçük çocuğuydu. Üç kardeşi o henüz çok küçükken ölmüş, geriye en büyük ablasıyla, kendisi kalmıştı. İkisi de hiç evlenmemişti. Eleni zamanında Türk bir gence sevdalanmış, onunla evlenmek istemişti. Fakat babası bu işe rıza göstermemiş, hikayeleri yarım kalmıştı. Eleni de o günden sonra evlenmemeye yemin içti. Anne babaları da ölünce iki kız kardeş Bahçelievler bağlarındaki iki katlı evlerinde uzun süre birlikte yaşadılar. Ablası iki yıl önce ölünce, Eleni gün geçtikçe eksilmiş, her gün biraz daha büyüyen bu dünyada yapayalnız kalmıştı. Hikayesini bilmeyip de ona dışarıdan bakanlar, mütemadiyen gülümseyen yüzünü, ışıl ışıl parlayan mavi gözlerini görenler, onu  hiç mutsuz olmamış, hüzün nedir hiç tatmamış sanarlardı. Oysa ki yaptığı yalnızca yaşama sımsıkı sarılmaktı.

Şimdi de zor bir mücadelenin tam ortasındaydı. Hastaneye yatırılalı bir aydan fazla olmuştu ve öyle görünüyordu ki uzun bir süre daha burada kalacaktı. Belki de burası onun ebedi yolculuğunun başlangıç durağı olacaktı. Her sabah uyandığında yüzüne kondurduğu gülümsemesiyle, gördüğü tüm herkese günaydın der, ardından giyinmeye, saçını taramaya ve bir miktar da boyanmaya başlar, belki gelir umuduyla birini beklerdi. Odanın dördüncü yatağında ise işte bu umut yatardı. Böylece tüm hastalar tamamlanmış oldu…


Tüm yatakları dolu olan odada sabahın bu erken vaktinde sessizliği bozan tek şey saatin kadranıydı; tik, tok, tik, tok,…Bakışlarını pencereden ayırıp saate baktı;sekize yaklaşıyordu. Hastane az sonra kalabalıklaşır, koridorlardaki kuyruklar taşıp, dışarıya kadar uzanır, hemşireler oradan oraya koştururlardı. Henüz vakit varken birkaç sayfa kitap okumak iyi olabilirdi. Başucunda konumlandırılmış olan komodine doğru uzandı. Komodinin üzerindeki kitabı aldı. Bir miktar üşümüş gibiydi. Az önce ortasına oturmuş olduğu yatağın içine girip ayaklarını uzattı ve üzerine örtüsünü örtüp elindeki kitabı açtı. Kitabı açmasıyla birlikte beyaz örtünün üzerine birkaç parça kağıt düştü;reçeteler ve nüfus cüzdanı…


Reçeteleri komodinin üzerine bıraktı. Nüfüs cüzdanını ise eline alıp incelemeye başladı. Kimlikte yazan onca şeyden yalnızca adı doğruydu; Züleyha… Annesi onu bir sepetin içerisinde yetimhanenin kapısına bıraktığında kundağına bir not iliştirmiş, adının Züleyha olduğunu yazmıştı. O günden sonra sıkı sıkıya sarıldı adına. Çünkü kim olduğuna, nereden geldiğine, benliğine ve belki de nereye gideceğine dair bir ipucuna sahip elindeki yegane şey oydu. Anlamını, hikayesini, Yusuf’u öğrendi, fakat hiçbir şeyi yerine koyamadı, hiçbir şey onu yolun sonuna götüremedi. Bu günlere ait onlarca bilgi biriktirmişti belleğinde. Lakin bir tanesi vardı ki; hiç aklından çıkmayan. Yaptığı araştırmalardan birinde Goethe’nin bu isme ithafen onlarca şiirinin olduğunu öğrenmişti. Goethe’nin adına onlarca şiir yazdığı Züleyha, Yusuf’un Züleyha’sıydı. ‘Doğu Batı Divanı’ adını verdiği on iki bölümlük divanında, bir bölümü sadece ona ayırmış ve en güzel aşk beyitlerini burada yazmıştı. Bu beyitlerden birinde Goethe Züleyha’ya soruyordu; ‘Züleyha, neden bu kadar kötüsün..?’ Sol yanağına küçük bir gülümseme kondu. O ise kendine şunu soruyordu; ‘Züleyha, neden kötü olamıyorsun..?’. Kötülük iyi bir meziyet değildi, lakin Dünya da saf iyilikten yapılmamıştı. Yaşayabilmek için bir miktar kötü de olmak gerekirdi. Fakat Züleyha, bu işte oldukça başarısızdı. Ne yaparsa yapsın mayası iyilikten, naifliktendi, hiçbir güç bunu değiştiremezdi.


