Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Otuz Yaşlı Ağaç

Göksel, sıradan bir insandı. Ama kendisini hiçbir zaman öyleymiş gibi görmez, aksine ayrıcalıklı hissederdi. Dışarıdan bakınca hep mutlu bir insanmış gibi görünür, en zorlu durumlarda bile bu izlenimi vermeyi rahatlıkla başarabilirdi. Hatta mutlu kelimesi yetersiz kalırdı onun için. Görünüşe aldananlar için musmutlu bir insandı Göksel.

Girdiği ortama hemen bir hava katar, güler yüzüyle insanları kendisine çekerdi. Ama içten içe rahatsız hissediyordu. Bunun nedenini anlayamıyor, kendisini sürekli kandırıyordu. Bazen, hayalimdeki işte çalışıyorum ve çok sevdiğim bir eşim var, diye kendisini yatıştırmaya çalışır gibi sessizce mırıldanıyordu kendi kendine. Bir insan daha ne isterdi ki? İçindeki o acımasız ses, bir dikili ağacın bile yok, diye haykırıyordu. Ne istediğini bilmiyordu. Hayatta bir kez olsun sorulmamıştı ona, “Ne istiyorsun?” diye. Bunu fark edince ürperdi. Şu üç günlük dünyada, neleri sevdiğini düşünmeye başlamıştı.

Eskiden denizi çok severdi Göksel. Kendini bildi bileli hep çok sevmişti ama denize girmekten kaçınırdı. Çünkü yüzme bilmiyordu. Hayvanları da çok severdi ama hiç evcil hayvanı olmamıştı. Bir kediyi ya da köpeği sahiplenmek aklına gelmemişti bu zamana kadar. Bu nasıl bir sevmekti böyle? Üniversitede okuduğu yıllarda bir gün deniz kenarında bir ev alma hayaliyle yaşıyordu. Bu hayalini gerçekleştirmesinin neredeyse imkansız olduğunu biliyordu ama istiyordu işte. Maksat peşinden koşacağı bir hayalinin olmasıydı sadece.

Ne gariptir ki hayatının kalanını anlamsızlaştıran o acı haberi aldığında, en büyük hayali de kendiliğinden gerçekleşmiş oldu. Babasının ölümü ve ondan miras olarak kalan yazlık. Babasının da en büyük hayaliydi bu iki katlı ev. Emekli olduktan sonra tası tarağı toplayıp oraya taşınacaktı. Zaten her sene mutlaka bir bahaneyle doğduğu, büyüdüğü topraklara giderdi. Evin her şeyiyle tek başına ilgilenmek zorunda kalmıştı çünkü Göksel onu bu konuda hiç desteklememişti. Yoğun mesai saatleri yüzünden eşe, dosta, akrabaya ayıracak vakit bulamıyordu Göksel. Koskoca yılda en fazla birkaç hafta kalabileceği bir yer için zaman harcamak istemiyordu. Bu yüzden evin bütün derdi babasına kalmış ama sonunda ortaya 2 katlı güzel bir müstakil ev çıkmıştı.

Anlattığına göre evin önündeki geniş bahçede küçük bir köpek kulübesi bile yapmıştı babası. Biraz uzaktan da olsa Karadeniz’in hırçın sularını görebiliyordu. Şimdi bütün bunlar ona kalmış ama oraları görmeye fırsat bulamamıştı. Kiraya vermek içine sinmiyordu, satma ihtimalini ise düşünmek bile istemiyordu. Ama eşi kendileri kirada otururken orasının öyle boşta durmasına daha fazla razı olamazdı. Bunu anlıyor, ona hak veriyor ama yine de bu düşünce onun canını yakıyordu. Gerekirse biz taşınalım demişti oraya. Ama işinden ayrılması gerekecekti o zaman.
Babasının ölümünden sonra tamamen işe odaklanmış, kaçık bir işkolik gibi kendi görevinin yanında diğer departmanların da işleriyle uğraşmaya başlamıştı. Kendisinden hiç istenmeyen raporlar için saatlerce uğraşıyor, toplantılarda gereksiz yere söz alıp dakikalarca konuşuyordu. İnsan kaynakları müdürü Emel Hanım, bir gün dayanamayıp biriken izinlerini kullanması gerektiğini söyleyerek tatile çıkmasını önermişti. Üstüne basa basa, bu kadar çok çalışmana gerek yok, demişti. Ama çalışmanın kendisine iyi geldiğini söyleyerek reddetmişti bu teklifi. Peki ne için çalışıyordu bu kadar?

