Bozgun, Büyük Hedefler ve Bir Elin Parmakları
Bugünlerde zamanın hızına yenik düşmemek, en büyük zafermiş gibi hissediyorum. Her hafta bir kitap ya da bir kısa hikâye hakkında rahatlıkla yazabileceğimi düşünüyordum çünkü asıl niyetim bunu her gün yapmaktı. Arada böyle kendimi her şeye yetişebilecekmiş gibi hissettiğim dönemlerim oluyor ve ciddi ciddi her gün yazmaya vakit ayırabiliyorum. Burada sormak istediğim şey ise böyle dönemlerde ne yapmam gerektiği?
Hemen hiç durmadan yazabildiğim kadar yazmam mı lazım? Yoksa bu tutkuyu dizginleyip, daha çok okumaya ve hayatın yoğun dönemlerinde de yazabilmek için bir anlamda malzeme mi toplamam lazım? Ya da büyük büyük hedefler belirleyip, onların peşinde mi koşmam gerek? Aslında sorun şu ki, ben hem daha çok okumak istiyorum, hem de daha iyi yazabilmek. Peki bu nasıl olacak? Bilmiyorum ama en azından arayış içerisindeyim ve yeni şeyler denemeye çalışıyorum.
Bu yeniliklerden biri de artık daha fazla yazarlara odaklanmak ve o yazarların neler yazdıkları kadar nasıl yazdıklarını da okumak. Tabii öncesinde onların yazılarını, hikâyelerini okumadan da olmaz. Zaten bu çok önceden de amaçlarımdan biriydi. Zaman zaman yazarlar hakkında da yazacaktım burada ama gelin görün ki bunu sadece Panait Istrati için yapabildim. Çünkü bu yazıları yazmadan önce yazarın bütün kitaplarını okuyabilmek gibi ütopik bir amaç edinmiştim kendime. Ütopik buraya çok uygun bir ifade olmadı biliyorum ama bu çok zor ve aslında gerekli olmayan bir şeymiş diye düşünüyorum artık. Zaten bu yöntemi değiştirmezsem muhtemelen ömrüm boyunca en fazla bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar yazar hakkında yazabileceğim. Bunu fark etmek beni üzdü ama en azından bir değişikliğe giderek bu sayıyı arttırabileceğimi umuyorum. Daha fazla uzatmadan henüz hiçbir kitabını okumadığım ve bir an evvel Devlet Ana’yla bir giriş yapmak istediğim yazarın bu kısa hikâyesine giriş yapmak istiyorum.
Kemal Tahir okumaya en kolay nereden başlarım diye düşünürken, önce kısa hikâyelerini bulmaya çalıştım ve Bozgun’a rastladım. Zehra’nın Defteri isimli kitapta yer alıyor bu hikâye. Ayrıca kitabın sonunda yarım kalmış öyküler de yer alıyor. Onları da merak ediyorum çünkü benim de çok yarım kalan hikâyem var. Hatta bazıları yarım kalacak yani onu da biliyorum. Çünkü sonu yok. Kendi kendime sormaya da korkuyorum çünkü okurken de anladım ki bu soruyu akla getirmek bile zor:
“ — Ölmüş mü, diye sordum.
Bu sual daima korkunçtur.”
Bozgun, savaş sonrası yenilmiş bir halkın o yorgunluğunu birkaç sayfada bile o kadar iyi anlatıyor ki okurken siz de kendinizi yenilmiş gibi hissediyorsunuz.
Savaş sonrası deyince tabii bizim gözümüzde ortam pek canlanmıyor. En fazla gördüğümüz filmlerden aklımızda kalan kareler var sadece. En azından benim için böyle bu durum ama buna rağmen şu satırları okurken sanki oradaymış gibi yaşadım o anı:
“En ihtiyarımız altmışlık bir tabur imamıydı. Bir şarapnel sağ kolunu dirseğinden koparmıştı. Belki de bunun için diğer imamlar gibi sık sık cennetten, cehennemden, sırattan, mahşerden bahsetmiyor, konuşurken elini sallayarak işaretler yapmıyordu. Artık sonuna kadar parmaklarını dizlerinin üzerinde kenetleyemeyecekti.”