Nihayet bunun farkına vardığında, önceleri üzerinde oldukça fazla durduğu bu ‘kötü olamama’ durumunu, şimdilerde düşünmemeye başladı. Nüfus cüzdanıyla birlikte onu da bıraktı komodinin üzerine, ıssız bir köşeye. Ardından kitabını okumaya koyuldu. Ortaokuldan bu yana sürekli gözünün önünde duran bir kitaptı bu. Ama onca kitabın arasından hiç ilgisini çekmemiş, davetkar görünmemişti gözüne. Züleyha, konusu ve neyi anlattığı hususunda fikir sahibiydi, bir gün elbet okunacaktı. Fakat hiçbir zaman şimdi değildi. Erteledi, erteledi, erteledi…buraya gelmeden önce dolapta gördüğünde ise hiç tereddütsüz yanına aldığı ilk kitap oldu. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu şöyle diyordu; ''Kendi kendime karşı çok borçlandım. Kendime vaadettiğim şeyleri yapamazsam utancımdan aynaya bakamayacağım…'' Bu cümleyi bundan iki hafta öncesinde, ya da aylar, yıllar öncesinde okusaydı, onlarca güzel tasvirin ve süslü sözün arasında bir kenara bırakıp, atardı. Fakat şimdi ne demek istediğini anlıyor, büyük dersler çıkarıyordu. Her şey zamanını beklerdi. Bu kitap da okunmak için vaktini beklemişti. Yazarın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adını verdiği bu hastanede, hatta belki de bu odada, kim bilir belki belki bu yatakta, anlaşılabilmek için bir köşede usulca beklemişti öyle. Bu yüzden Züleyha ‘bu kitabı neden daha önce okumadım’ diye hiç pişman olmadı. Çünkü bu kitap en güzel burada, bu şehirde, bu pencerenin ışığıyla okunurdu…


O da bir müddet bu şekilde kitabını okudu. Kelimelerin arasında dolaştı, yazarın sıhhatine imrendiği ağaçları, acısını, umudunu gördü, Nüzhet’e kızdı…Son dört sayfaya gelmişti ki bir sesle aniden irkildi;

-       Oh yavrimo, yine nerelere dalmıssin böyle…? diye seslendi Eleni.

Züleyha ona doğru dönüp;

-       Ah, Eleni…Günaydın, dedi, eliyle göğsünü tutarak.

-       Ahh zanım, korkutmuşum seni..?

-       Yok, yok hayır korkmadım, dalmışım öyle.

-       Bugün sondur ha..?

-       Evet, son…

-       Ama söz vermissin bana, siyaretime gelezeksin.

Züleyha gülümsedi;

-       Tabii, tabi geleceğim, hatta seninle birlikte Anafartalar’daki şapkacına gideriz, oradan tıpkı böyle bir şapka da bana alırız, dedi.

Aynı anda da ayağa kalkıp Eleni’nin yatağının demirlerine astığı kırmızı şapkasını eline alarak kafasına taktı;

-       Fakat bilemiyorum bayan Eleni, bana da size yakıştığı kadar yakışıyor mu…

Eleni gülmeye başladı;

-       Ahh, yavrimo ne de güsel konusuyorsun böyle…fakat, fakat biliyorsun, belki de… belki de burada olamayazağım…

Hüzne bulaşmayıversinler, kolayca kaybediyordu nesneler rengini, kırmızı bile olsalar direnemiyorlardı hüzne, yitip gidiyorlardı. Oda birden karardı;

-       Hadi, dedi Züleyha, yenilginin kıyısındaki ordusuna son kez el uzatan bir komutan edasıyla, hadi, saçlarını tarayalım…