Annesi küçük yaşta kansere yakalanıp öldükten sonra babası da bir işkolik olup çıkmıştı. 30 sene boyunca o evi yaptırabilmek için gece gündüz demeden çalışmış, para biriktirmişti. Zaten babasıyla oldum olası pek konuşamazlardı. Babası okuldaki veli toplantılarına gelmez, doğum günlerinde bile hiçbir zaman yanında olmaz ama muhakkak telefon ederdi. Kısaca halini hatırını sorar, her seferinde işleri yoluna koyduktan sonra ona daha çok zaman ayırabileceğini söyleyerek sonlandırırdı konuşmasını.

Tam düze çıkacak, rahat bir nefes alabilecek sanırken hastalık kapısını çalmıştı. Testler, tetkikler alel acele yapılmış ve elinde bir poşet ilaçla hastaneden dönmüştü. Daha düne kadar sapasağlam olan babası bir günde tansiyondu, şekerdi derken on sene yaşlanmıştı sanki. Emekliliğine de sadece birkaç ay kalmıştı üstelik. O bir sene içinde yaşlanmış, saçları beyazlamış, zayıflamış, doğru dürüst yemek yiyemez olmuştu. 

Acı, yasaktı artık ona. Tatlı da yasaktı, tuzlu da. Ne kalmıştı ki zaten geriye? Elbette stres de yasaktı. Bütün bunlara uyum sağlamaya çalışırken yaptığı hatalar yüzünden kısa sürede diyabeti ilerlemiş, doktorlar çare olarak insüline başlatmışlardı. İğne olmaktan çocuk gibi korkan o koca adam gitmiş, her gün kendisine iğne yapan bir deri bir kemik yaşlı bir adam gelmişti yerine. Gözlerinin önünde günden güne eriyordu ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bütün bunların iyiye işaret olmadığını anlıyordu ama fark edemiyordu. Çünkü Göksel’in hayatında acıya yer yoktu. Her şeyi şakaya vurur, tüm sorunların nedensiz yere düzelebileceğine olan yapmacık bir inançla adeta olaylara at gözlüğüyle bakardı.

Zamanla babasının ilaçların dozunu yükselmiş ve sonunda vücudu iflas bayrağını çekmişti. Artık fazla su içmesi de yasaktı, kullandığı ilaçlar yüzünden zaten böbrekleri çok zorlanıyordu ve diyalize bağlanması gündeme gelmişti. Görüşü de zayıflamış, artık kullandığı numaralı gözlük bile fayda etmez olmuştu. Yetmezmiş gibi gittiği göz doktoru da daha fazla su içmesi gerektiğini söylemişti. Doktorların çok garip bir mizah anlayışı vardı.

Babası bir gün huzur evine yerleşmek istediğini söylediğinde ne diyeceğini şaşırmıştı Göksel. Ben seninle ilgilenirim diyordu ama bunu yapamayacağını da biliyordu. Zaten babası ev işlerinde Göksel’den çok daha becerikliydi. Yemek yapmak konusunda benim diyen aşçıyı cebinden çıkartırdı. Biraz da buna olan güvenle, huzur evi konusunu kapatmayı tek bir şartla başarmıştı Göksel: Babası İstanbul’daki evlerini satacak ve köye taşınacaktı. Orada güzel bir ev yaptıracak ve bir anlamda hayalindeki emekliliğe geç de olsa kavuşacaktı. 

Babası Göksel’den bu zamana kadar sadece bir torun istemişti. Ama onun da olamayacağını öğrenince bu konuyu bir daha hiç açmamış, gelininin incinmesini istememişti. Böyle de ince bir insandı. Hastalık onu daha olgun ama daha sessiz biri haline getirmişti. Onlarca şeyi söylemek için fırsat kollar ama onlardan sadece birini ancak dile getirebilirdi. Onu da zor duyulur bir sesle, zarifçe söylerdi. Bunun üzüntüsünü yaşayan Göksel, yıllarca babasının ondan bir şey istemesi için beklemişti. Ama huzur evi lafını duyunca bütün morali bozulmuş, kendisini hayırsız evlat gibi hissetmişti. Yine kendisinden yapamayacağı bir şey istenen çaresiz bir insan durumuna düşmüştü.

