Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık, Sözlükler, Oyunlar ve Garip Başlıklar

Murat Gülsoy’u daha önce hiç okumadım ama yazmayla, yazarlıkla ilgili kitapları her fırsatta okumaya çalışıyorum. Kimilerinde çok fazla şey öğrenemesem de Büyübozumu kesinlikle onlardan biri değil benim için. O kadar çok alıntım var ki bu kitaptan, hiç uzatmadan başlamak istiyorum çünkü kitap bizi içine çeken şu alıntıyla başlıyor:

“Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.”
JEAN-PAUL SARTRE, Bulantı

Bu görüşlere katılır mısınız bilmiyorum ama ben de böyle düşünüyorum. Yazarlık doğuştan mı gelir diye soranlara, bunu açıklamaya çalışanlara da denk geliyorum bazen. Kimse okurluk doğuştan mı gelir diye sormuyor. Şahsen hiç doğuştan yazar olan birini görmedim. Aynı şekilde ilkokulu bitirip de okuma yazma öğrenemeyen birine de rastlamadım. Okuyabilen herkesin yazabileceğini düşünüyorum ama yazarlık sadece yazmak değil bana göre. Nadiren yazar gibi hissettiğim de oluyor ve mutlu oluyorum ama bence asıl önemli olan iyi bir okur olmaktır. Bizim eksikliğimiz daha çok orada diye düşünüyorum.

“Yakın bir tarihte yayın hayatına son veren bir derginin veda etme nedeni ibret verici bir örnektir. Dergiyi çıkaranlar her ay kendilerine bine yakın kişiden şiir geldiğini ama derginin satışının birkaç yüzü aşmadığını söyleyerek sitem ediyorlardı. Yazmak ve yazdıklarını yayımlatmak isteyenlerin içinde yer alacakları edebiyatı okumaya ve izlemeye gönüllü olmaması gerçekten de büyük bir eksikliktir.”

Ne kadar garip değil mi? Dışarıdan bakınca insan inanamıyor ama işin içindekiler bu durumu zaten çok iyi biliyordur. Yine de bu heves kırıcı bir şey olmamalı. Mutlaka denk gelmişsinizdir, yılların tiyatrocuları bile sahneye çıkarken her seferinde ilk günkü gibi heyecanlandıklarını söylerler. Bu bana tuhaf gelmiyor mesela. Hatta anlıyorum artık onları. Çünkü okunmak da insanda benzer bir his yaşatıyor. Bunu korkuyla karıştırmak çok olası çünkü artık heyecanın ne olduğunu bile unuttuk. O kadar tekdüze hayatlar yaşıyoruz maalesef. Yani korkmayın çünkü bu korku değil.

“Eğer yazmak istiyorsanız yazarsınız. Kimse size engel olamaz. Ancak yazdıklarınızı başkalarına okutmaya kalkıştığınızda veya yayımlatmak istediğinizde işin rengi değişir. Ama şimdi daha işin başındayken bunu düşünmemeliyiz.”

Kitapta o kadar çok yerde kendimi gördüm ki, anlatamam. Yazarımızın başından geçenler, başka yazarlardan verdiği örnekler hep bana bir umut oldu diyebilirim. Mesela şu kaygıları yazmaya yeni başlayan herkes gibi bende yaşıyordum eskiden:

“Başta, defter tutmaya başladığım ilkgençliğimde defterlerimin birilerinin eline geçeceği korkusunu taşırdım. Yazdıklarım benden habersiz okunabilir kaygısıyla onları en gizli çekmecelerimde tutardım. Ama bu tavrımla çelişecek biçimde herkesin gözü önünde yazardım. Çay bahçelerinde, kafeteryalarda… Daha sonraki yıllarda yazdıklarımı dosyalayıp yayınevlerinde metinlerimi değerlendirecek birilerini ararken edindiğim olumsuz deneyimin etkisiyle olsa gerek- defterlerimi saklamaktan vazgeçtim. Nasıl olsa onları okunsun diye yazıyordum ve okutacak birilerini bulmakta zorluk çekiyordum. İnsanların sandığım kadar meraklı olmadıklarını öğrenmiştim. Zaten yazdıklarım da kişisellikten sıyrılmaya başlamıştı artık. Yine bu duruma zıt olarak artık göz önünde yazmıyorum. Garip değil mi?”

İnsanlar sandığımız kadar meraklı değiller, ne kadar acı değil mi? Bunu ben de çok geç öğrendim. Çocukken bir kitapta daha önce hiç duymadığım, değişik bir kelimeye denk gelmiş ve evdeki sözlükleri karıştırmıştım. Sözlüklerin de en sevdiğim yanı, asla tek bir kelimeye bakmamaktı. Şimdi elimizin altında internet var, hangi dilde olursa olsun tek tıkla bulabiliyoruz istediğimiz kelimeyi ama sözlüğü karıştırırken arada karşımıza çıkabilecek diğer kelimelerden mahrum kalıyoruz. 

Sözlük demişken, hatırı sayılır bir paraya İngilizce sözlüğü aldırmışlardı bize lisedeyken. Aynı sözlüğün yıpranmış, ortadan ikiye bölünecek kadar eskimiş halini kullanan hocamız içinde tek bir kelime Türkçe geçmeyen bu sözlükte neredeyse her sayfaya aldığı notları göstererek, yenisine verdiğiniz paranın iki katını verseniz size bu sözlüğü satmam, demişti. O geldi aklıma. Ne zaman yıpranmış bir sözlük görsem aklıma gelir ve anlatırım bunu, şimdi de kaptırdım kendimi yazarken. 

“Bir süre sonra yazdığımın ayırdında olmadan, tek tek sözcükleri, cümleleri düşünmeden kendiliğinden yazı akmaya başlıyor. Bu, yazmanın en zevkli halidir.”

Az önce de yaşadım zaten bu anı, canlı canlı örnek olsun size de dedim o yüzden uzattım. Aslında çocukken karşılaştığım o değişik kelimeyi anlatıyordum. İşte beni o farklı alemlere götüren kitabı bir arkadaşım okumaya başlayıp da o değişik kelimeye denk gelince, ben bunu anlayamıyorum çok fazla eski kelime kullanılmış, gibi bir şey deyip bırakmıştı okumayı. Belki sonradan dönüp okumuştur, bilmiyorum ama o gün büyük hayal kırıklığına uğramıştım.

Daha önce yazar tıkanıklığından söz açıp okur tıkanıklığı yaşadığımı söylemiştim. Bazen bir şeyi anlatmanın en iyi yolunun onu anlatmamak olduğunu düşünüyorum. Bunu zaten günlük hayatta herkes yapıyor şimdi burada okuyunca ilk defa görmüş gibi yapmayın lütfen.

“Tıkanıklığı aşmanın bence tek yolu, o andaki zihinsel durumu değiştirmek. Bunu kolaylıkla herkesin başarabileceğine inanıyorum. Çünkü zihnimiz hep değişimleri kovalayan bir çalışma şekline sahip. Farklılıklar, şaşırtıcı durumlar ve biraz da gerginlik insan zihnini açan etmenler. Yine de aşılamaz bir noktaya gelmişsem o zamana kadar yazmış olduğum metni bir kenara koyup yoluma başka metinlerle devam ediyorum. Belki bir gün dönerim umuduyla…”

Umarım bu cümleler bu tıkanıklığı yaşadığınızda sizlere yardımcı olur. Olmazsa da çok ciddiye almamak gerekiyor bence bu yazamama durumunu. Hayatta ciddiye alınması gereken daha önemli şeyler var çünkü. Mesela oyunlar.

“Çocukların oyunlarının gerçek olmadığını fark etmelerine rağmen onları çok ciddiye alışları ile yazarların yarattıkları dünyalarla ilişkilerinin aynı olduğunu iddia eder. Bu noktada çok ilginç bir etimolojik kanıt da sunar (Almanca bu ilişkiyi korumuştur: Spiel, oyun demektir; Lustspiel komedi, zevk veren oyun; Trauerspiel, trajedi, üzen oyun anlamına gelir). Ancak çocuk büyürken oyun dünyasıyla yollarını ayırır ve bir gün gelir, eskiden oyunlardan nasıl zevk aldığına şaşırır bir zihinsel durumda bulur kendini. Artık çocuk oyunlarından zevk almaktan vazgeçmiştir.”