Aldı tarağı eline, önce saçlarını taradı Eleni’nin, sonra üstünü giydirdi, en sonda ise boyanmak vardı.  Eleni bugün her zamankinden daha güzel olmak istediğinden tüm bu işlemler de her zamankinden daha uzun sürmüştü. Her şey bitip, Züleyha aynayı Eleni’ye uzattığında saatler dokuz buçuğa yaklaşıyordu;

-       Ahhh, sagol yavrimo, şok tesekkür ederim, ellerine sağlik, dedi Eleni, gülümseyen gözleriyle aynaya bakarak.

Tam bu sırada kapı açıldı. Başhekim beraberindeki iki hemşireyle birlikte odaya girdi;

-       Günaydın, dedi başhekim

-       Günaydın, dedi en arkadaki balık etli hemşire

-       Günaydın, diye karşılık verdiler Eleni ve Züleyha

Bir tek başhemşire Semra, sadece o, hiçbir şey demeden, günlerdir, hatta belki de senelerdir muhafaza ettiği asık suratıyla duruyordu öylece. Kırklı yaşlarında, zayıf, uzun boylu, sarışın, kıvırcık saçlı bir kadındı. Züleyha, hiç gülmediği için dudaklarının dişlerinin arasına kaçtığını ve o yüzden bu kadar ince olduklarını düşünürdü. İşinden ölesiye nefret ettiği her halinden belliydi. Bir diğer hemşire, Esra hemşire ise onun tam tersiydi. Züleyha zaten yeterince korktuğu tüm o iğne ve ilaç saatlerinde, odadan içeriye Esra hemşirenin girmesi için dua ederdi. Şimdi ise gülümseyen yüzüyle başhekimin arkasında Züleyha’ya göz kırpıyordu.


Züleyha Eleni’nin yatağından kalkıp, kendi yatağına geçti. Eleni’nin kontrolleri yapılıyordu. Başhekim ve hemşireler onu tıpkı bir makine gibi evirip çeviriyor, Eleni de tüm bunlara tepkisiz bir şekilde yanıt veriyordu. Züleyha ise içindeki rahatsızlık verici hisle olan biteni izliyor, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Hastanede geçirdiği şu on iki günlük süre içerisinde sevemediği şeylerden biri de bu kontol işlemleriydi. Dakikalar sonra sıra ona geldi. Her ne kadar Eleni gibi kayıtsız kalamasa da o da mümkün olduğunca serbest durmaya çalışıyordu. Çünkü şunu keşfetmişti ki; böyle yapınca her şey çok daha kolay oluyordu. Nihayet tüm kontroller bittiğinde başhekim eline dosyasını alıp, konuşmaya başladı;

-       Evet Züleyha, buraya yaklaşık iki hafta önce şiddetli pnömoni teşhisiyle yatırıldınız..

‘ Şiddetli pnömoni’…ateş, öksürük, halsizlik ve göğüs ağrısı gibi belirtileri mümkün olabilecek en uzun süre erteleyip, en nihayetinde Kars merkezdeki bir hekime başvurduğunda duyduğu, o günlerde ona son derece yabancı olan bu kelimenin anlamını şimdi çok iyi biliyordu. Kendi aralarında bir başka dille konuşan doktorların zatürreye verdikleri isimdi bu. Zatürreydi hastalığı, üstelik hekimin söylediklerine göre öyle ayakta atlatılabilecek zatürrelerden de değildi, acilen hastaneye yatırılmasını gerektiren, onu ertesi gün bu hastaneye getirten zatürreydi. Fakat bitmişti işte. Doğrusunu söylemek gerekirse buradaki on iki günlük tedavi sürecinde zaman zaman, zatürreden ölebileceğini düşünmüştü. Ateşten kıvranıp, birtakım hülyalara daldığında, her öksürmede ciğerleri boğazından çıkacakmış gibi olduğunda, şiddetli göğüs ağrılarında ve konuşmakta bile güçlük çektiği o halsizlik anlarında gelen bu düşünce şimdi buhar olup uçmuş, geri dönmemesi dileğiyle karışmıştı bulutlara. Züleyha ise pür dikkat başhekimi dinliyordu. Başhekim sözlerini sürdürüyordu;

-       …son yapılan kontrolleriniz, dün de söylediğim gibi bugün taburcu olabileceğiniz yönünde. Fakat bundan sonraki süreçte kendinize çok dikkat etmeniz gerekir. Beslenmenize dikkat edin, bol bol sıvı alımı, istirahat ve tabi ki ilaçlarınızı zamanında almayı unutmayın. Kendinizi üşütmemeye de özen gösterin…işlemlerinizi yapıp öğleden önce taburcu olabilirsiniz, geçmiş olsun, dedi.