Huzur evinde babasını tek başına bırakma düşüncesini kendisine yedirememişti. Ama Bartın’da tek başına yaşamasına razı olmuştu nedense. Halbuki İstanbul’da olsa onu daha fazla görebilirdi. İlk zamanlar en azından ayda bir giderim dediği köye, bayramlarda dahi gidememişti. Gitmeyi çok istiyordu ama keşke bu sebeple oraya gitmeseydim diye düşündü. Çünkü en son geçen ay babasının ölümü dolayısıyla gitmiş ve bir gün bile kalmadan İstanbul’a geri dönmek zorunda kalmıştı.
Babasının erken yaşlanan kalbi, atmayı bıraktığından beri bütün bunları ilk defa düşündüğünü fark etti Göksel. Sadece acı haberi aldığında dakikalarca ağlamıştı ve ondan sonra sanki tüketmişti bütün göz yaşlarını. Hiç yerinde duramayan, sürekli bir telaşla sağdan sola koşturan biri haline gelmişti. Görünürde eski neşeli haline dönmüş, yeniden yaptığı esprilerle insanları güldürmeye başlamıştı.

Geç saatlere kadar çalışıyor, toplantıların, telefon görüşmelerinin sonunu bir türlü getiremiyordu. Bir bakıyordu ki akşam olmuş. Sektöründe öncü bir firmanın finans müdürüydü ama stajyer olarak ilk adımını atmıştı buraya. O zamanlar haftanın üç günü gelir ve fotokopi çekmekten, çay getir götürüne kadar her türlü işi yapardı. Üniversiteden mezun olduktan sonra tam zamanlı çalışmaya başlamış, basamakları tek tek tırmanmış ve kelimenin tam anlamıyla çıkabileceği en tepeye kadar yükselmişti.

Göksel’in sabrını test etmek isteyen herkes sonunda onun azmi karşısında pes etmek zorunda kalıyordu. Hangi işe el atsa, sanki bütün yaşama amacı o işi yapmakmış gibi odaklanabiliyordu. Bir gün deniz manzaralı o evi alacaktı. Nasıl şimdi bulutlara bile tepeden baktığı büyük bir plazanın en üst katında geniş bir odaya sahip olmuşsa, onun da zamanı gelecekti. Ama keşke hiç gelmeseydi diye içinden geçirdi o görkemli masasında otururken. İnsan ne istediğine çok dikkat etmeliydi. Çünkü gerçekleştiğinde böyle amaçsız kalabiliyordu. Daha da kötüsü, hiç ummadığı şartlar altında gerçekleşebiliyor ve o rüyalar bir kabusa dönüşebiliyordu. Bir zamanlar en çok beklediği şeyi aslında hiç istemediğini ansızın anlıyordu insan.
Emel Hanım’ın söylediklerini ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı şimdi. Bu bir aydınlanma anıydı onun için. Artık deniz manzaralı bir evi vardı memleketinde. Hazırdı, onu bekliyordu. Şimdi atlasa arabasına, gece yarısı olmadan varırdı Bartın’a. Ama oraya gidip de ne yapacaktı? Gerçekten sevdiği ne vardı hayatta? İçine kurt düşmüştü bir kere. Düşünmeye başlamıştı ve artık kafasını daha fazla kuma gömmeyecekti.

Etrafındaki insanları mutlu etmekten vazgeçip, kendi mutlu olduğu zamanları hatırlamaya çalıştı. Bunun için çocukluğuna kadar dönmek zorunda kalmıştı. Köyde geçirdiği zamanları anımsayınca yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Ata binmeyi çok severdi küçükken. İlkokuldayken karne hediyesi olarak babasından bir bisiklet yerine at almasını istediği gün geldi aklına. Sadece bu birkaç saniyelik an bile onu mutlu etmeye yetmişti.