İnsanlar sandığımız kadar meraklı değiller dedik ya hani, aslında çocuklar meraklıdır normalde. Ya da meraklı olmaları gerekir diyeyim. Artık ne yapıyorsak bu çocuklara, merakı da oyunu da unutuyorlar büyüyünce. Biraz da kendimizi sorgulamamız lazım. 

Büyübozumu’nda yazmayla ilgili başka kitapların yanı sıra yazarların görüşlerine de yer veriliyor sık sık. Ayrıca bizim edebiyatımızdan da üç öykünün tahlili yapılıyor, satır satır inceliyoruz yazarımızla birlikte. Hepsine geleceğim merak etmeyin ama bir yandan da sabırsızlanıyorum. İşte yazmakla alakalı o kitaplardan birinin yazarı Tristram Shandy’nin Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri kitabının önsözünde şöyle yazıyormuş:

“Bütün büyük romanlar zaten bildiğimiz ama o konuda büyük bir roman yazılmadığı için kabul edemediğimiz gerçekleri göstermek için yazılır.”

Ne kadar çarpıcı bir tanım değil mi? Kabul görmenin tam olarak ne demek olduğunu bilmiyoruz bence. Çok fazla reddedildiğimiz için söylemiyorum bunu yanlış anlaşılmasın. Ama kabul edince insan söyleyemiyor ki her zaman. Sükut ikrardan gelir demek değil amacım. Çoğu zaman kabul edildiğinizi bile fark etmiyorsunuz. Aynı şekilde neleri kabul ettiğimizi de unutuyoruz sürekli. Bunları bir yerlere yazmak, hem anlaşılmasını hem de unutulmamasını sağlayabilir. Sözleşmeler bile bunun için yazılı yapılır. Çünkü görüp okumak, duyup dinlemekten çok daha farklı bir etkiye sahiptir.

“Çünkü hayal gücümüzün tıpkı diğer zihinsel yetilerimiz gibi son derece yaşamsal bir işlevi vardır: sorunlara çözümler üretmek.”

Bu kitabı okurken zaman zaman ne kadar zormuş bu iş böyle diye düşündüm. Metot oyunculuğu diye bir şey vardır ya hani, onun da en önemli özelliği seyirciye bir kurgu izlediğini unutturmakmış. Başarılı örneklerinde sonuç seyirci için mükemmel olabilir ama peki ya oyuncu için nasıl bir şey hiç düşündünüz mü? Ne büyük uğraş ve çile aynı zamanda. “Belki de ben Behzat Ç.’yim ama Erdal Beşikçioğlu’nu oynuyorum.” sözünü duyduktan sonra dizinin yeniden başlayacağını öğrenip sevinmiştim. Ama ben bu kadar uğraşır mıydım bir karakter için? Oynamaktan bahsetmiyorum tabii ki. Sadece yazmaktan ama yazarken de zihninizde oynatıyorsunuz o karakteri bir şekilde. Bunu düzgün şekilde yapabilmek çok mühim çünkü aksi takdirde kafayı da oynatabilirsiniz. Bu yüzden ben şimdilik daha basit düşünmeye çalışıyorum.

“O halde belli sayıda hikâye kalıbı olduğunu iddia edebilir miyiz? Şimdilik bu soruya evet yanıtını vermek istiyorum. Yaşam içinde gereksiz olan şeyler genellikle elenir. Enerji, canlı için yaşamsal önemi olan kısıtlı bir kaynaktır. İnsan beyni de bedenin diğer organları gibi enerji optimizasyonu kurallarına uyar. Kullanılacak değerde olanlar daha çabuk öğrenilir ve kalıcılaşır. Maruz kalma sıklığı arttıkça bir hikâye kalıcı ve önemli bir kalıp haline gelir. Bu noktada, bireyin içinde bulunduğu ortamın çeşitliliğinin ne kadar önemli olduğu görünüyor. Birbirine benzer olayların yinelendiği bir çevrede yaşayan birey için uzaklarda yaşayan başkalarının deneyimleri ancak yedek hikâyeler olarak kalır. Asıl hikâye orada, o anda yaşananlarla sınırlıdır.”

Bu arada bir şeyi itiraf edeyim, ben kısa hikâye yazma serüvenime roman yazmanın çok fazla zaman alacağını ve çok daha zor olduğunu düşündüğüm için başlamıştım. Ancak yazmaya çalıştıkça inanamıyordum. Olur mu hiç öyle şey, beceremiyorum yazmayı, saçmalıyorum diye düşünmüştüm. Acaba insanlar ne der diye birkaç kere dile de getirdim, hatta buralarda da yazdım. Karşı çıkan olmadı hiç ama hâlâ aklım almıyor çünkü: İyi bir kısa hikâye yazmaya çalışmak, iyi bir roman yazmaya çalışmaktan daha zor!

“İyi bir edebiyat metninde hiçbir şey rastlantısal değildir. Kurmaca ürünlerde kaza olmaz. Bu nedensellik, yazarın çok karmaşık bir hesap yaparak yazdığı anlamına gelmez. Uykuyla uyanıklık arasında yaşanan bir deneyime benzer yazmak. Yazar da kimi zaman neyi neden yazdığını, hangi ayrıntının üzerinde daha çok durduğunu bilmez. Bazen hiç ummadığımız bir biçimde gelişir yaratma süreci.”

Uykuyla uyanıklık arası bir deneyim, bana Hemingway’in “Sarhoşken yapacağınızı söylediğiniz her şeyi ayıkken yapın.” sözünü hatırlattı. Aslında bu sözün böyle olduğunu bile bilmiyordum. Az önce baktım benim hatırladığımdan çok daha farklıymış. Yine de Hemingway bu cümleyi kurmuş mu emin değilim ama arama sonuçlarında bu çıkınca hiç tereddüt etmeden kopyalıyorum buraya. Peki ya çevrimiçi olmasaydım? Belki de hiç riske girmeyip yazmayacaktım bile bu sözü. Ya da başka bir gün yazacaktım bu satırları. Aynı cümleleri başka bir gün kurabilir miydim peki? Bence kuramazdım. Yani hangi gün yazdığınız çok önemli. Hangi günü yazdığınız ise daha önemli.

“En sıradan olayların anlatılacağı öykülerde bile hikâyenin başladığı gün diğerlerinden farklıdır. Farklı olduğu için anlatılmaya değerdir. Öyle olmasa bile kolay bir başlangıç olduğu için tercih edilir.”

Başlangıçları ben de önemsiyorum, tıpkı sorular gibi. Sorular ve onların kime sorulduğu çok önemlidir. Bazen verecek bir cevabınız olmaz ama her zaman soracak bir soru bulunabilir. Bulamıyorsanız bile “Neden soracak güzel bir soru bulamıyorum?” diye sorabilirsiniz. 

“Edebiyat yapıtlarını derinlikli kılan, onları önemli yapan şey, sordukları sorulardır. Edebiyat, yanıtlar üretmekten çok, soruları çoğalttığında ilginçtir.”

Aslında öyle derinlikli şeyler yazmak zorunda değiliz hiçbir zaman. Çok önceleri hep parlak fikirler bulmam ve sadece onları yazmam gerekir gibi hissediyordum. Artık o baskı yok üzerimde. Çünkü bu mümkün değil benim için: Hep muhteşem şeyler yazmak. Bir de okumanın verdiği bir frenleme sistemi var. O kadar çok güzel şey yazılmış, çizilmiş ki bu zamana kadar şimdi bize en fazla onlardan anladıklarımızı yazmak kalıyor gibi geliyor bana. Bazen de aklıma değişik bir fikir geldi zannediyorum. Ufak bir arama sonucu bunun hakkında sayfalarca sonuca ulaşıyorum. Arada sırada da yazmayı düşündüğüm fikirlerin yazıldığı kitaplara denk geliyorum ve mutlu oluyorum. Önceden olsa üzülürdüm mesela ama artık demek ki yazılmaya değer bir fikirmiş diye seviniyorum. 