-       Çok teşekkürler, teşekkür ederim, diye büyük bir minnetle karşılık verdi Züleyha, hepinize tek tek teşekkür ederim.

-       İyi günler, dileyip Semra Hemşire’yle birlikte odadan çıktı başhekim.

Esra hemşire ise gülümseyen yüzüyle Züleyha’nın yanına yaklaşıp;

-       Züleyha, benden istediklerini getirdim. Aşağıdalar, sen eşyalarını toparlamaya başla, ben de işlerimi bitirince onları getireyim, olur mu, diye sordu.

-       Olur tabi, diye karşılık verdi Züleyha.

Esra hemşire odadan çıktı. Eleni ise başını yastığa dayamış bir şekilde Züleyha’ya doğru dönmüş, Gülümsüyordu;

-       Yoruldim yavrimo, ben biras uyuyayim, darilirsin bana..?

-       Uyu tabii Eleni, ben daha burdayım

-       Uyanırım.., ben uya…


Sözlerini bitiremeden uykuya daldı. Züleyha buna alışkındı ama yine de içinin rahat edebilmesi için yanına gidip nefes alıp almadığını kontrol etti. Nefes aldığından emin olduğunda ise içi rahatladı. Ardından saate baktı; onu biraz geçiyordu. Yavaş yavaş toparlansa iyi olacaktı. Yatağının altında duran bavulu çıkardı. Bavuldaki kıyafetlerden birkaçını alıp, dışarıyı kontrol ederek kapı arkasında giyindi. Günler sonra ilk kez beyaz hastane elbisesinden kurtulup, kendi kıyafetlerini giymişti. Tuhaf hissetti. Hastane elbisesini ilk giydiği günkü his, şimdi kendi kıyafetlerini giydiğinde bulmuştu onu. ‘Alışkanlık’, diye geçirdi içinden, hızlı ve sinsi bir zehir. Ardından ağır adımlarla yatağına doğru ilerledi. Elindeki hastane elbiselerini katlayıp, bir kenara bıraktı. Küçük bavulu yeniden açtı. Oradan oraya sürüklenmekten yıpranmış, eskimiş bir bavuldu bu. Bunca senedir içine sığrdırdığı tek şey eşyalar değildi, onca anıyı da bir koku gibi sindirmişti üzerine. Züleyha yaşanmışlığının kokusunun sindiği bu bavulu işte bu yüzden çok seviyor, nereye gitse eli ilk önce ona değiyordu. O da bir köşede kadim bir dost gibi her daim Züleyha’yı bekliyordu. İşte yine yanındaydı…


Eşyalarını toplamaya başladı. Kitaplarını, notlarını, kalemlerini, birkaç parça elbiseyi özenle yerleştirdi bavula. Bu işte oldukça başarılıydı. Hiçbir çaba göstermeden, hiç uğraşmadan, hatta belki de hiç öğrenmek istemeden öğrenmişti. Nihayet bitirdiğinde duvardaki saate baktı; on bire yaklaşıyordu. Ardından gözü saatin yanında asılı duran takvime takıldı. Birkaç adım atıp takvime doğru uzandı. En üstteki yaprağı söküp eline aldı ve yatağın bir köşesine oturup incelemeye başladı. Bugünün takvimiydi, üzerinde şunlar yazılıydı;

-       5 Şubat 1999 Cuma

-       Ağaç dikme zamanı

-       Şiddetli soğuklar – Filozof Aristo’nun ölümü

Az önce bavula koymuş olduğu kalemlerden birini çıkarıp, yazılanların en altına bir not düştü;

-       Hastaneden çıkış…

Bir süre yaprağı yeniden inceleyip, ‘işte şimdi oldu’ dedikten sonra, elindeki kalemle birlikte yerleştirdi bavula. Bu yaprak da küçük bir kutunun içine, diğerleri gibi saklanmak üzere yola çıkacaktı. Tam bu sırada kapıdan içeri elinde büyükçe iki poşetle birlikte Esra Hemşire girdi;

-       İşte geldim!! diye seslendi Züleyha’ya, bir miktar yüksek sayılabilecek ses tonuyla.

