Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı, Okuma Yazma Uğraşı ve Atm Memurları
Kütüphanede Mustafa Kutlu bölümüne gelince bunu okudum, şunu da okudum, bu da çok güzeldi diye ilerlerken neredeyse kitaplarının yarısından çoğunu okuduğumu sanıyordum. Ama şimdi baktım ve kitapyurdu’nda yazarın 48 kitabı varmış. Ben 24 tane okumamışımdır herhalde ama sanki yarısından çoğunu okudum sanıyordum bu kitaba kadar.
48'de ne kadar güzel bir sayı, 3'e de bölünebiliyor. Bu aralar her yerde Tesla’nın üçe olan takıntısı hakkında bir şeyler duyuyorum. Biraz etkilendim sanırım. Ama demek istediğim şu, 48 tane kitap yazdığımı hayal ediyorum ve sadece bunu düşünmek bile mutlu ediyor beni. Hayatı boyunca 48 kitap okuyan bir insan bile ülkemizde çok okuyan sınıfına dahil olabilir. Hepimizin bir günü 24 saat değil mi? Ortaya nasıl bu kadar farklı sonuçlar çıkabiliyor?
Edebiyat fakültelerinde hocalar geleceğin öğretmenlerine bir yazarın bütün kitaplarını okumak yerine her yazarın en iyi eserlerini okumaya çalışın diyorlarmış. Çok yerinde bir tavsiye ama kimileri de mesela mutlaka Tanpınar’ın ya da Orhan Pamuk’un bütün kitaplarını okumanız lazım gibi şeyler söylüyor. Ben her zaman böyle sözlere karşı temkinli davranmış ve daha esnek olmaya çalışmışımdır. Zaten daha önce neden Mustafa Kutlu’yu seçtiğimi açıklamıştım ama hayatımda belki de ilk defa bir yazarın bütün kitaplarını kararlı bir şekilde okumaya çalıştığım için bazen bocalıyorum. Bundan sonra hangi kitabı okumam gerekir diye herhangi bir araştırma yapmıyorum çünkü en ufak bir bilgi bile alacağım tadı kaçırabilir. Aynı şekilde herkesten tavsiye de isteyemiyorum. Tabii bazen görüşlerine güvendiğim kitap filozofları gibi insanlar karşıma çıkabiliyor.
Hayatımın sadece birkaç ayında Azra gibi neredeyse her gün yeni bir kitap bitiren insanlar kafilesine dahil olabilsem de o dönemin verdiği özgüveni hâlâ koruyorum. Dolayısıyla O hangi kitabı sorsa okumuşumdur diye düşünüyordum ama “Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı’nı okudun mu?” dediğinde bu kitabın varlığından bile haberdar değildim. Aklımdan ilk geçen kalın bir kitap olabileceğiydi ve o kozu oynadım ama yanılmıştım. Dediği gibi kısa bir kitaptı, sadece 163 sayfa. O halde nasıl gözümden kaçmıştı? Demek ki kütüphanede yok diye düşündüm bu sefer. İlk fırsatta gidip bakacağımı söyledim ve görünce çok şaşırdım. Daha önce okuduğum Yokuşa Akan Sular ile okumayı sürekli ertelediğim İyiler Ölmez arasında öylece duruyordu.
Hemen aldım kitabı ama tabii kendimi sorgulamaya devam ettim. Daha bu sabah podcastte dinlemiştim. İsveç'te yeni tanıştığın biriyle saatlerce konuşsan bile konu bir türlü ne iş yaptığına gelmiyormuş ve karşı taraf bunu bazen hiç sormuyormuş bile. Bu bana gayet normal geldi aslında. Hatta ben de özel hayatımda böyleyimdir ama ne kadar çok yadırgandığımı bildiğim için bizde bunun genel olarak tuhaf karşılandığını da biliyorum. Bana anlatmamışsa mesela ben arkadaşlarımın memleketlerini de bilmem. Hiç de sormam kimseye nerelisin diye. Bu da çok sağlıklı değil belki yine bir denge olması lazım arada bir yerde. Kısaca şunu söyleyecektim aslında yine gereksiz uzattım: Ben kimsenin özel hayatını merak etmeyen bir yapıya sahibim. Bence bu yüzden bu kitabı hiç fark etmedim bile. Ama bana önerildikten sonra sanki değişti birden bire. Kitapta geçen şu cümle daha da bir anlam kazandı benim için:
“Gökyüzündeki her bulut dakikada bir biz ona bakalım diye şekil değiştirir.”