Benzer şeyler filmlerde de başıma geliyor bazen. Mesela Andre ile Akşam Yemeği (My Dinner with Andre) filmini ilk seyrettiğimde, benim yazacağım hikâyenin filmini çekmişler diye hayıflanmıştım. Ama çok da beğenmiştim filmi. Notlar çıkarmıştım. Çok sıradan denilebilecek, neredeyse hiçbir olayın yaşanmadığı bir akşamdan muhteşem bir film çıkarmayı başarmıştı yönetmen. Demek ki böyle bir kitap da yazılabilirdi. Gerçi film çok bilinen, beğenilen bir film değil ama benim için özel bir hikâyesi var diyebilirim. Yıllar sonra bu filmi tamamen unutur ve bir benzerini yazar mıyım bilmiyorum. Keşke yazabilsem çünkü gerçekçi bir diyalog yazmak hiç öyle göründüğü kadar kolay değil. Bu arada bilmeden kriptomnezi kavramının tanımını yaptım az önce, bu kitapla birlikte öğrenmiş oldum bunu da. Unutmamak için yazıyorum:

“Bir seferinde aklıma gelen parlak bir roman fikrini uzun uzadıya defterime not almıştım. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra okuyacak bir şey bulamadığım için kıvrandığım bir gece sevdiğim yazarlardan birinin daha önceden okumuş olduğum bir romanına göz gezdirmeye başladığımda başımdan aşağıya kaynar sular döküldü! Daha önce not ettiğim ‘parlak’ fikrim Paul Auster’ın romanlarından birinin özetinden başka bir şey değildi. O zaman yaşadığım sarsıntı yukarıda örneğini okuduğunuz kesişmeden çok daha acı vericiydi. Çünkü aklıma gelen özgün fikri farkında olmadan başkasından aşırmıştım. O ‘parlak’ fikri kaybetmiş olmam yeterince üzücü değilmiş gibi bir de şu soruyla boğuşmaya başlamıştım: Yazdığım her şey böyle bir okuma-unutma-yeniden keşfetme-yani çalma sürecinin ürünleri miydi? Bu soruyu ‘hayır’ diye yanıtlayıp yola devam etmekten başka bir seçenek yoktu tabii. Ama madem konu ‘bilmeden çalma’ yani kriptomneziye (cryptomnesia) geldi, iki Lolita’dan söz etmeden olmaz.”

Sonrasında kitap hakkında tipik bir kriptomnezi vakası olmaya aday diyor ama kendi adıma şunu söyleyeyim diyerek ekliyor yazarımız:

“Nabokov iyi ki Lolita’yı yıllar önce okumuş olduğunu hatırlamamış! Yoksa dünya edebiyatı bir başyapıttan mahrum kalacaktı. Kaldı ki bir sanat yapıtı sadece bir fikirden, konudan ya da teknikten ibaret değildir. Ayrıca şunu da belirtmekte yarar var: Sanat etki üzerine kuruludur. Etkilemek için yazarız. Etkilenmek için okuruz. Etkileyebilmek için de etkilere kendimizi açmamız gerekir. Tüm edebiyat yapıtlarının birbirleriyle bizim farkında olmadığımız bir dilde konuştuklarını düşünüyorum zaman zaman; ama bu da başka bir konu.”

Tüm edebiyat yapıtlarının birbirleriyle iletişimde olması, olamaz bir şeymiş gibi geliyor başta. Biliyorum ama ben internete yüklenen her şeyin zaten buna benzer bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıları yazmamdaki bir diğer motivasyonum da bu olmuştu. Kim bilir belki bir yapay zeka, çoktan okumuş, anlamış ve analiz etmiştir bütün bu yazdıklarımı. Zaten bu yazı o kadar uzun oldu ki, normal bir insanın okumasını beklemem haksızlık olur. Ama yazmış olmam lazım yukarılarda bir yerlerde. Üç kısa hikâyenin neredeyse her cümlesini, neden böyle yazılmış diye tek tek inceliyoruz yazarla birlikte. İşte onların birinden aldığım not:

“Bir mekân yaratıldıktan ve orada bulunan nesneler bir kez adlandırıldıktan sonra okurun zihninde oluşan ‘görüntü’ zaman içinde solmaya başlar. Eğer hatırlatılmazsa o mekânda bulunan nesneler unutulmaya başlar. Bu cümlenin işlevlerinden biri, mekânın devamlılığını sağlamasıdır. Bir başka işlevi de hikâyenin kişilerinin eylemlerini anlatmasıdır.”

Bu bana hatırlatılmazsa unutulacağını düşünen insanları anımsattı. Çünkü var böyle bir şey maalesef. Şahsen böyle bir kaygım olmazdı benim eskiden ama o hatayı da yaptım tabii, yapmaz olur muyum hiç. Araya soğukluk girmesin diye içimden gelmediği halde aradığım, sorduğum insanlar oldu. Bu bana pek samimi bir hareket gibi gelmiyor ve ters tepiyor zaten. Ama yazarken de böyle unutulma korkusu yaşanabilir gerçekten. Tekrar tekrar aynı şeyleri yazmak kötü olsa da, arada tekrarlanan motifler bir şarkının nakaratı gibi kitabın da en güzel sayfalarını doldurabilir. Bir de tabii okurun neyi nasıl anladığı konusu var. Bazen bir cümle yazıyorum ve hiç aklıma bile gelmeyen bir şeyi anladığını söyleyen birileri çıkıyor. Hemen okuyorum o cümleyi ve evet, haklı aslında. Öyle de denilebilirmiş diyorum içimden. Hatta böyle benim aklımdakinden daha iyi olmuş dediğim de oluyor. Bazen de fıkrasını anlatan insan konumuna düşüyorum, orada aslında şunu düşünmüştüm, diye açıklamaya kalktığımda da kendimi başarısız olmuş gibi hissediyorum. Demek ki doğru şekilde anlatamadım diyorum. Bu da biraz acımasız bir özeleştiri olabilir.

“İnsan zihni Hume’un ortaya koyduğu gibi zamansal bitişikliği nedensellikle karıştırmaya yatkındır; dolayısıyla birbiri ardınca gelen iki olgudan öncekini neden, ötekini sonuç saymak gibi bir koşullanması vardır.”

Hikâye ve olay örgüsünün farkını anlatan çok güzel bir örnek de var kitapta, onu da paylaşacağım birazdan ama önce yazılan dönemin önemini anlatan şu bölüme geçmek istiyorum:

“Anlatılan kahramanların (özellikle uzun zaman dilimlerini içeren bir romanda) hangi yılda nerede, ne durumda olduklarını yazarın net bir şekilde önceden biliyor olması, anlattığı hikâyenin tutarlılığı için önemlidir. Bunu okura doğrudan yansıtmak zorunda değildir; ancak hikâyenin bir zaman cetvelinin önceden çıkarılmış olması çok işe yarar. Karakterler yaratılırken sadece onların kişilik özellikleri, psikolojik altyapıları değil aynı zamanda eğitim, meslek, sınıf, aile özellikleri, bir başka deyişle geçmişleri hayal edilir. Bunların arasında uyum yoksa karakter doğru bir biçimde ortaya çıkamaz. Geçmişi tasarlarken de zamansal tutarlılık gözetilir. Tabii anlatılan hikâyenin geçtiği zamana özgü ayrıntılara hiç değinmiyorum.”

Burada ben de ayrıntılarda boğulmak istemiyorum. Zaten bir şey böyle çok abartıldığında ya da karşıma hep olmazlarla gelindiğinde bu pek hoşuma gitmez. Genellikle de uzaklaştırır beni bunlar. Belki benim gibi düşünenler olabilir diye kurmaca yazmanın zorluklarından daha fazla bahsetmek istemiyorum. Bence yazmanın büyüleyiciliğine daha çok odaklanmamız lazım. Çünkü hiçbir zaman kendi yazdığımız karakteri bile tamamen bilemeyeceğiz.