Züleyha ise baş parmağını dudağına götürüp, bir diğeriyle de Eleni’yi işaret ederek ikaz etti onu. Esra Hemşire bu uyarıdan sonra son derece ağır hareketlerle Züleyha’nın yanına oturdu. Elindeki poşetleri göstererek sessizce konuşmaya başladı;

-       İşte, dedi, bu poşette istediklerin var. Diğerinde de hastanedeki yardımseverlerden topladıklarımız… Götür bunları çocuklarına, güle güle giysinler…


‘Çocuklarım…’ diye geçirdi Züleyha içinden. Canımdan kanımdan olmadıkları halde, öyleymiş gibi sürekli burnumda tüten, ayakları çarıklı, yükleri ağır, gözleri güneş, kalpleri akan bir pınar, üstsüz, başsız çocuklarım benim. Muhammed, Zarife, Dilan, Abdullah, Rojin, Helin…ve diğerleriyle birlikte hepi topu on altı çocuk…Bilenlerin unuttuğu, bilmeyenlerin ise hiç öğrenememe ihtimallerinin olduğu, buradan tamı tamına bin kilometre uzaklıkta, bambaşka bir dünyada yaşayan, varlıklarından henüz altı ay önce haberdar olduğu güzel çocukları...Kim bilir ne de çok sevinecekler, kim bilir nasıl da gülecekler, kim bilir ne de güzel ısınacaklar bu kıyafetlerin içinde…bir yandan poşetteki kabanlara, ayakkabılara bakıyor, bir yandan da çocuklarını getiriyordu gözünün önüne. Bu iki resim ne de güzel yakışıyordu birbirine. Züleyha her şeyi unutmuşcasına eşyaları incelerken Semra Hemşire ise anlatmaya devam ediyordu;

-       Bunlar senin götüreceklerin. Diğerleri de kargoya verildi. Senin ardından birkaç gün sonra gelecektir, dedi.

Züleyha başını poşetlerin arasından kaldırıp Esra Hemşire’ye minnet dolu gözlerle baktı. Ardından sarıldı;

-       Sağol, dedi, çok yardım ettin, çocuklarıma seni anlatacağım…

Neredeyse ağlayacaktı. Birbirlerinden ayrıldıklarında Esra Hemşire’nin de durumunun farklı olmadığını gördü. Gözyaşları özgürlüklerine kavuşabilmeleri için, pusuda durmuş, küçük bir göz kırpılmasını bekliyorlardı. Fakat Eleni onlara bu fırsatı vermedi. Esra Hemşire ve Züleyha onun sesiyle döndüler;

-       Ahh yavrimo, yoksam beni görmeden gidersin..?

-       Hayır, henüz gitmiyorum Eleni, diye karşılık verdi Züleyha.

Ardından, duvardaki saate baktı; on biri bulmuştu;

-       Ama yavaş yavaş gitsem iyi olacak, yoksa treni kaçırırım, dedi, ve aynı anda da ayağa kalkıp, tüm eşyalarını topladığına emin olduğu zaman askıdaki uzun, siyah paltosunu giydi.

Esra Hemşire’nin ısrarla eline tutuşturduğu bereyi taktı. Her şey tamamlanınca da;

-       İşte, dedi, şimdi gidiyorum.