Yine muhteşem girişleriyle size bambaşka dünyaların kapılarını açıyor yazar. O atmosfere hemen giriyorsunuz. Zaten hikâye çok orijinal bir biçimde başlıyor. Yazarımız diyeceğim geliyor ama asıl Tahir Sami Bey bir anda giriş yapıyor hayatımıza. Ya da biz onun hayatına dahil oluyoruz ama sanki tanımış kadar oldum onu. Hatta bir yere kadar gerçekten böyle biri yaşamış mıdır diye merak ettim. Okurken zaman geçtikçe kurgu bir karakterle ağabey-kardeş gibi olduğumu hissettim. Bazen birkaç sayfa nasıl da yıllara bedel olabiliyor.
“Neredeyse hemen herkes fotoğraf çeker.
Bunlar ceddimizin bize fısıldadığı sırlara vakıf olamazlar. O küçük mescide girip iki rekât namaz kılamazlar. Kâinatın kitabı ile mukaddes kitabımızın birbirini şerh eden mesajını kavrayamazlar. Dolayısıyla zamanı böler, dün-bugün-yarın diye konuşurlar. Sürekli saate bakarlar.
Yekpare zaman nedir?
Eminim bunu Tanpınar da bilmiyordu.
Fâni ile bâkinin farkını fark eden için eşya kaç para eder?”
Yazarımızın daha önce bir başka hikâyesinde de girişe hayran kalmış, okurken adeta saydığı çiçeklerin kokularını almıştım. Şimdi de o kuş cıvıltılarını duydum diyebilirim. Sayfaların büyüsü müdür nedir bilmiyorum ama ben zaten kuşları hep çok sevmişimdir. Mavi Kuş da yazarın şu ana kadar okuduğum en güzel kitabı bana göre. Gerçi onun kuşla bir ilgisi yok ama o da kalbe dokunan bir hikâyeydi.
“Şimdilik sadece bir fotoğraf çektiniz. Ama unutmayın, fotoğraf konuşmaz, kuş dilinden anlamaz. Eğer bakışlarınız kuş evine odaklanmış olsaydı; o sokağın kumrusu, serçesi, saksağanı, kargası, martısı, güvercini hep bir ağızdan sadece sizin anlayacağınız mekânın büyülü hikâyesini nakledeceklerdi.
Kim demiş kuşlar konuşmaz, insan anlamaz diye.”
Yazarın tarzını bilenler bilir, satır aralarında bizlerle konuşmayı çok sever kendisi. Ama bu kitabın içinde kendine bir rol biçmiş ve bizi yavaş yavaş Tahir Sami Bey’le tanıştırıyor. Bu da bir çeşit üst kurmaca sayılır mı bilmiyorum ama bu tarz çok hoşuma gitti benim. Sanki kitabın başında beklediği insana kavuşan karakterimiz gibi hissettim kendimi.
“ — Efendim ne kadar sevindim bilemezsiniz. Benim de okuma-yazma uğraşım var. Yıllardır siz gibi bir zatla tanışmak, ahbap olmak, sohbet etmeyi arzulamıştım. Hayalim gerçek oldu. Ben artık sizi bırakmam.
Dedim ya, çocuksu bir tarafı var Sami Bey’in Daha tanışalı iki dakika oldu, neredeyse boynuma sarılacak. Ama ona hak veriyorum, yılların özlemiyle beklediği adam birden karşısına çıktı.
