Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Sır, Biraz Daha Zaman, Stratejik Hatalar ve Ötesi

Önce neden bu kitabı ve bu fotoğrafı seçtiğimden bahsetmek istiyorum. Normalde vermeyi pek sevmediğim, adeta kendi sırrım olarak gördüğüm kişisel hayatımdan biraz bahsedeceğim. Sırf kitap için geldiyseniz bu italik yazıları hiç okumadan aşağıdaki Gelelim Kitabımıza başlığından devam edebilirsiniz.

Bütün düzenim yavaş yavaş bozuluyor. Okuma alışkanlığımı kaybediyor gibi hissediyorum. Halbuki ne kadar güzel gelmiştim bugüne kadar. Neden böyle oldu bilmiyorum. Aslında bir fikrim var ama itiraf etmeye korkuyorum. Sanırım biraz daha zamana ihtiyacım var. Böyle durumlarda soğukkanlı olmalı ve ucundan, kıyısından da olsa bir şekilde hayata tutunmalıyım. Yıllar bana bunu öğretti ve şimdi uygulama zamanı. Sanki büyük bir testin içinde gibiyim.

Her şey üst üste geliyor ve her şeyin üstesinden gelecek gücüm yok. Aradan kurtarabildiklerimi kurtarmalı, yetişebildiklerime yetişmeli, kalanları feda etmeliyim. Daha doğrusu vaz geçmeliyim. Bu kadar basit aslında. Bunu biliyorum ama gidip tam tersini yapıyorum ve çıkmaza giriyorum.

Aylardır beklediğim Güç Yüzükleri’ni bile bitiremedim. Ama başladım, dayanamayıp ilk bölümü bir şekilde seyrettim. Şimdi önümde 7 koca bölüm var beni bekleyen. Sonra diziyle ilgili konuşacağım bir arkadaşım var ama diziyi bitirmeden onu da arayamıyorum. İş yerinde de işler birikti. Her sene sonu böyle oluyor, buna alıştım artık ama bazen gerçekten bunalıyorum. Kalkıp gidesim geliyor. Zaten servis güzergahımız değişti ilk beni bırakmıyorlar artık. En fazla yarım saat süren yol artık en az bir saat sürüyor. Şimdi fark ediyorum ki bütün sistemim ondan sonra bozulmaya başladı. Yarım saat bile ne kadar önemliymiş. Takip ettiğim youtuberlar yeni videolar yüklüyor sürekli ama neredeyse hiçbirini seyredemiyorum artık. Okuyacağım yazılar da birikiyor.

Önce daha geç yatmaya başladım yetişebilmek için. Sonra daha geç kalkar oldum. Zaten aksi gibi ne kadar az uyursam o kadar çok rüya görürüm ben hep. Uykudan yorgun uyanmak yetmezmiş gibi bir de gördüğüm rüyaların etkisi sürüyor birkaç saat. Günler de kısalıyor sürekli, ne ara ikindi okundu, ne vakit akşam oldu insan hayret ediyor. Yeni podcastlere başladım bir yandan da onları dinlemeye çalışıyorum. Youtube’da videolarına yetişemediğim isimlerin neredeyse hepsi podcast yayınlamaya da başlamış. En azından onları dinleyebiliyorum yoldayken ama bu sefer hali hazırda dinlediklerimi ertelemem gerekiyor.

Ayrıca her yerde aklıma yeni hikâye fikirleri geliyor. Notlar alıyorum sürekli ama yazmak ayrı bir olay. Bunların hiçbiri bir yazının iskeletini oluşturmaya bile yetmez ama yeni yeni taslaklar açmadan edemiyorum. Bu yazılar için olmasa bile hikâyeler için ciddi zaman ayırmak gerekiyor. Bir oturabilsem başına, biliyorum yazacağım ama bazen yemek yiyecek vakti bile bulamıyorum. O bile bir zaman kaybıymış gibi geliyor.