Sonra beslediği tavukları, tırmandığı ağaçları düşündü. Ağaçtan topladığı meyvelerin de tadı bambaşka oluyordu. Babasının hastalığından sonra Göksel de yemeden içmeden kesilmişti. Refakatçi olduğu günlerde, hastane yemeklerine alıştırmıştı kendini. Ayakta kalabilmek için yemek zorundaydı ve sadece bu yüzden yemek yemeye başlamıştı. Bir aydır şekeri ve tuzu hayatından çıkarmıştı. Sabahları uyanmak için zift gibi bir kahve içiyor, akşamları televizyonun karşısında yorgunluktan sızıp kalıyor, bazı geceler hiç yatak yüzü görmüyordu.

İşyerindeyse her gün yüzbinlerce lirayı yönetiyor, sonu gelmeyen ödemeleri yetiştirmek için zamanla yarışıyordu. Hayatında daha önce hiç görmediği insanlar, ondan ödeme için bir tarih alabilmek uğruna sıkıştırıyor, kimileri bunun için randevu alıp alacaklı gibi karşısına dikiliyordu. İşin kötü yanı, bu konuda ekseriyetle haklı olmalarıydı. En büyük sorunlar paranın miktarı çoğalınca çözülüyor, herkes sanki hiç bu sorunları yaşamamış gibi rol yapıyordu. Ama iş kendi hayatına gelince hiç de öyle olmuyordu. Para harcayacak fırsatı bile bulamıyordu bazen. Günlerdir konuşamıyoruz ama hesabına şu kadar para gönderdim dese bir arkadaşına, acaba ne tepki verirdi diye düşünür olmuştu.

Kısaca, paraya olan bakış açısı tamamen değişmişti. Hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordu artık. İstese yıllarca tek bir kıyafet almayabilirdi. Üstelik bunun eksikliğini hissetmezdi. Her sene son çıkan modelini almayı bıraksa, bozulana kadar aynı telefonu yıllarca kullanabilirdi. Evindeki mobilyaları modası geçti diye değiştirmese de olurdu. Sabahtan akşama kadar çalışıyordu ve aylarca taksitlerini ödediği o eşyaları göz aşinalığı kazanacak kadar bile kullanamıyordu. Arabasını da yıllardır sırf işe gidip gelmek için kullanıyordu. 

Bütün bunlar ne büyük bir saçmalık diye düşündü istifasını Emel Hanım’a mail atarken. Şimdi doğruca eve gidecek ve karısına işi bıraktığını söyleyecekti. Daha önce onun da istediği gibi, Bartın’a taşınabilirler ve orada yeni bir hayata adım atabilirlerdi. 10 senedir yeterince çalışmış ve az da olsa para biriktirmişti. Kira sorunu da olmayınca, iş bulamasa bile rahatlıkla aylarca geçinebilirlerdi. Ama evde bu ani karara ne gibi bir tepki alacağını kestiremiyordu. 

İçini bir korku kapladı, önce ona danışmadığı, bu kararı paylaşmadığı için pişman oldu ama artık geri dönüşü yoktu. Odasından yavaşça çıktı ilk defa. Adımlarını ağır ağır atarak asansöre doğru yürürken herkesin çoktan çıktığını anladı. Asansörün kapısı açıldığında aynada kendisini görünce şaşırdı. Gülümsüyordu ama bu sahte bir gülümseme değildi. Kaz ayakları iyice belirginleşmiş, korkuyla karışık bir özgürlük hissiyle dolmuştu. 

Yol boyunca bugün yaşadıklarını nasıl düzgün bir şekilde anlatabileceğini düşündü. Ama hiç korktuğu gibi olmamıştı. Sanki bu haberi bekliyormuş gibi bir hali vardı karısının. Bugün bir şeyi daha öğrenmişti, belki de hiç gerçekleşmeyecek olan ihtimaller üzerine düşünüp enseyi karartmaktansa, insan gerçekten ne istediğini keşfederek düşünüp taşınmalıydı. Yine de bu taşınma işini aceleye getirmeme kararını aldılar ve yarın uzun bir gün olacağı için erkenden yattılar. 