Vay be! Görüyorsun aziz okuyucu, birden ‘Beklenen adam’ olup çıktım. Ama buna şaşırmayın. Sizleri de tek tek şu gökkubbenin altında mutlaka bir bekleyen vardır.
Karşılaşmak!…
Ah, onu bilemem. Onun adı kader.”
Birkaç sene öncesinde bomboş bir masanın üzerinde çalışırdım. Masamın üzerinde hiç evrak bırakmaz, her akşam çıkmadan önce toparlar ve her sabah ilk iş olarak güzelce silerdim. Salgının ilk zamanları özellikle buna devam ettim. Masanın üzerindeki en ufak bir kalabalık beni rahatsız ederdi. Ama şimdi bunu sadece Pazartesi günleri yapabiliyorum. Hafta içi masam olabildiğine kalabalık. Her taraftan ayrı bir kağıt fırlıyor ve beni acayip rahatsız ediyor bu durum. Hemen telefonun ilerisine dizdiğim boş bardaklar da bazen o kadar çok birikiyor ki bu düzensizliğin bana ait olduğuna inanamıyorum. Sahi bu kablolu sabit hat telefonlarını neden kullanıyoruz ki hâlâ? Değişmeyen şey değişimdir deyip duruyoruz ama bazı şeyler hiç değişmiyor. Bütün bunlar beni hep gereksiz yere meşgul eden şeyler olduğu için hiç çalışmaya teşvik etmiyor.
“Sami Bey masasının üzerinde bir şey bulunsun istemezdi. Ne ajanda, ne takvim, ne kalemlik, ne kül tablası, ne fotoğraf, ne dosya.
Masa bomboş olmalı.
Onu okumaya veya yazmaya davet etmeli. Şimdilik sadece okuyor. Kim bilir belki ilerde yazı hayatı da olur.”
Ortamın, arkadaşların hatta eşyaların bile insan üzerinde bir gücü olduğuna inanıyorum ben. Aura, sinerji, feng şui ya da adı artık her neyse bunlar hep etkiliyor bence bizi. Kem gözler, iğneli sözler sizin de içinizdeki yaşama sevincini söndürmüyor mu? Veyahut güzel bir koku, esen bir sabah yeli hatta bu anlama gelen bir kelimemiz bile var, bâd-ı sabâ. Ben bunu öğrenince bile mutlu olmuştum. Almancadaki gibi değişik ruh hallerini anlatan kelimeler gibi gelmişti bana. Böyle bir türkümüz de var hatta ve Deniz Toprak muhteşem söylüyor. İsmi de ne kadar güzel. Böyle anlamlı isimler de hep benim dikkatimi çekmiştir.
Şu an mesela kaptırdım yine kendimi, kelimeler akıyor resmen. Sırf isimlerden yola çıkıp saatlerce yazabilirmişim gibi hissediyorum. Az sonra ne yazacağımı hiç bilmiyorum ama yazmaya devam ediyorum. Zihnimden geçenlere yetişemiyorum gibi hissediyorum. Bir yandan da kendimden bahsetmemem lazım bu kadar diye düşünüyorum. Burada sonuçta bir kitaptan bahsetmeye çalışıyorum sizlere. Benim özel hayatım kimseyi ilgilendirmez. Kurmaca hikâyeler yazmaya çalışırken de mesela bu düşünceler kafamı karıştırıyordu. Her şey yazılmalı mı sizce? Bunun bir sınırı olmalı mı? Yoksa sansürlemeli miyiz bazı şeyleri? En kötüsü otosansürdür derdi Faruk Hocamız. Kitabın bir yerinde sanki yazarımız beni duymuş gibi başlıyor araya girip anlatmaya.
“Bundan sonra olanlar, olabilecek olanlar Tahir Sami Bey’in zihninden geçer mi?
Geçer veya geçmez, bunu sen bize anlatacaksın kardeşim, adamın özel hayatını dile getiriyorsun, ne olmuşsa açık açık yaz. Filmi en heyecanlı yerinde koparıp da ağzımızın tadını kaçırma.