Ardından ürkek adımlarla Eleni’ye doğru yürüdü. Yatağının kenarına oturup, elini tuttu. Tuttuğu eli öpüp konuşmaya başladı;

-       Tüm telefonların, adresin, hepsi elimde, seninkiler de benim elimde. Seni her hafta arayacağım…Esra Hemşire sana haber verecek. Zaten çıkınca da…

-       Süleyha, diye araya girdi Eleni, Ben buradan çikamayacağim…bunu biliyorum, ölüm bis yaslilar için kötü bir sey değil Süleyha, benim için üzülme yavrimo, sevdiklerimin yanina gidezeğim, üstelik…üstelik çok sanslıyım ki ömrümün bu son günlerinde sisin gibi, senin gibi iyi insanlari tanıdim…

Züleyha en sonunda ağlıyordu.

-       Ohh benim güsel kısım, ağlama, çok küçüksün, gözyaslarıni harcamayasın…Hep gül, hep mutli ol Süleyha, sös veresin bana!, dedi Eleni. Züleyha onu başıyla onayladı. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Eleni’ye doğru eğilip, sımsıkı sarıldı. Züleyha’nın gözyaşları Eleni’nin omuzunu ıslatıyor, Eleni ise onu bütün şefkatiyle sarıp sarmalıyordu. Uzunca, sessiz bir sarılmanın ardından ayağa kalkıp, eline bavulunu aldı. Eleni’nin elini son kez öptükten sonra da yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledi. Esra hemşire ise hemen arkasından geliyordu. Dönüp son kez baktı Eleni’ye. Eleni gülümsüyordu, huzurluydu. Birbirlerine el salladılar, birkaç saniye sonra da kapı kapandı. Kelimelerin, zamanın ve mekanın ötesinde, herkesin bildiği ama yalnızca ölülerin görebildiği o yerde, bir başka hayatta buluşmak üzere şimdilik vedalaştılar. Eleni odasında, sonsuzluğa açılan penceresinin geleceği o günü beklerken, Züleyha ise yarım bıraktığı yolculuğuna devam edebilmek için ağır ağır merdivenleri iniyordu.


Gözyaşlarını silip, birkaç dakika içerisinde de çıkış işlemlerini tamamlayabilmek adına hastanenin giriş katında bulunan hasta kabul masasının önünde durdu. Birkaç evrak imzanladıktan sonra da bütün işlemler tamamlanmış oldu. Son evrakı da görevliye verince Esra Hemşire’ye doğru döndü;

-       Hakkını helal et Esra Abla, her şey için çok sağol, sana borcum var.

-       Helal olsun Züleyha’m, o nasıl söz öyle, iyileştin ya, her şeyden öte. Bundan sonra da dikkat et kendine, bir daha yolun düşmesin buraya, ama Ankara’ya ne zaman gelsen beni haberdar et.

-       Tamam…seni ararım sık sık. Eleni Teyze, eğer…eğer ona bir şey olursa beni mutlaka ara.

-       Zaten kimsesi yok ki Züleyha, ilk seni arayacağım. Gözün arkada kalmasın, güle güle git.

Birbirlerine sarıldılar. Züleyha çıkış kapısına doğru ilerlerken Esra Hemşire de ardından el sallıyordu. ‘Acaba’, diye geçirdi Züleyha içinden, ‘acaba anne böyle bir şey mi..’


Cevabını bilmediği bu sorular arasında cebelleşip dururken, çok geçmeden, yalnızca birkaç saniye içinde, ardındaki kapının kapanmasıyla birlikte, üzerindeki her şey, bedeninin her zerresi gibi tüm düşünceleri de buz kesti. Ciğerlerine soluduğu hava bir anda tüm bedenine nüfuz etmişti. Anlık bir titremeyle irkildi. Yağışsız, donuk, tekil soğuk, neredeyse katı denilebilecek kupkuru hava, şehri koca bir buz kütlesi gibi dört bir yandan sarıp sarmalayan gri bulutlar, ona Ankara’da olduğunu yeniden hatırlattı. Aslında Kars da soğuktu. Hatta daha da soğuktu. Ama Ankara’daki soğuk bir başkaydı. Burada yağmurun, karın, rüzgarın soğuğu yoktu, burada soğuk, nesneleri ve zamanı durduruyor gibi donuktu. Pek çok şehrin aksine burada soğuk sağır ve dilsizdi. Sessiz sessiz, ince ince sızardı tüm şehre.