Kitap tavsiyeleri de alıyorum. Sait Faik, Mustafa Kutlu ve Rasim Özdenören’in hikâyelerine yoğunlaşayım da önce onları bitireyim diyerek diğer kitapları da okumayı bıraktım ya, işte orada da stratejik bir hata yaptım sanırım. Eskiden ne güzel sabahları yoğun bilgi içeren, düşündüren kitaplar okuyordum. Bu bir yandan dinlenmemi de sağlıyordu. Düşüncelerimi toplamama da yardım ediyordu galiba. Şimdi domino taşları misali aylardır uğraşıp kazandığım alışkanlıklarım bir bir gözümün önünde yıkılıyor. Yarın elimdeki diğer Mustafa Kutlu kitabını da bitirip tavsiye edilen kitaplardan birini almayı düşünüyorum. 

Geçen hafta ilk defa bir arkadaşıma burada yazdığım hikâyelerden birini attım ve müsait olduğunda okumasını istedim. Beni biraz tanıyorsanız bunu kolay kolay yapamayacağımı bilirsiniz. Tabii bunun bir altyapısı var öyle pat diye gelişmedi bu olay ama yine de tuhaf hissettim kendimi. Gelen ilk soru da hikâye için seçtiğim fotoğrafla ilgili oldu. Bilmeyenler için açıklayayım, burada yazı yazabilmek için önce bir fotoğraf yüklemek zorundasınız. Tıpkı başlık gibi bu da bir zorunluluk ve öyle her fotoğrafı da yükleyemiyorsunuz. Telif hakkı vs olmaması gerekiyor. Ama bir kolay yolu da var, unsplash’dan sunulan fotoğrafları ücretsiz seçebiliyorsunuz. Artık biliyorsunuz, benim öyle uzun uzun resim arayacak, üzerine düşünecek zamanım yok. Bu kitap için mesela yazdım oraya birkaç kelime kitapla ilgili, sonra içlerinden birini seçtim. Açılan bir kapı, sırra açılan bir kapı gibi geldi bana, meraklı kedi de ben oluyordum belki de. Bu kadardı işte. Bu pratikliği seviyorum ama yıllar sonra bana sorarsanız bu fotoğraf ne alaka diye, ne diyeceğimi bilemem. 

Bu sabah da kulağıma geldi, şaka gibi gerçekten: Komşunun biri onla hiç konuşmadığımdan, hiç selam bile vermediğimden şikayet etmiş bir başka komşuya. Halbuki baş selamı denen bir şey vardır, göz göze gelir ve gülümsersiniz. İllaki durup tokalaşmak, sarılmak gerekmez selamlaşmak için. Bir yere girerken ya da ayrılırken tek tek herkesle selamlaşılmaz ki. Öyle olacak olsa benim her gün saatlerce insanlarla sarmaş dolaş olmam gerekir. Ne gereği var bunun? Ben bu konularda kedilere benziyorum sanırım. Canım istemiyorsa eğer kendimi sevdiresim bile gelmiyor yani. Şöyle bir başımı uzatıp bakmak, gülümsemek yeterli geliyor. Keşke herkese yeterli gelse ama tabii her insan bir değil.

Gelelim Kitabımıza

Hemen içindeki başlıklar eşliğinde Mustafa Kutlu’nun Sır’rına bir bakalım isterseniz: Sır, Tarihin Çöp Sepeti, Politik-Vizyon, Her Ne Var Âlemde, Aramakla Bulunmaz, Mürit, Satılık Huzur ve Cüz Gülü. Yazarımız 92 sayfaya ne kadar çok farklı hikâye sığdırmış diye düşünürken anlıyorum ki bütün bölümler birbiriyle bağlantılı. Tek bir sırrın peşindeyiz hep birlikte.