Böyle demeyin, özel hayatın mahrem bölgelerine kimsenin girmeye hakkı yoktur. İnsan kendi başından geçeni bile açık-saçık anlatamaz. Burada papaza günah çıkartmıyoruz. Dünyada her şeyin bir hududu var. Onu aşarsa edebiyat edep dairesinden çıkar.”
Sami Bey’in kıymeti bilinmiyor ama çok büyük bir işi sırtlanıyor kendi başına. Şimdi ayrıntısını çok fazla hatırlamıyorum ama kitaplarıyla yaşayan bir adam haberi görmüştüm bir keresinde. Adamın karısı artık isyan etmiş, boşanmış ya da evden mi atmış öyle bir şey. Adam tek başına evinin tüm odalarını kitaplarla doldurmuş, kitaplarımdan ayrılamam gibi şeyler söylüyordu. Yani mutluymuş o halinden. Bu çok uç bir nokta olarak gelmişti bana ve o gün korkmuştum böyle bir duruma düşmekten. Artık ne kadar etkilendiysem son birkaç yıldır kendime sadece doğum günlerimde kitap alıyorum. Böylece evde muhafaza etme gibi bir derdim olmuyor. O kadar zaman bekleyince bir köşede okunmadan unutulmuş kitaplarımın da yanına yenileri eklenmiyor. Çünkü o da büyük bir vicdan azabı benim için. İlk zamanlar zordu ama şu an alıştım bu duruma. Sadece kütüphaneleri biraz daha sık ziyaret etmem gerekiyor ama artan kitap fiyatlarından da etkilenmemiş oluyorum. Üstelik bazı kitaplara ulaşabilmek için yeni kütüphaneler keşfediyorum. Bunlar şu an için benim elimden gelenler. İtiraf etmek gerekirse biraz da mecburiyetten. Yoksa ben de isterim her hafta yeni kitap alayım. Hatta keşke imkanım olsa da Tahir Sami Bey gibi bir alana yönelip kendi kişisel kütüphanemi oluşturabilsem. Bu arada onun seçtiği alanı merak edenler için yeri gelmişken söyleyelim: Köy ve köye dair her şey. Köy deyip geçmeyin sakın, çok büyük bir iş bu. Hem de bir memurun işi gücü bırakıp böyle bir işe yönelmesi nereden baksanız büyük iş. Müdürü de şaşırıyor zaten buna:
“Sami uzaklaştı. Müdür ardından bakakaldı. İçini çekti ve düşündü: ‘Vay be! Şu gariban Tahir Sami’ye bak. Türk köyü ve köylüsü… Bu bizatihi devlet işi yahu. Adam koca bir işin altına girmiş. Belki farkında değil. Ama olsun. Sen bu işi devlete versen, eh işte bu bizim daireye döner, fos çıkar. Büyük çalışmaları böyle adı sanı duyulmamış adamlar yapıyor, ama ne fayda, kıymeti bilinmiyor. Ulan aferin Sami.’”
İlginçtir bu adı sanı duyulmamış büyük adamları kimse tanımasa bile onlar kendilerini çok iyi biliyorlar. Aslında yazar doğrudan bundan bahsetmiyor ama bence onlar ne istediklerini ve neler yapabileceklerini bildikleri için hiç durmadan her şeye rağmen çalışma gücünü kendilerinde bulabiliyorlar.
“Kimse kimseyi yeterince tanıyamaz. Zaten gerçeğin ne olduğunu, eşyanın hakikatini bilmiyoruz. Hayata ve kendimize dair o kadar meçhul var ki, hangi birini dile getirelim?
Kardeşim şu yazdıkların fizik değil, metafizik değil. Olağan işler. Neden bu kadar zorlanıyorsun.
İnsanoğlu da taş değil, toprak değil. Onu mikroskobun altına tutamayız. Kişinin özel hayatının mahrem köşelerini bilmek isteği biraz da bizim süflî arzularımızın eseridir.”
