Merdivendeki Son Basamak, Ağır Yükler ve Harekete Geçmek
Kitaplığımda hiç Stephen King kitabı yokmuş. Şimdi bunu fark ettim ve bu yakınlarda alacak olsam eğer bu kitap Yazma Sanatı olurdu sadece. Ama bu hafta kurstaki ödevimiz bu öyküydü yani yolumuz kesişti bir şekilde ve korku hikâyelerine olan önyargım tamamen kırıldı diyebilirim.
Fantastik hikâyelerde nasıl her şey sıradan ama sadece tek bir şey olağanüstü olduğunda hikâye daha gerçekçi oluyorsa, korku hikâyelerinde de benzer bir doz var ayarlanması gereken ama nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Zaten her şeyi olduğu gibi anlatmak mümkün değildir her zaman. Benzer cümleler bu hikâyede geçtiği için söylemiyorum bunları, sürekli yazıyorum zaten biliyorsunuz:
“İnsanın unutamadığı, tarif edemediği şeyler vardır. Ben tarif edebilirim… bir bakıma. Ama ne kadar güzel, ne kadar kusursuz olduğunu anlayabileceğiniz şekilde ifade edemem. Hayatım boyunca gördüğüm tam anlamıyla gerçek ve tam anlamıyla doğru birkaç şeyden biriydi bu sahne. O sahneyi tüm gerçekliğiyle anlatamam. Ne kalemimle ne de dilimle başarabilirim bunu.”
Bir şeyi neden anlatamayacağını anlatarak bile zihnimizde o anı canlandırabiliyor yazar. Hikâyenin başlangıcı, bize tek bir cümleyi bile merak ettirmesi ve onu hikâyenin ortalarına kadar açıklamaması, arada bizi geçmişe götürüp korkutması ama bunun aslında naif bir hikâye olması… Sonrasında kahramanın karşılaştığı cezayla okurken bizim de yaşama sevincimizin kaybolması… Suç ve ceza, insanın iç hesaplaşması…
Dostoyevski’den beri hep aynı şeyler mi anlatılıyor diye düşünüyorum bazen. Ama bu hikâyedeki pişmanlık çok daha başka, yaşanan acı, sırtlanan yük. Olayın içine öyle bir giriyorsunuz ki, sanki her şey sizin de başınızdan geçmiş gibi oluyor okurken. Ama dışarıdasınız bir taraftan. Okuduklarınız sizin başınızdan geçmedi. Buna üzülmeniz saçma bile gelebilir ama aslında üzüldüğümüz kurmaca bir hikâyedeki karakterlerin yaşadıkları değil. Kendi pişmanlıklarımız. Çünkü hepimiz başı çekmesek bile her şeyin içindeyiz bir şekilde.
“‘Hadi bakalım, gözün kesiyor mu?’
Kitty hemen karşılık verdi. ‘Önce sen.’
Ben de hemen karşılık verdim. ‘Kızlar önden gider.’
‘Eğer tehlike yoksa,’ dedi çekingen bir şekilde başını eğerek. Oysa Hemingford’da onun en yaramaz ikinci kız olduğunu herkes biliyordu. Ama Kitty böyleydi işte. Her işin içindeydi, ama başı çekmezdi.”
Sonra bana göre o naif hikâyenin en can alıcı noktası, kalbe en dokunan kısmı geliyordu. Dedim ya zaten hepi topu 13 sayfa diye. Okurken her şey bir anda olmuş bitmiş gibi geliyor ama ben korkarım umuduyla başladığım bu öyküde hiç bu kadar duygulanacağımı düşünmemiştim.
“‘Ne yaptığını bilmiyordum,’ dedi Kitty. ‘Biliyorsundur ya! Senin tam altındaydım!’
‘Aşağıya bakmaya cesaret edemedim,’ dedi. ‘Çok korkmuştum. O süre boyunca hep gözlerim kapalıydı.’
Afallamış bir halde ona baktım.
‘Bilmiyor muydun? Ne yaptığımı bilmiyor muydun?’ Başını iki yana salladı.
‘Ve sana basamağı bırak dediğimde… bıraktın, öyle mi?’
‘Evet.’
‘Kitty, bunu nasıl yapabildin?’
Bana o lacivert gözleriyle baktı. ‘Beni kurtarmak için bir şeyler yaptığını biliyordum,’ dedi. ‘Sen benim abimsin. Beni koruyacağını biliyordum.’”
Burada daha fazla spoiler olmaması için gazetedeki o cümlenin ne olduğunu yazmayacağım. Ama o gazete kupürünün kahramanımız için ne kadar ağır bir yük olduğunu bakın nasıl anlatmış yazar:
“Los Angeles Times gazetesinin kupürünü cüzdanımda saklıyorum. Bunu hep yanımda taşıyacağım, ama sevdiğin insanların resimlerini veya çok beğendiğin bir tiyatro oyununun biletini saklamak gibi iyi bir amaçla değil. Bu kupürü ağır bir şeyi taşır gibi taşıyacağım, taşımak görevim olduğu için taşıyacağım.”
Sizin hiç böyle görev bildiğiniz ağır yükleriniz var mı? Ben tanıyorum böyle birkaç insan. Eski bir arkadaşımın babası mesela her Cuma günü istisnasız annesinin mezarını ziyaret ediyor. Şimdi bunu yazınca da teşbihte hata oldu resmen. Bunu bir görev ya da yük olarak görmüyorum kesinlikle. Ama hiç kolay bir şey değil bu ve herkesin yapabileceği bir şey de değil. Sadece özel insanların yapabileceği bir şey.
“Hep Kitty’ye yazıp adresimin değiştiğini bildirmem gerektiğini düşündüm. Ama bunu bir türlü yapmadım.”
Biz ekseriyetle yapmayanlardan ziyade yapamayanlardanızdır diye umut ediyorum. Bu arada yazar bizi gazeteden alıp mektupların dünyasına giriş yaptı bile çoktan. Adres değiştirmek derken fark etmişsinizdir. Zaten günlükler ve mektuplar da olmasa, nasıl yazacaktık bu hikâyeleri bilmiyorum. Maden gibi bir şey bunlar gerçekten. Ama mektubu okuyunca da iyi ki böyle mektuplar almıyoruz kimseden diye şükrediyor insan.
Gelelim hikâyenin sonuna ve en korkunç cümlesine. Merak etmeyin karşımıza bir katil, bir sadist, korkunç bir yaratık ya da ne bileyim zombi, vampir falan çıkmıyor. İnsanın kendisine bile itiraf edemediği ama içten içe de bildiği, bilmekten utandığı, kendisine yediremediği ve kendisinden nefret ettiği o düşünceleriyle karşılaşıyoruz sadece:
“Evet, herhalde beklemekten usanmış olmalıydı. Onu unuttuğuma karar verdiğini düşünmektense buna inanmayı tercih ederim. Onu unuttuğumu sanmasını istemiyorum, çünkü o tek cümle belki de beni derhal harekete geçirecek tek şeydi.”
Ben de cümlelerin gücüne inanıyorum. Kim bilir belki bizi de harekete geçirebilecek o cümle bir yerlerde yazılmıştır çoktan. Sadece yanlış adrese gitmiştir ve ulaşamamıştır bize. Ya da söylenmiştir kaç kere ama duymamışızdır. Daha da kötüsü duymazdan gelmişizdir. Belki bir işaret bekliyoruzdur ve belki de beklediğiniz işaret bu satırlarda gizlidir. Siz iyisi mi çok geç olmadan harekete geçin.
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
2