 Saat de 10'a yaklaşıyor ben okurken, içimde bir telaş; kitabın son günü ve bir an evvel bitirip iade etmem gerekiyor. Kütüphane de kapanmak üzere ve bitirmeden geri vermek istemiyorum. Bu düşüncelerle okumaya çalışırken şu cümle dikkatimi çekiyor kitapta:

“‘Telaş etme’ dedi, ‘kalıcı değiliz’”

Gerçekten neydi bütün bu telaş, her şeye yetişme gayreti. Kitabın süresini uzatabileceğimi o an fark ettim. Hatta istesem kitabı satın bile alabilirdim. Bu aceleyle önemli olan şeyi unutuyordum gerçekten. İsmi Sır olan bir kitabı sırf kısa diye alırsan eğer, hayatın sillesini böyle yiyordun işte. Kitap o kadar ağırdı ki, tekrar tekrar aynı sayfaları okumak zorunda kaldım. Kafamı da toplayamıyordum bir türlü. Nereden bileyim ben böyle olacağını.

“Mevki demek koltuk demek değildir. Ahmaklar koltuk peşine düşer. Önemli olan, geçerli olmak, sözü dinlenir olmak.”

Kitap uyanmamı sağlamıştı adeta. O sırada bir kedi girdi kütüphaneden içeriye. Üstteki fotoğraftaki kediye de benziyordu. Biraz daha beyazıydı sadece. Geldi hemen yanımdaki boş koltuğa sıçradı. Dışarısı gece vakti soğuk oluyordu artık, sanırım o yüzden üşümüş olacak ki yanıma sokuldu. Godfather’daki Marlon Brando edasıyla bir elimde kedi, diğer elimde bu kitabı okumaya çalışıyordum. Sonra hep meraklı olduğum rüyalar hakkında şu satırları okuyunca, bir süre ara verdim. Zaten kedi de rahat durmadı daha fazla sanki daha önce kendisini sevdiren o değilmiş gibi, kalktı gitti bir başkasının yanına.

“Rüyamda güya ben Hz. Muaviye olmuşum da Şam’da İslam devletinin ilk sarayını yaptırmakta imişim. Hz. Ebûzer-i Gıfarî benimle birlikte inşa edilmekte olan sarayı geziyor. Derken gezintiyi yarıda kesip, o dik, o sert, o muhkem sesi ile bana dönerek: ‘Bu sarayı halkın parası ile yaptırıyorsan bil ki bu bir zulümdür… Yok kendi paran ile yaptırıyorsan bil ki bu da bir israftır…’ dedi.
Uyandım. Ter içinde kalmışım. Her bir yanımı bir titreme almış. Vücudumun bütün azaları zangır zangır sallanıyor.”

Bende neredeyse bu kadar çok etkileniyorum rüyalardan. O yüzden geç yatmayı sevmiyorum. Tabii benim rüyalarımın böyle manevi yönü olmuyor pek. Daha çok gün içinde uğraştığım ne kadar saçma sapan şey varsa onlarla ilgili şeyler görüyorum. Sonra kitapta da kahramanımıza söylenen sözlerin bir benzerini ben de duyuyorum sık sık. Ezilenlere kendini ezdirme demek, aslında hiçbir şey dememekle eşdeğerdir benim gözümde ama bazıları bunu çok büyük bir hayat dersiymiş gibi yüksek sesle bağırarak söylediğinde önemli bir iş yapmış zannediyor kendini. Sonra onlar dert babası oluyor, ben hiç konuşmayan.

“Uyanık olacaksın. Kendini ezdirmeyeceksin. Baban olsa güvenmeyeceksin. Buralarda gemisini kurtaran kaptan.”

Bu acımasız tavsiyeler, bütün bu kavga, kalabalık, trafik ne için? Her iş çıkışı düşünüyorum bunu neredeyse. Nereye yetişmeye çalışıyor bu kadar insan? Özenip bezenip aldığımız eşyaları, yaptığımız işleri maden unutup gideceğiz, niye uğraşıyoruz o zaman? 

Fark ettim ki iki sene önce yazdığım hikâyeyi ben bile hatırlayamıyorum. Sorulan soruyu anlamak için tekrar okumak zorunda kalıyorum. Üstelik okurken kendi sesimi de duyamıyorum. Sanki bir başkası yazmış bütün o kelimeleri gibi, yabancı geliyor bazı yerler. Bütün bu yazılanların, yaşananların bir ötesi de olmalı diye düşünüyor insan.