Peki hiç mi dinlenmiyor bu adam? Hiç mi eğlenmiyor, gülmüyor, gülümsemiyor? Nedense kitap okumayı sevenlerin hayatı hep tekdüze geçermiş gibi bir algı var bizde. Oyun oynamazlar, spor yapamazlar ya da asosyal olurlar zannediliyor. Halbuki işin aslı hiç öyle değildir. Bu sefer sadece kendimden biliyorum demeyeceğim. Nasıl her gün okuyabiliyorsun gibi bir soru size bile belki mantıklıymış gibi gelebilir ama hiçbirimiz nasıl her gün yemek yediğimizi (hem de kim bilir kaç kere) sorgulamayız. Her şeyde dengeyi gözetmeye çalışmak gerektiğini düşünüyorum ben. Yeri geldiğinde hepimizin bir köşeye çekilip sessizce kalması gerektiğine inanıyorum. Tıpkı Tahir Sami Bey gibi:
“Sevabı günahı, cenneti cehennemi, hesap gününü düşünür; Cenab-ı Hakk’ın rahmetine sığınırdı. Ney sesi onun için bu dünyaya ait bir şey değildi. Neyzenler Kahvesi’nde fazla konuşulmazdı. Durup dururken ney çalınmazdı. Gelenlerin çoğu ehl-i tarik olduğundan sessizce kalmanın da bir nevi konuşma olduğuna itikatları vardı. Arada bir bakışır ve tebessüm ederlerdi.”
Hepimizin yanında sessiz kalabileceğimiz insanlara ihtiyacı var bence. Telefona gömülüp hiç konuşmamaktan bahsetmiyorum tabii. Hani garip bir sessizlik anı olur ya, kendini konuşmak zorunda hissedersin. İşte o zorunluluğu hissetmemek lazım bence. Zaten bütün zorundalıklar yıpratır insanı. Bir tercih hakkımız olmalı her zaman ve daha ilk adımı atmadan önce gönüllü olmalıyız. Her ne yapıyorsak yapalım, içten ve samimi olmak gerek. Çünkü hayat çok kısa ve bunun rakamlarla bir ilgisi yok bence. Kırk da az, seksen de yüz de. “Bir yaştan sonra hayat yokuş aşağı hızla yuvarlanıyormuşsun gibi geçiyor.” demişti bana bir büyüğüm. Bu hangi yaş bilmiyorum ama yazarımız satır aralarında şunları söylüyor:
“Yaş kırkı aştıktan sonra günler çabuk geçmeye başlar.
Elliden sonra seneler.”
Bana bu aralar haftalar çabuk geçiyor. Sanki bütün günler Pazartesi gibi geliyor bazen. Pazartesi sendromu böyle bir şey olmasa gerek. Şimdi bir de denetleme dönemindeyiz ve iş yerinde yapılacak o kadar çok işim olmasına rağmen iki satır yazmaya üşenenler yerine yaptığım işi bölüp bütün yazışmaları yapıyorum. Yetmiyor dışarıya çıkıp iki cümleyi okumaktan aciz çalışanlara sahip bankacılarla muhatap oluyorum. Bu da ayrı bir sorun çünkü bana da burada onlara laf anlatabilecek kapasitede kimse olmadığı söyleniyor. Tamam ona da ben gideyim ama geride bıraktığım işleri de başka yapabilecek kimse yok. İşin en acı tarafı da bankalara gittiğimde bana söylenenlerin ne kadar doğru olduğunu görmem oluyor. Hakikaten defalarca attığımız maillere bakmadıklarını, elimde imzalı talimatı orada tekrar sözlü olarak açıklamama rağmen ekstrelerini istediğim tarih aralığını yanlış yaptıklarını fark ediyorum. Neden kimse işini düzgün yapmıyor ve bütün işler her yerde birkaç kişinin üzerine yığılıyor? Gittiğim son kamu bankasında müşteri temsilcilerinin kendi aralarında konuşmaları da her şeyin