“Kahramanlar kaderleriyle giriştikleri mücadeleyi bitirdiklerinde karakterleri de tamamlanmış olur. Herakleitos’un şu sözünü hatırlatır bu durum: ‘İnsanın karakteri onun kaderidir.’ Gerçek yaşamda kaderle mücadele ancak ölünce biter. Kurmaca bir yapıtta ise metnin sonunda mücadele belli bir noktada bitmiş olur. Gerçek yaşamın bir ‘final’i yoktur ama kurmaca yapıtlarda ‘final’ler önemlidir.”

Bu alıntıyı da özellikle son cümlesi için almıştım. Kuşkusuz kurmacada finaller önemli ve hayatlarımız kitaplara göre son derece sıkıcı. Bir yazıyı sonuna kadar okuduktan sonra insan etkili bir finalle karşılaşmak istiyor. Ama gerçek yaşamda bu kadar vurucu sonlar yoksa eğer ve gerçekçi şeyler yazmak istiyorsanız o halde sanat filmleri gibi görece sıkıcı ve durağan bir hayat mı kurmak gerekir yazıda? Bilmiyorum ama her şey gibi, iyisi yapılırsa onlar da büyük bir zevkle okunur bence. 

Gelelim biz az önce sadece değindiğimiz neden sonuç, amaç sonuç, olay örgüsü ve kronolojik sıralamaların farkına:

“Kral öldü ve sonra kraliçe öldü. Bu bir hikâyedir.
Kral öldü ve sonra üzüntüsünden kraliçe de öldü. Bu da olay örgüsüdür.”

Bu satırları E.M.Forster, Roman Sanatı kitabında yazmış ve yıllardır alıntılanan klasik bir örnekmiş. Onun ne demek istediğini, vurguladığı şeyi anladığımı zannediyorum ama yazarımız bununla yetinmeyip ufkumuzu açmaya devam ediyor:

“Hikâye, yapılan tanımlamalarda her ne kadar kurmaca yapıtın içinde var olan bir unsur gibi görünse de aslında sadece öncesinde ve sonrasında vardır. Daha doğrusu, hikâye kurmaca yapıtın dışındadır: Yazarın zihnindedir veya okur metni bitirdikten sonra onun zihninde oluşmuştur. Ayrıca yazarın zihnindeki hikâye ile okurun zihnindeki bire bir değildir, olamaz. Metin okunduktan sonra zihinde oluşan hikâye, kurmaca yapıtın özdeşi değil, olsa olsa bir izlenimidir. Okurun zihinsel araçlarıyla yeniden kurulmuş, hatta okurun zihninde var olan hikâye kalıplarıyla tümleştirilmiş yeni bir anlatıdır. Yazarın durumu çok daha karmaşık tabii.”

İşte işin büyüsü burada bence. Filmlerde bile yok bu özgürlük ve özgünlük. Tamam aynı şeyi anlamıyoruz ama hepimiz aynı şeyi seyrediyoruz sonuçta. Okurken de aynı şeyi okuyoruz sonuçta diyebilirsiniz ama ben ondan bile emin değilim artık. Herkes farklı bir tonlamayla, farklı bir içsesle okuyor. Farklı bilgi birikim ve yaşanmışlıklarla okuyor. Her kelime her zihinde farklı bir resme sahip. Şimdi böyle yazıyorum ben de ama yarın bile farklı düşünebilirim bu konuda. Bence bunda da bir sıkıntı yok, demek ki o zamanlar öyle düşünüyormuşum deyip geçiyorum.

Günümüzde artık neredeyse her youtube yayıncısının var ya en az bir tane bu videoları nasıl çektiğini, montajladığını anlattığı bir video. Kitabımızda bir noktadan sonra artık onların metinlerini okuyormuş gibi hissetmiştim. Zaten yazar da benzer bir şeyi söyleyerek giriyor anlatmaya ve görüyoruz ki böyle olması çok doğal:

“Farkındaysanız bu bölümde senaryo tekniklerinden söz ediyormuşum gibi oldu. Göstermekten, sahnelerden, montajdan söz ediyorum çünkü. Bu bir rastlantı değil. Aslında göstermek ve anlatmak kavramları en eski anlatı biçimlerinden biri olan dramadan kaynaklanmaktadır. Yani salt sinemanın edebiyat üzerindeki etkisi deyip geçemeyiz. Ayrım Platon’a ait: Mimesis ve Diegesis. Göstermek ve anlatmak. Dramada da iki anlatım kipidir bunlar. Olaylar oyuncular tarafından sahnede ‘canlandırılıyorsa’ yazar hikâyeyi gösteriyor demektir. Bir monologla koro yardımıyla olaylar özetleniyorsa yazar hikâyeyi anlatıyor anlamına gelir. Yaratıcı yazarlık kitaplarının hemen hemen tamamında bu ayrımın üzerinde durulur ve yazar adayına büyük harflerle ANLATMAYIN (özetlemeyin) GÖSTERİN denilir. Bu, kurmacanın altın kurallarından (!) biridir. Peki ama bu kural ne işe yarar? Daha doğrusu bu iki anlatım aracından birinin bu kadar şiddetle önerilmesinin nedeni nedir?”

Bir hikâyenin olmazsa olmazı nedir diye sorup cevabı bulmak için beyin fırtınası yapmıştık bir sınıf dolusu yazar adayıyla. Onlarca şey attık ortaya ama bunların sadece birkaç tanesinde mutabık olabildik ve onlar yazıldı tahtaya. Tabii bitmedi sorgulamalar ve o yazılanların da bir tanesi hariç hepsi silindi tek tek. Çünkü onları çürüten güçlü argümanlar da atıldı içimizden. Sonunda tahtada kalan tek şey şu olmuştu: Bir duygu uyandırmak. Bunu neden anlattım peki şimdi? Çünkü bir duygu uyandırmanın en iyi yolu göstermektir.

Göstermek deyince gösteri dünyasına girmeden de olmaz. Yazarımız Hollywood endüstrisinden de bahsediyor ve en çok anlatılan 20 olay örgüsünü listeliyor. Ben böyle formülleri, ezberleri pek sevmediğim için çok önemsemedim bunu ama benim gibi düşünenler için de tek bir kelimeyle özetlemiş yazarımız sağ olsun:

“Aslında yapmaya çalıştıkları, sıradan insan zihnine uyumlu bir eğlence teknolojisi geliştirmektir. O yüzden de formülasyonlardan hiç kaçınmazlar. Örneğin tüm zamanların 20 ana olay örgüsünün listesi: Arayış, Macera, Takip, Kurtarma, Kaçış, İntikam, Muamma, Rekabet, Mazlum, Baştan Çıkarma, Başkalaşım, Dönüşüm, Olgunlaşma, Aşk, Yasak Aşk, Fedakârlık, Keşif, İfrat, Yükseliş, Düşüş. Olay Örgülerinin başka yazarlar tarafından da sınıflandırıldığını eklemeliyim. Örneğin, bir başka yerde 36 çeşit olay örgüsü tanımlanıyor. Aslında bu tür yaklaşımlar içinde en sadesinin Bu tek tip örgü tek sözcükle özetlenebilir: çatışma.”

Geçen hafta da ilk defa fantastik öğeler içeren bir öykü yazmıştım. Bin kelime sınırı yüzünden istemeden de olsa Borges’in şu önerisine uymuş olduğumu görünce sevindim açıkçası:

Borges’in bir önerisini altın kural olarak hatırlatmak isterim: ‘Fantastik bir öykü yazıyorsanız, öykünün içinde bir tane olağanüstü öğe kullanın. Onun dışında her şey sıradan gerçeklikle örtüşsün. Eğer birden fazla olağanüstü öğe kullanırsanız yazdığınız fantastik bir öykü olmaktan çıkar ve bin bir gece masallarına dönüşür.’ Bu saptamanın Poe’nun ‘tek etki’ yaratmak teziyle ne kadar güzel örtüştüğünü de hatırlayalım. Poe, öykü ürünü edebiyat içinde tanımlarken, amacın bir oturumda okunulup bitirilecek uzunlukta ve ‘tek etki’ yaratmaya yönelik bir metin yazmak olduğunu söyler.”