“Kariyerim. Hep beraber gülümseyelim. Kaç para eder? Yazılanlar nereye gidiyor? Müşterisi olmayan bir meta mı üretiyorum. Bunca etüt, bunca fiş, bunca emek. Çoktandır sanki kendim yazıp kendim okuyorum. Deniz bitti…
Belki Efendi bana kitaptan ötesini gösterecek… Belki de kitabın gösterdiğini ama benim göremediğimi gösterecek.”

Sır, tek bir seferde okunacak bir kitap değilmiş. Ne öğrendin bu kitaptan diye sorarsanız, bunu öğrendim diyebilirim rahatça. Sen misin istersem okurum hemen, ne olacak ki kaç sayfa sanki diyen. Halbuki daha geçen ay Yeraltından Notlar’ı bitirmiş ve aynı kuyuya düşmüştüm. Ama Mustafa Kutlu’dan bunu beklemiyordum. Onun o sohbet eden, okurla konuşan tarzına alışmıştım. Bu kadar çarpıcı bir kitap olacağını düşünmemiştim.

“Kalabalıkta kimsenin yüzü kendinin değildir, bilirsiniz.”

Kalabalıkları sevmezdim eskiden ama artık kalabalıkların yalnızlıktan çok farklı olmadığını düşünüyorum. Hatta biraz abartıp ikisi de aynı şey bile diyebilirim. En azından birçok yönden. Yalnızken de sesinizi kimse duymaz mesela, kalabalıklar içindeyken de. Kalabalık içindeyken de kim var yanınızda emin olamazsınız, herkes birbirine benzer gerçekten. Yalnızken de kimse yoktur yanınızda. Örnekleri daha da çoğaltabilirim ama onların da kalabalıklar arasında kaybolmasını istemiyorum.

“Gece gündüz ahalinin üzerine rahmet yağıyordu. Her mahalle bir mektep, her fert talebe idi. Bilenler bilmeyenlerden mesul, güçlüler zayıflardan sorumlu idi. Hastalar hastalıkları için üzülmüyor, sağlar sağlık sebebi ile kasıla kasıla gezinmiyordu. İnsanların elinde para, mektupların üzerinde pul yoktu. Kimse amir değildi ve memur da yoktu.
Bu şehrin bir kapısından girip, öbür kapısından çıkıncaya kadar bildiklerimi unuttum, unuttuklarımı hatırladım.”

Bir hocam, bir hikâyem için sohbet, deneme, günlük ve anı karışımı demişti. Kim bilir bu yazıyı okusa neler derdi. Yine kantarın topuzunu kaçırdım, fazla kişisel bir yazı oldu, sırlarımı ifşa ettim, anlatmamam gereken şeyleri de anlattım galiba. İsim vermediğim için dedikodu sayılmaz burada yazdıklarım diye avutuyorum kendimi. Zaten okuyan da olmuyor pek diye rahatım biraz. Hafta sonu Yeraltından Notlar’la ilgili listeme aldığım videoları bitirebilirsem onun hakkında da yazarım diye umut ediyorum. Ama muhtemelen yine bu yazı gibi olacaktır. Bu yazı bu platforma yakışmıyor, lütfen böyle gereksiz detaylara girme, diyen olursa, ya şimdi yazsın ya da sonsuza kadar sussun demiyorum. Her zaman yazabilirsiniz görüşlerinizi. Fırsatım olursa okumaya çalışırım onları da.



Kısa Bir Reklam
ELZ Kozmetikte cilt bakım ürünleri de satılıyor, ayrıntılarını buradan inceleyebilirsiniz.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 


4
Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Teşekkür ederim, özellikle yazım için olduğunu belirtmenize sevindim yoksa üzülecektim :)

My World @Sedii

Her şeye yetişmeye çalışırken en çok kendimize geç kalırız ya bu söylenen söz tam sizin yazınız için söylenmiş.

1