Uzun paltosuna sıkı sıkıya sarıldı. Elindeki poşetler ve bavulla birlikte avlu çıkışına doğru yürümeye başladı. Etrafta onlarca insan vardı. Ellerinde sigaralarla seyyar satıcılar, bir yerlerden destek alarak ayakta durmaya çalışan yaşlılar, karnı burnunda kadınlar, babalarının kucağında huysuzlanan çocuklar, hastaları için ağlayan yakınlar…hepsi bir köşede bir şeyleri bekliyorlardı. Avlu kapısına doğru yaklaştıkça tüm bu ses cümbüşüne bir de korna sesleri eklendi. Hastanenin önünden Ankara’nın neredeyse her noktasına minibüsler kalkardı. Bu minibüsler tepeden aşağıya doğru uzanan yol boyunca uzun kuyruklar oluşturur, karmaşa her yeri sarıp sarmalardı. Züleyha nihayet avludan çıktığında arka arkaya sıralanmış bu minibüslerle karşılaştı. İçlerinden birine binmekten vazgeçip, buraya pek de uzak olmayan gara doğru yürümeye karar verdi. On iki gün boyunca uyumaktan ve hareketsizlikten o kadar çok sıkılmıştı ki bu soğuk bile onu yolundan geri çeviremedi. Yokuş aşağı yürümeye başladı. Her adımda kalabalıktan biraz daha uzaklaşıyor, sesleri geride bırakıyordu. Lakin soğuk, o, daha da artıyordu. Kaldırımlarında yürümekte olduğu anayoldan geçen arabalardan rüzgar yayılıyordu. Nihayet Opera köprüsünü geçip, düzlüğe indiğinde çift taraflı yolun karşı tarafında duran Gençlik Parkı’nı gördü. Sol yanağına küçük bir gülümseme kondu. Ankara’nın sembollerinden biri olan bu park senelere meydan okuyor, şehirdeki hemen hemen herkesten bir anıyı saklıyordu içinde. Züleyha’nın anıları da vardı burada.


Yanından geçerken tüm bu anılara selam söylermiş gibi gülümsüyor, hepsine bir bir teşekkür ediyordu. Derken tam karşısında opera binasının olduğunu hatırladı. Sol tarafına dönüp etrafına göz gezdirdiğinde de buldu onu. Buraya yalnızca bir kez gelmişti. Fakülte zamanında, iki sene evvel bıraktığı gibi, yerinde öylece duruyordu. ‘En yakın zamanda tekrar gelmeli, hatta belki Eleni’yle birlikte’ diye geçirdi içinden ve her iki tarafı da ağaçlarla çevrili dümdüz yolda ağır adımlarla yürümeye koyuldu. Her adımda bu şehri ne kadar özlediğini biraz daha anlıyordu. Pek çok kişi sormuştu; ‘Ankara’nın neresini seviyorsun, denizi bile yok ki…’ hiçbir zaman bu soruya makul bir cevap veremedi. Ama zaten birini, ya da bir şeyi sevmek böyle bir şey değil miydi...? Sevmek mantığa ya da cevaplara sığdırılamayacak kadar soyuttu. Ne havada uçuyor, ne de gözle görülüyordu...


Çok geçmeden, yolun sonuna, gara ulaştığında ise bir başka özleme doğru yolculuk yapmak gerektiğini hatırladı. Tüm heybetiyle karşısında duran bu taş binaya baktı. Ankara’nın güzelliklerinden biri, hatta Züleyha’ya göre Ankara’nın en güzeli karşısında duruyordu. Taştan duvarları, sütünları, sütünların ardındaki uzun, büyük pencereleri ve üzerindeki kırmızı tabelasıyla, şehirde yaşayan hemen hemen her kesim ve her yaştan insanın, bir gün mutlaka yolunun düştüğü, Ankara’nın kapısı, Ankara Garı, tüm ihtişamıyla Züleyha’yı bekliyordu. Züleyha ağır adımlarla kapıya doğru ilerledi, kapıyı açıp son bir defa arkasını dönerek dışarıdaki havayı soludu;

-       Yeniden Elvada, dedi, yine geleceğim.

Kapı kapandı, Ankara bir başka evladını daha, yeniden buluşmak üzere uğurladı…