Öykü için en güzel tanımlardan biri de kesinlikle Poe’nun bu etkili cümlesi sanırım. Bu arada dün de Solgun Mavi Gözler’i seyrettim. Beklentim biraz yüksekti çünkü çok fazla çıkmıştı karşıma. Çok da övüldü ama ben pek beğenmedim açıkçası. Bana hitap etmiyor zaten korku türü. O yüzden hiç dikkate almayın benim görüşlerimi bence. Şimdi burada yazarın adı geçmişken yazayım dedim sadece. Ve az önce benim uzun uzun anlatmaya çalıştığım şeyi gelin yazarımızın kaleminden daha anlaşılır şekilde okuyalım:

“‘Ağaçlar fırtınada çatırdıyordu’ cümlesini okuduğumuzda zihnimizde canlanan görüntü bu cümleyi anlatan bir filmden ya da fotoğraftan çok daha farklıdır. Tamamen bize ait bir görüntüdür. Üstelik okurun okuma ânındaki duygusal durumuyla da bağlantılıdır. Bu yüzden de aynı cümle iki kez ‘okunmaz’ desek yeridir.
Özet olarak, betimlemelerin iki temel işlevinin altını çizelim: Birincisi, kurmaca dünyanın gerçekliğini oluşturan mekân ve sahne özelliklerinin okurun zihninde canlanmasını sağlar; ikincisi, yazarın yazdığı metin içinde henüz kendisinin bile farkında olmadığı bilinçdışı unsurları harekete geçirir, anlatılan hikâyenin bir öykü veya romana dönüşmesine hizmet eder. Bizim için, yazarlar için bu ikinci işlev çok önemlidir. Sanat ayrıntıda gizlidir. Hem okuyan için hem de yazan için…”

Yukarılarda bir yerlerde ben ayrıntılardan şikayet etmiştim sanki ama yazarımız da sanat ayrıntıda gizlidir diyor. Çok da haklı ama ben orada ayrıntıda boğulmamak gerektiğini söylemek istemiştim. Onun da altını çizeyim ve gelelim bu sefer benim hem son dizilerini hem de filmlerini çok beğendiğim bir edebi karaktere ve orada yazarın kullandığı tekniğe:

“Bir karakteri daha etkileyici kılmak için onun yakın çevresine sönük bir karakter yerleştirirsiniz. Watson’ın sıradan aklı, Holmes’un üstünlüğünü daha belirgin hale getirir. Bu tip karakterlere ‘folyo karakter’ de deniyor. Holmes’u sarmalayan bir karakter olarak Watson… Benzer ikililer, çizgi romanlarda ve televizyon dizilerinde ne çok vardır…”

Bunun ne kadar etkili bir teknik olduğunu burada hakkında yazılar da yazdığım Monk kitaplarından çok iyi hatırlıyorum. Orada da Monk’un asistanının kaleminden okuyorduk bütün hikâyeyi. Ama ben daha çok ben anlatıcıyı seviyorum. Yalnız bunun da eksileri ve artıları var:

“Bu sorunu aşmak için ben anlatıcıyı kendinize yakın bir karakter olarak tasarlayabilirsiniz; tabii eğer hikâyeniz buna izin veriyorsa. O zaman da birçok okurun (özellikle de kurmaca kültürü kıt okurların) gözünde anlatıcı kahramanınız siz olursunuz. Okurun, anlattığınız hikâyenin sizin başınızdan geçmiş olduğu yanılsamasına kapıldığını hayretle fark edersiniz. Çoğu zaman yazarlar böyle bir karışıklık olmasından rahatsız olurlar. Kimileriyse bu tür bir inandırıcılık düzeyi yakaladıkları için kendilerini başarılı sayarlar. Oysa bu çok da yerinde bir kıvanç değildir.”

Birkaç yerde daha okumuştum buna benzer şeyleri. Kimisi kendinden bahsetmenin büyük bir hata olduğunu söylerken kimileri de her yazının yarı otobiyografik bir niteliği olduğunu savunabiliyor. Aynı yukarıda yazarın da verdiği örnekteki gibi iki tarafın da yanlış olduğunu düşünüyorum. Mesele ne anlattığınızdan çok nasıl anlattığınız bence. Mesela Ayfer Tunç’un Suzan Defter kitabındaki şu cümleye bakar mısınız:

“‘Bir kadın birdenbire günlük tutmaya başlamışsa, ya âşık olmuştur ya terkedilmiştir,’ demişti Suzan. Defterler evinde dağ gibi yığılmıştı.”

Suzan öyle bir cümle ediyor ki acaba hangisi diye merak edip o defterleri okuyasınız geliyor hemen. Zaten iki farklı günlüğün karşılıklı sayfalarda yer aldığı değişik bir kitap olma özelliğiyle de insanı merak ettiriyor Suzan Defter. Bazen böyle bir cümle görüp bir kitabın peşine düşebiliyorum. Yani ne kadar önemli aslında tek bir cümle bile. Ama tabii sonra yola çıkınca bambaşka bir kitapla eve döndüğüm de oluyor. Çünkü yolda başına ne geleceğini kestiremiyor insan. Bunu ancak yola çıktıktan sonra görebilirsiniz.

Aynı şekilde yazarken de istediğiniz kadar tasarlayın, kurgulayın kafanızda, sadece yazması kaldı diye düşünün, yine de yazmaya başladıktan sonra farklı bir yönde şekilleniyor hikâye. Bunu ilk yaşadığımda çok şaşırmıştım ben de ama gördüm ki neredeyse herkesin başına geliyormuş. Gayet doğal bir şey yani ama yine de alışılabilecek bir şey değil. Her seferinde insan şaşırıyor nereden çıktı bu olaylar diye. Yazarımız da bu süreci bir yolculuk planlamaya benzeterek anlatmış. Önceden biletinizi alıp, güzergahı bile belirleyebilirsiniz ama yola çıkmadan önce yolda başınıza gelecekleri bilemezsiniz diyor. Kesinlikle çok haklı:

“Ne zaman ki trene biniyorum, tüm bu ‘hesaplanmış, planlanmış’ yolculuk kendiliğinden bir maceraya dönüşüyor. Yolda karşılaştığım insanlar, aklımdan geçenler, hatırladıklarım… her şey kendiliğinden şekilleniyor. Planlamayı ne kadar sıkı yaparsak yapalım bir kez yazmaya başladığımızda hikâye kendi yolunu bulan bir nehir gibi zihnimizde kendine derin bir yatak kazarak ilerliyor. Dolayısıyla plan yapmaktan, kurgunun ince ayrıntıları üzerine düşünmekten korkmaya gerek yok. Bu noktada diyebilirsiniz ki, ‘Ben kendi hikâyemi planlanmış tren yolculuklarında değil, nereye varacağını hiç bilmediğim otostop maceralarında aramak istiyorum.’ Olabilir, buna da kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Belki de en iyisi kendinize yakın bulduğunuz yolu seçmektir.”

Gelelim roman ve öykü farkına. Öykünün tanımını yukarıda defalarca yapmaya çalışmıştık diye hatırlıyorum ama yeter mi? Tabii ki yetmez. Öykünün ne olduğunu romanla kıyaslamadan tam olarak anlatmanın imkansız olmasından kaynaklanıyor bu durum belki de. Yazarımız da böyle düşünmüş olacak ki kitabın bir kısmını sırf bu ayrımı anlatmaya ayırmış. Ben de en beğendiklerimi paylaşmak istiyorum:

“Roman iç iskeleti olan, omurgalı bir canlıya benzer. Öykü ise iskeleti dışından gövdeyi saran kabuklu hayvanlara benzer.
Romanda metin, kas ve dokular gibi iskeletin üzerini örterek romanın bütününü ortaya çıkarır, iskeleti gizler. Öyküde, metin iskeletin kendisini oluşturur. Kabuk metni kaplar.
Bu ilginç mecaz, iki tür arasındaki uzunluk sorununa da ışık tutar: Dış iskeleti olan (kabuklu) hayvanların doğada varabilecekleri boyut sınırlıdır (en büyüğü dev ıstakozlar), omurgalı canlıların ise bu anlamda sınırsızdır (balina ya da fil gibi). Bu mecazın olanak verdiği bir başka çıkarım da öykünün ilksel ve yaşam şansı yüksek bir tür oluşunu açıklar. Değişen koşullara çok daha çabuk uyum sağlayarak kendini değiştirme ve yenileme yetisine sahiptir. Roman öldü mü, ölüyor mu gibi tartışmalar zaman zaman gündeme gelse de hikâye öldü mü, ölür mü gibi sorular sorulmamaktadır. Bu noktada yapılan mecazı düşündüğümde yapılacak en çarpıcı çıkarım, öykünün zamanın geçişine daha dayanıklı tür olduğudur. Dil var olduğundan beri en gündelik hikâyelerimizden en gizemli efsanelerimize, kutsal metinlerimizden yüksek sanat yapıtlarına kadar hangi kılığa girerse girsin hikâyenin varlığını ve işlevini hep sürdürdüğünü görüyoruz.”