Yanınızda birini ya da bir şeyini kaybetmiş bir yakınınız olduğunda ve konu bir şekilde oraya geldiğinde kendinizi kötü hisseder misiniz? Böyle anlar vardır hayatta maalesef ve ben hiç rahat olmamam öyle yerlerde. Adeta bir bozgun ortamı gibidir oraları benim için. Bu arada bakın TDK bozgun kelimesi için iki farklı tanım yapmış:
“1. Bir topluluk içinde karşılıklı güvenin bozulması yüzünden ortaya çıkan karışıklık.
2. Yenilen bir ordunun, asker onurunun gerektirdiği bütün bağları yitirerek düzensiz bir biçimde çekilmesi.”
Hikâyeye adını veren kelimenin ikinci anlamı gibi gelebilir size okurken ama ben ondan da emin değilim. Zaten iki anlam birbirine o kadar uzak değil aslında. Hatta birbirinin sonucu bile diyebiliriz.
“Ekmek hırsızlığı ve dilencilik başlamıştı. İstasyonlardaki sıkı tertibatın sebebi anlaşılıyordu. Dükkanlar ve kasabalar yağmadan korkuyorlardı. Bozgun, kaideleri ve ahlakı altüst etmişe benziyordu. Ve galiba eve gidebilmek için artık her şey mubahtı.”
Eminim ki bozgunun ne olduğunu şimdi daha iyi anlamışsınızdır. Peki üstteki bu paragraftan sonra gelen cümlenin ne olduğunu tahmin edebilir misiniz?
“Halbuki bizim askerin hiç düşünmediği şey dilenmek, hiç aklına getirmediği şey çapuldur.”
Edebiyatımızda 1960'lı ve 70'li yılların “Üç Kemaller” dönemi olarak adlandırıldığını biliyordum ama bir türlü onları okuma fırsatım olmamıştı. Şimdi en azından onlara da bir başlangıç yapmış gibi hissediyorum. Dolayısıyla okurken içten içe hep sonunda bu kitapları da okumaya başlayabildim diye sevindim ve dilin beklediğim kadar ağır olmaması beni mutlu etti. Ancak anlatılanlara bakınca da içim karardıkça karardı. Tıpkı üstte de olduğu gibi her iki uç noktayı da gösteriyor yazar. Bu benim ilgimi çekti. Tıpkı hikâyenin sonunda olduğu gibi yani. Yine karakterle beraber burada yüreğimiz dağlanıyor mesela:
“Hemen yürüdüm. Arkamdan benimle alay ediyorlarmış gibi bağırıyorlardı:
— Hey gidi sarı kız hey! Açıldın da benzine kan geldi.
Birdenbire Ali’yi hatırladım. Bir adım arkamdan gelen Hüseyin’in yüzüne baktım. Seyrek kirpikli gözleri yaşarmıştı. Dehşetli bir acı hissiyle hemen mevzuu değiştirmek istedim. Gülümsemeye çalışarak:
— Ne o Hüseyin, dedim, vatana yabancılar girdi diye mi tasalanıyorsun?
Gözlerini benden saklamak istiyormuş gibi yumdu:
— Ali’yi hatırladım, dedi, nur içinde yatsın. O da kaçak tütüne sarı kız derdi.”
Kaybetmenin, yenilmenin ne kadar acı ve sonuçlarının da ne kadar ağır olduğunu çok iyi anlıyorsunuz. Ama çok değil, birkaç cümle sonra hikâye şu şekilde bitiyor ve adeta yeni bir hikâye başlıyor:
“Birkaç adım sonra ‘nur içinde yatsın’ kelimelerini söylediği kadar iddiasız, sakin ve kati:
— Düşmanın esamisi mi okunur, diye ilave etti, onları nasıl olsa buralarda komayız.”
Savaş ve düşmanlar deyince aklıma dün bir öneri sayesinde seyrettiğim film geldi: The Banshees of Inisherin. Değişik bir konusu var. Seyrederken kendinizi kötü hissedebilirsiniz ama yukarıda bir yerde dedim ya bir elin parmaklarını geçmez diye, o zaman da aklıma gelmişti. Bahsetmesem eksik kalır gibi hissettim. Zaten film de bir bozgun ortamında geçiyor denilebilir. Yalnız küçük çocuklarla seyretmeyin sakın, öyle ailecek seyredilebilecek bir film değil çünkü. Ama sırf Colin Farrell’ın oyunculuğu için bile izlenir bana sorarsanız. Yine beş sayfalık hikâyeden beş dakikada okunamayacak bir yazı çıktı ortaya. Nasıl böyle oluyor, anlamıyorum…
2
Henüz hiç yorum yapılmamış.