özeti aslında. Karşı masadaki müşteri temsilcisine, şu şubede sen kime gönderiyorsun bunları, diye soruyor ve ekliyor, bu iki saat onay vermiyor. Bir yandan elinde benim verdiğim talimat. O sırada cep telefonu çalıyor ona da bakıyor, laf anlatmaya çalışıyor başka bir müşteriye. Şimdi ben de kızamıyorum çünkü belli ki o da benim kadar mağdur. Ama sorduğu soruya dikkat ettiniz mi bilmiyorum. Çünkü normal şartlarda sorması gereken soru o değil. Ama doğal olarak o da hepimiz gibi oranın çalışan ya da çalışmaya gönüllü personelinin kim olduğunu soruyor aslında. Bunu mesela biz bile biliyoruz artık. Hangi şubede kim ne kadar sürede döner, hangi hızla iş yapar. Hangisi işi yokuşa sürerken hangisi gereksiz yere uğraştırmaz. Haliyle hep o kişilere yazıyoruz ve onların yükünü daha da arttırıyoruz. Kaytaranlar yine arazi oluyor. Çalışanlar daha çok çalışıyor. Ben de ne kadar dolmuşsam yazdım da yazdım ama bütün bunlar hep kitapla da ilgili aslında. Tahir Sami Bey bir memur olmasına rağmen kesinlikle atm memuru değil. Maalesef böyle bir tabirimiz de var, duymuşsunuzdur mutlaka. Ve ne yazık ki özel, kamu, sivil her tür kuruluşta işi sadece aldığı maaşı saymak olan çalışanlar var.
“Bu memlekette niçin emeğin değeri, sabrın meyvesi, hasbî çalışmanın semeresi alınmıyor? Bu memleket kendi kozasını örenlere niçin hiç kıymet vermiyor? Hadi bunlar bir yana, ben bir yana, yahu insan kitap kıymeti bilir. Kitaba önem vermeyen toplum nasıl ayakta kalır, nasıl yaşar? Bedava veriyorum kardeşim, bedava.”
Bu hikâyenin sonu hüzünlü bitiyor. Ben o kadar üzülmüştüm ki bitirince, sanki bir arkadaşımdan ayrılmış gibi hissetmiştim. Kendi sonum da böyle olmaz inşallah dedim sonra. Tahir Sami Bey’in ömrü boyunca özenle derleyip topladığı kitapları bir tane bile kütüphane almıyor. İdeal bir dünyada bırakın o kitaplara sahip çıkmayı, onun adına koca bir kütüphane yapılmalıydı belki de. FM (Futbol Menajerlik Oyunu) oynayanlar bilir, orada bana göre en büyük mertebe ne Şampiyonlar Ligi’ni kazanmaktır ne de Dünya Kupası’nı. Harcadığınız saatler karşılığında sanal bir oyun bile size jest yaparak adınıza bir stadyum inşa ettirerek onurlandırır sizi. Herhalde bu dünyada da insanın ulaşabileceği en üst noktalardan biri adına bir kütüphane yapılmasıdır. Bilmem bu düşünceme katılır mısınız? Benim adım da çok uzun, yani ne kadar çabalarsam çabalayayım onlarca kitap bile yazsam pek gerçekleşebilecek bir hayal gibi durmuyor: Mücahit Muhammet Karakuş İl Halk Kütüphanesi. Madem hayal kuruyoruz dedim o yüzden il yazdım ama ilçe de olur yani. Hiç sorun değil. Siz hiç söylemeden ben baştan kabulleneyim. Bana da bazen fazla iyimsermişim gibi geliyor. Ama mesela kitaptaki şu cümle de bana umut vermişti:
“Lâkin felâket de, selamet de geliyorum demez.”
Her şeye rağmen sonunda bir selamet gelsin de habersiz gelsin mühim değil. İşte o zaman çekilen bütün sıkıntılara değer. Öyle değil mi?
1
Henüz hiç yorum yapılmamış.