Özellikle hikâyenin akılda kalıcılığının daha fazla olması ve zamana olan direncini de vurgulaması bakımından bu benzetme bence çok yerindeydi. Ama en sevdiğim benzetme tabii ki bu değil. Türev, integral konularına gelene kadar en sevdiği ders matematikti benim ve böyle bir ayrım görünce acaba hikâye yerine roman yazmaya mı odaklanmalıyım diye düşündüm.

“Bir başka mecaz da matematikten ödünç alınmıştır. Roman doğrusal cebire benzetilirken, metni oluşturan unsurların birbirlerine doğrusal bir şekilde (toplama işlemiyle) eklemlendikleri vurgulanır. Öyküde ise önemli olan unsurların toplamı değildir. Belli bir yerdeki ve andaki değişimin hızıdır.”

Korkmamak ne mümkün. İnsan uzun uzun yazabilecekken sırayla ilerleyip her şeyi dilediği gibi açıklayabiliyor. Ama aynı konuyu bir romanda değil de bir kısa hikâyede anlatacaksanız, hiçbir zaman istediğiniz her şeyi yazamıyorsunuz. Hatta zamanı, mekanı geçtim, yeri geliyor karakterleri bile tasvir edemiyorsunuz. Ama bunları da anlatmanız, daha doğrusu okura bir şekilde göstermeniz gerekiyor. İşte burada matematiğin o karmaşık yöntemlerini kullanmak gibi bazı kısayollara ihtiyacınız var. Çünkü dört işlemle ancak bir yere kadar ilerleyebiliyorsunuz.

Hani her yerde anlatılan bir hikâye vardır, hoca tebeşirle tahtaya rakamla 1 yazar ve sağına çeşitli nitelikleri söyleyerek 0'ları sıralar. Böylece her niteliğin ne kadar çok büyük değeri olduğunu ve sayıyı sürekli olarak katladığını görürsünüz. Ama baştaki birin ne olduğunu en son onu sildikten sonra söyler hoca: Karakter. Böylece karakterin ne kadar önemli olduğunu da vurgulamış olur çünkü elde kalanların hiçbir değeri kalmamıştır artık. Kitaplarda da karakterler zayıf olursa, olay örgüsü ne kadar sağlam olursa olsun iyi bir hikâye çıkmıyor ortaya. Bunlar zaten hep bildiğimiz şeyler ama şu satırların arasında, kalın puntolarla yazdığım cümleleri her yerde okuyamazsınız:

“Kurmaca metni okudukça karakter hakkında daha çok fikir sahibi oluruz, onun gelişimini çok daha iyi öğrenir, metin sona erdiğinde de gelecekte neler yapabileceğini tahmin edebiliriz. Metin bittikten sonra karakter hakkındaki düşüncelerimiz netleşmiştir. Gerçek yaşamda ise çoğunlukla bu süreç tersine işler. Bir insanı ne kadar az tanıyorsak onun hakkında hüküm vermemiz o denli kolay olur. İnsanı tanıdıkça, onun dünyasına girdikçe hakkında kesin yargılarda bulunmamız güçleşir. Çünkü gerçek insanlar kurmaca karakterlerden çok daha karmaşık ruhsal varlıklardır. Yaşam ile kurmaca arasındaki varoluşsal farklılıklar kurmaca kahramanları ile gerçek insanlar arasındaki uçurumu yaratır.”

Yazarken bir yerden sonra nelerden bahsettiğinizi ve neleri unuttuğunuzu fark etmiyorsunuz. Benim mesela bazen aklıma güzel bir cümle geliyor ve sırf onu yazabilmek için bir hikâye tasarlıyorum. Eğer kendimi kaptırırsam ve yazacağım cümleyi bir yere not almamışsam hikâye tamamlandığında görüyorum ki o cümle yok. Saatlerce hiç aklıma gelmediği bile oluyor o cümlenin. Hiç yazmadığım da oluyor o cümleyi, bir yere zorlama eklediğim de. Çok güzel denk geldiği de oluyor bazen ama bu karakter bu cümleyi kuramaz diye düşündüğüm de oluyor. Hiç öyle bir şey olur mu, demeyin. Belki yaşamasam ben de bunlara inanmazdım ama oluyor işte. Sanki o karakterler sizden bağımsız hale geliyor yazdıktan sonra. Bir de şu konu var, ben hiç kendi düşüncelerimden bahsetmeden yazara bırakayım burada sözü:

“Anlatının karakterleri sadece o sahnede repliklerini söylemek üzere bulunan kuklalar değildir. Hatta kötü yazarların yaptığı gibi yazarlarının düşüncelerini seslendirmek için yaratılmış birer elçi hiç değillerdir. Kimileri bu ayrımın farkına bir türlü varamaz. Yazdıkları öykülerdeki ya da romanlardaki her şeyin kendi düşüncelerini aktarmak için var olduğunu sanırlar. Oysa sanat yapıtı mesaj ileten bir ortam değildir; yapıt, mesajın kendisidir. Kendinden başka bir mesaj da yoktur ortada. O nedenle yapıtların ‘taşıdığı mesajı açıklamaya çalışan’ eleştiri ve yorumları dikkatle değerlendirmek gerekir. Hele en tehlikelisi de yapıtın yazarının yorumlarıdır. Çünkü yapıt ile yazar aynı varoluş düzleminde değildir. Kimileri yapıtı yazarın uzantısı sanma gafletine düşer. En fenası da yazan kişinin öyle sanmasıdır.

Bu konuda farklı görüşleri olanlar da vardır mutlaka ve ben bu konuda keskin görüşlere sahip değilim. Açıkçası şu an için her yazdığım yazıyı bir deneme olarak görüyorum. Hali hazırda iş hayatında yoğun bir dönemden geçtiğim ve bu tarz kılavuz niteliğindeki kitapları yeni yeni okuyabildiğim için tek bir roman yazmaya yoğunlaşmaktansa kısa hikâye denemeleri yapmayı daha uygun görüyorum. Ama şu satırları okuyunca yanlış yapıyormuşum gibi hissettim açıkçası:

“O’Rourke’a göre: Üretim süreci açısından öykü yazmak sermaye-yoğun bir süreçtir. O kısalıkta özgün bir edebiyat yapıtını ortaya çıkarmak için yazarın çok daha fazla entelektüel birikime ve yeteneğe (sermayeye) ihtiyacı vardır. Roman yazmak ise daha emek-yoğun bir iştir.”

Sizde yine bir çıkmaza yada bir yol ayrımına gelmiş gibi hissettiyseniz benim gibi, hiç canınızı sıkmayın. Ne zamanım var, ne birikimim ne de yeteneğim diye endişe etmeyin bence. Bu aşamada daha çok türlerin farkı hakkında bilgi almaya odaklanalım diyorum ben. 

“Öykü ve romanın teknik özelliklerine gönderme yapan başka mecazlar da vardır. Bir tanesi boks sporundan: ‘Öykü nakavtla kazanır, roman sayıyla…’ Buna benzer bir başka açıklama: ‘Öykünün climax’ini (zirvesini) metnin içinde parmağınızla gösterebilirsiniz; oysa romanda bu zirveye yaklaştığınızı, sonra da geride bırakmış olduğunuzu hissedersiniz.’”

Bu son cümle bana hayatın da aslında bir roman gibi olduğu izlenimini verdi. Daha doğrusu yaşadığımız hayat bir roman, başkalarının hayatlarıysa daha çok kısa hikâyeler gibi sanki. Bizim hayatımız da bu durumda başkalarının öyküleri oluyor aslında. Çok mu karışık oldu, anlatabildim mi bilmiyorum ama ben böyle gibi hissettim şu an. 

Kafama takılan ve zaman zaman beni endişelendiren bir husus da yazarken sanki son okuduğum kitapların etkisinden çıkamamamdı. Bunun asıl sebebi az ve aynı tür kitapları okumamdır muhtemelen ama yine de şu alıntıyı sizlerle paylaşmak istedim:

“Tolstoy, uzun zaman bir Fransız muharririnden her sabah tercüme yaparmış; sırf onun sanatını kavrayabilsin diye. O halde bizim romancıları, garplıları okumak ve onların tesiri altında kalmakla neye itham ediyoruz? Tesir etmeyen, iz bırakmayan okumak neye yarar? İnsan kendisine ilave etmek için okur, unutayım diye değil.”

Unutmadan şunu da belirteyim, benim okuduğum kitap genişletilmiş 10. baskıydı. Ekleri de kitabın kendisi kadar önemli gördüğüm için bunu da yazayım dedim ve o eklerde mi geçiyordu tam olarak hatırlamadığım şu bölümlere geçelim bir an evvel:

YAZARLARDAN ÖNERİLER

“John Braine’in Bir Roman Nasıl Yazılır’ adlı yazısındaki öneriler oldukça eğlenceli, özetleyerek alıntılıyorum:
1. Romanı yazın: Önce bölüm bölüm sinopsisini çıkarın, ardından 80000 sözcükten oluşan bir bölümünü yazıp ne kadar zamanda yazdığınızı ölçün, bir program yapıp ona uymaya çalışın ve yazabileceğiniz kadar çok sayıda sözcükle yazıp bitirin, düzeltmekle uğraşmayın. Romanınızın ilk taslağını ne kadar çabuk bitirdiğinize siz de şaşıracaksınız.
2. Deneyimlerinize dayanarak yazın: Çevreniz ve yaşantınız ne kadar sıkıcı olursa olsun, tek kaynağınız deneyimlerinizdir.
3. Asla otobiyografik olmayın: Sakın yazarlar (ya da sanatçılar) hakkında yazmayın.
4. Romanınızdaki eylemleri ve olayları iyi aydınlatılmış bir sahnede gözünüzün önünde oluyormuş gibi anlatın: Okur görsün.
5. Yazdıklarınız konuşma dili gibi rahat okunabilmeli: Yüksek sesle okunamıyorsa karışık olmuş demektir.
6. Diyaloglar karakterin aynasıdır.
7. Roman, bir hikâye anlatmalıdır.
8. Dramatize edin: Çelişkiler, karşıtlıklar, sürprizler olmalı.
9. Romanlar propaganda yapmamalı.
10. Gerektiği zaman bu kuralları kırmaktan kaçınmayın.
Bence bu listenin en güzel önerisi 10. maddesi! Bu gibi kısa yoldan ifade edilmiş ipuçlarının yararlı olup olmadığını sınamanın bir yolu yok.”

2 ve 3 birbiriyle çelişiyor gibi gözükse de aslında farklı şeyler. Aynı şekilde 1. madde de insana okurken dalga geçiliyormuş gibi geliyor ama inanın öyle değil. Yine de herkesin farklı bir tutumu olduğunu bilmek açısından bu sefer ünlü yazar John Steinbeck’in 1975 sonbaharında Paris Review’da yayımlanmış röportajından alınmış önerilerine bakalım:

1. Yazmayı tamamlayamayacağınız fikrinden tamamen kurtulun. Tek seferde 400 sayfa yazmak yerine günde 1 sayfa yazın, yardımcı olacaktır. Böylece bitirdiğinizde şaşırmış olacaksınız.
2. Özgürce ve mümkün olduğunca hızlı yazın ve aklınızda ne varsa kâğıda aktarın. Tüm iş bitene kadar asla düzeltme yapmayın ya da yeniden yazmayı denemeyin. İş sırasında düzeltme yapmaya kalkışmak genelde yazmayı bırakmak için bir bahane oluyor. Ayrıca bu, malzemeyle ancak bilinçsiz bir şekilde kurulabilecek birliktelikten gelen akış ve ritme de müdahale etmiş olur.
3. Seyircilerinizin varlığını unutun. Başlangıçta isimsiz ve yüzsüz seyirciler sizi ölümüne korkutacaktır, daha sonraysa bunun bir önemi kalmayacaktır çünkü tiyatrodakinin aksine onlar aslında burada yoklar. Yazıda, seyirci tek bir okuyucudur. Tanıdığım ya da hayal ettiğim birine yazıyormuş gibi davranmanın faydasını zaman zaman görmüşümdür.

Bu üç madde bana çok daha mantıklı ve uygulanabilir geldi. Kesinlikle bunlara dikkat etmeye çalışacağım bundan sonra. Kitapta daha böyle birçok yazardan önemli tüyolar var. Bunlardan bir tanesi benim özellikle ilgimi çektiği için onu da paylaşmak istiyorum:

“Çok farklı yazarlardan öneriler alabilirdim, en sevdiklerimi ve en çok yararı olabilecekler arasından bir eleme yaptım. Kurt Vonnegut onlardan biri. Vonnegut’un öykü koleksiyonu Bagombo Snuff Box için yazdığı önsözden alınmış bu önerileri Yaratıcı Yazarlık 101 olarak adlandırıyor:
Öyle yazın ki sizi okuyan bir yabancı vaktini boşa harcamış gibi hissetmesin.
Okura destekleyebileceği hiç değilse bir karakter verin.
Her karakter, bu yalnızca bir bardak su olsa bile, bir isteğe sahip olmalı.
Her cümle bu iki şeyden birini mutlaka başarıyor olmalı — karakteri ortaya çıkarmak ya da hikâyeyi ilerletmek.
Mümkün olduğu kadar hikâyenin sonuna yakın bir yerden başlayın.
Sadist olun. Karakterleriniz ne kadar tatlı ya da saf olurlarsa olsunlar başlarına öyle korkunç şeyler getirin ki okuyucu onların nasıl insanlar olduklarını görebilsin.
Yalnızca tek bir kişiyi memnun etmek için yazın. Sözgelimi, pencereyi açıp tüm dünyayla aşk yaşamaya kalkarsanız hikâyeniz zatürreeye yakalanacaktır.
Okuyucularınıza mümkün olduğu kadar çabuk ve fazla bilgi verin. Onları meraklandırmayın. Okuyucularımız neyin, nerede, niçin olduğunu tam olarak anlayabilsinler ki hamamböcekleri son birkaç sayfayı yiyip bitirdiğinde hikâyeyi kendileri tamamlayabilsinler.
Çağımın en iyi Amerikalı öykü yazarı Flannery O’Connor’dı (1925–1964). Kendisi ilki hariç kurallarımdan her birini yıktı ki büyük yazarlar buna meyyaldirler.

Bunları okuyunca da neredeyse hiçbirine özel olarak dikkat etmediğimi görüp üzülmüştüm. Yine de insan çoğunu zaten içgüdüsel olarak hissediyor sanki. Bilmeden uyuyorsunuz yani birçok kurala. Bu da güzel bir şey sayılabilir belki ama insan istiyor ki şu maddelerden biri de tam beni anlatıyor, bana uyuyor diyebilsin. İşte böyle bir madde bulabilmek amacıyla okumaya başladım diğer yazarların önerilerini ve kimden olduğunu hatırlayamadığım ama bana birebir uyan şu cümleleri gördüm:

“İlhamın boşluğunu yazdıklarını temize çekerek doldur. Sezgi bu süreçte uyanacaktır.”

Bunun doğruluğuna bizzat katılıyorum. Çünkü yazımın ne kadar okunaksız olduğunu, bazen benim bile okuyamadığımı biliyorsunuzdur muhtemelen. Dolayısıyla eğer bir ortamda, başkalarına okumam gerekiyorsa yazdıklarımı, önce hızlıca karalayıp ne geliyorsa aklıma yazıyorum. Sonra artık daha fazla yazılabilecek bir şey bulamayınca onları temize çekmeye çalışıyorum ve tam o sırada aklıma yeni şeyler geliyor. Hızlıca onları yazayım derken yine kötü yazıyorum, sonra yeniden temize çek derken garip bir döngüye giriyor ve sinir oluyordum. Halbuki sezgi uyanıyormuş o zamanlar. Kızmak yerine mutlu olmam gerekiyormuş aslında.

Bir de kafama takılan şu dil meselesi vardı. Hatta bu yazıları tek tek İngilizceye çevirmek gibi bir çılgınlık düşünüyordum bir zamanlar. Sonra en azından hikâyelerimi çevireyim sadece dedim. Baktım çok zormuş bu iş, yani neredeyse en baştan İngilizce yazsam daha kolay olacak o derece. En iyisi dedim böyle anadilimde devam etmek bir süre daha. Bu kitapta ise olaya bambaşka açılardan bakmamı sağlayacak şu bilgileri öğrendim:

“Stanford Üniversitesi araştırmacılarından Lera Boroditsky bu hipotezi yeniden gözden geçirmemizi öneriyor. Makalelerinden birinde verdiği örnek çok zihin açıcı: ‘Bush read Chomsky’s latest book’ gibi bir cümleyi Türkçede ifade etmek için iki seçeneğimiz var. ‘Bush, Chomsky’nin son kitabını okudu’ ya ‘Bush, Chomsky’nin son kitabını okumuş,’ diyebiliriz. Yani, diyor Boroditsky, bu cümleyi kuran kişinin Bush’un kitabı okuduğuna tanık mı olduğu yoksa bir yerden mi duyduğunun bilgisi gerekli! Okudu dediğimiz zaman kitabı okumuş olduğuna tanıklık etmiş olduğumuzu dile getiriyoruz. Oysa İngilizcede böyle bir ayrım yok. Başka dillerde de başka özellikler ön plana çıkıyor diye ekliyor Boroditsky. Örneğin İngilizcede fiili değiştirerek olayın zamanını belirtebiliyoruz; Endonezya dilinde bu mümkün değil. Rusçada fiili değiştirerek hem zamanı hem de cinsiyeti belirtmiş oluyoruz. Yani bu cümleyi Rusçaya çevirebilmek için kitabı okuyanın George Bush mu yoksa Laura Bush mu olduğu bilinmek zorunda, Türkçede ise böyle bir koşul söz konusu değil. Rusçada ayrıca tamamlanma bilgisini de dahil etmek zorundayız. George Bush kitabın tamamını okumuşsa başka bir şekilde, kitabın sadece bir kısmını okumuşsa başka bir şekilde kuruyoruz cümleyi! Örnekleri çoğaltmak mümkün… Farklı dillerde olayları farklı ifade ediyoruz. Peki, bu aynı zamanda farklı düşündüğümüz ve dünyayı farklı algıladığımız anlamına da geliyor mu?

Bence konuştuğumuz dil kesinlikle düşüncelerimizi etkiliyor. Kullandığımız kelimeler bakış açımızı belirliyor. Hani bazen anlayamıyoruz ya karşımızdakini, böyle durumlarda onun kelimeleriyle düşünmemiz gerekiyor. Sadece onun gibi düşünmeye çalışmak yeterli değil maalesef. O kadar kolay değil yani empati kurabilmek. Hatta bazen çok zor bile olabilir.

“Özgür irade hakkında bir düşünce deneyi gibi tasarlanmış olan romanın kaynağında ne yazık ki gerçek bir olay vardır. Alex ve arkadaşlarının bir yazarın (okumakta olduğumuz romanın, Otomatik Portakal’ın yazarının) evine girip karısına tecavüz ettikleri sahne aslında Burgess ve karısının gerçek yaşamlarında başlarından geçmiş, acı bir olayın temsilidir. Hatta Burgess’in karısı bu olay nedeniyle düşük yapmıştır. Yazarın bu korkunç olayla yüzleşmek ve bir şekilde anlamlandırabilmek için romanı üç hafta gibi kısa bir sürede yazdığını biliyoruz. Belli ki yarattığı ve aslında nefret etmesi gereken bu karakteri anlamak için, onunla empati kurabilmek için müthiş bir çaba sarf etmiş, o nedenle de Alex’e kendi ruhundan çok önemli bir parçayı üflemiştir: Müzik aşkı.”

O kitabın filmini yıllar önce seyretmeye çalışmıştım ve inanılmaz rahatsız olmuştum. Nasıl bir kafayla böyle bir şey yazmışlar diye sinirlenmiştim hatta. Şimdi bunu öğrenince o kadar kötü hissettim ki, anlatamam. Meğer bu bir yüzleşme metniymiş. Bazı kitapları okumadan önce onların yazılma hikâyesini bilmek gerekiyor sanırım. Ama ben bu aralar romanlardan ziyade kısa hikâye okumaya devam etmek istiyorum. Aynı şekilde yeni dizilere başlamaktansa yeni bir film seyretmeyi daha mantıklı buluyorum.

“Okurların/izleyicilerin başından beri romandan/ filmden beklentisi insan ruhunun ve hayat denen muammanın derinliklerine nüfuz edebilmektir. Bu kimi zaman öykünün o kısa ve yoğun bakışında, kimi zaman da bir romanın karmaşık koridorlarında yakalanabilir. Asıl fark ise okuma sürecinde ortaya çıkar. Okur bir öykünün dünyasını kendi yaşadığı ânın içinde eritir; edebî etkiyi yoğun ve kısa bir sürede hisseder. Romanda ise süreklilik önemlidir. Kişi roman okumaya defalarca ara verip geri dönebilir. Bu da roman türünü popüler kılan en önemli özelliktir kanımca. Sinema filminin süresiyle sınırlı olması, bir oturuşta tamamen bitirilmesi öykü okuma sürecine benzetilebilir. Televizyon dizisi ise süreklilik açısından roman okumaya yakındır.”

Yine de bazı muhteşem dizileri yok saymayalım. House mesela çok kaliteli bir diziydi ve bence Hekimoğlu da çok iyi bir uyarlama olmuştu. Onu da seyretmiştim bitene kadar. Behzat Ç.’de de mesela aynı ikilemde kalıyorum. Gerçek hayatta çıksa insanın karşısına böyle profiller, rahatsız oluruz. Ne biçim insan deriz hatta. İşini yaparken insanlara saygılı olması gerektiğini söyleriz. Ama bu dizilerde seyredince onlara hak veriyoruz, hatta hoşumuza gidiyor bu umursamaz tavırları. Çünkü o diziler bize onların çekmiş olduğu acıları da gösteriyor. Gerçek hayattaysa başkalarının çektiği acılardan bihaberiz.

“…her rağmen iyimser bir karakterdir. Oysa Dr. House kiniktir. Dr. House’u huysuz kılan aslında postmodern insanın aptallıklarıdır. Tüm o cinsiyetçi, kaba, tembel, asi görünümü postmodern yüzeyselliklere karşı bir tepkidir. Gerçekte ne düşündüğünü asla bilmeyiz. Yalnız başına kaldığında piyanosunun tuşlarına dokunurken bizim için bir muammadır ama kesinlikle o huysuz adam değildir. Aklıyla dünyaya direnen yaralı biridir sadece.”

Neredeyse yarım saatte okunacak koca bir yazı çıktı ortaya ama bugün öğlen yemeğimi yerken 2021 de yazılmış bir yazıyı okudum ben. Çünkü orada anlatılan “Pankreasını Yemek İstiyorum” animesine ancak bugün başlayabilmiştim. Yani neredeyse iki sene ertelemişim yazıyı okumayı. Aynı isimli bir kitap ve bir film de varmış, onu da öğrendim. Güzeldi yani hiç ismine bakıp da önyargıyla yaklaşmayın. Ki bitirince anlayacaksınız zaten ismi de çok anlamlı aslında. Oldum olası böyle garip başlıkları severim zaten. Yani bu yazının da tamamını belki 2025'te okuyanlar falan olabilir, hiç sorun değil benim için. Hatta mutlu olurum.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

1

Henüz hiç yorum yapılmamış.