Ertesi gün her zaman ki gibi güneş doğmadan kendiliğinden uyandı. Artık işe gitmeyeceği için istese geri yatabilirdi ama insan alışkanlıklarını kolayca bırakamıyordu. Zaten sabah trafiğine kalmadan yola çıkmayı kararlaştırmışlardı. Önce oradaki evin durumunu görüp nelere ihtiyaçları olup olmadığına bakacaklar, ona göre buradaki eşyaların taşınıp taşınmayacağına bu sefer birlikte karar vereceklerdi. 

Gece yatmadan önce karısının hazırladığı biri büyük, diğeri küçük iki valizi arabanın bagajına yerleştirirken Göksel’in telefonu çaldı. Emel Hanım arıyordu. Eskiden olsa ikinci defa çalmadan çoktan açmıştı telefonu ama şimdi canı hiç onunla konuşmak istemiyordu. Aramayı reddedip bugün kimseyle konuşmak istemiyorum dercesine bir yüz ifadesiyle telefonu karısı Zeynep’e uzattı. Onun bu umursamaz haline inanamayan Zeynep, “Başkası ararsa açayım mı?”, diye, naifçe sordu. Bugün senden başka kimseyle konuşmak istemiyorum, cevabını alınca istemsizce gülümsedi. Gerçekten de yol boyunca saatlerce konuştular. Sanki ilk tanıştıkları zamana geri dönmüşlerdi.

Bu arada Emel Hanım’dan bir mesaj gelmişti. İstifasını reddetmiş, inisiyatif alarak senelik izinlerini kullandırmıştı. Biriken 60 gün izni vardı, gerekirse ücretsiz olarak birkaç ay daha izne ayrılabilirdi. Sonrasında hâlâ ayrılmak istiyorsa, bunu o zaman konuşuruz, diye yazmıştı. Onun gibi bir çalışanı kaybetmek istememelerini anlıyordu ama kocasının inadını da çok iyi biliyordu. Bu yüzden şu an için mesajdan hiç bahsetmemeye karar verdi. Ama mesajı silmedi de, vakti geldiğinde söyleyecekti. Zaten bu her bakımdan çok iyi bir haberdi.

Hiç mola vermeyince öğlen olmadan varmışlardı Amasra’ya. Evin durumu tahmin ettiklerinden çok daha iyiydi. Babası bütün bunlara o kadar emek vermiş ama sefasını sürememişti. Zeynep hemen temizliğe girişince Göksel markete gideceğini söyleyerek evden çıktı. Ama doğrudan babasının kabrini ziyarete gitti. Sessizce dualar etti. Henüz bir mezar taşı yoktu. Bir ay önce nasıl bıraktıysa öyle duruyordu, ince bir tahta üzerine kazınmış kısa isimler, doğum tarihi, ölüm tarihi ve aradaki uzun ince yol. Bütün hepsi bu kadardı işte. Bir de bolca toprak. Toprağa dokundu, kokladı uzun uzun. Başını göğe kaldırdı ağlamamak için. Ağladığında hemen gözleri şişerdi. Tek başına buraya geldiğini belli etmek istemiyordu karısına. Akşam olmadan beraber geleceklerdi zaten.

Mezarlıktan çıkıp arabasına dönerken yaşlı bir adam ona seslendi, sen Mustafa abinin oğlu değil misin, diye merakla sordu. Evet, dedi Göksel, tam adını söyleyecekken yaşlı adam bir soru daha sordu: Fidanlığını da ziyaret edecek misin?

Ne fidanlığı, der gibi bir ifadeyle bakmakla yetindi Göksel. Adamın neyi sorduğunu anlayamamıştı. Yaşlı adam önce şaşırdı. Sonra yavaşça konuşmaya başladı: “Eskiden babanın her sene Şubat ayında gelip yeni bir fidan diktiği yeri diyorum.” dedi ve devam etti: “Buraya taşındıktan sonra da her gün oraya muhakkak gider, ağaçlarla saatlerce konuşur gibi bir ileri bir geri yürüyüp dururdu. Dayanamayıp ne yaptığını sorduğumuzda oğluyla konuştuğunu söylerdi.” dedi. Göksel’in hayret dolu bakışlarından oradan hiç haberi olmadığını anlamıştı. Yine de Göksel bunu hiç fark ettirmediğini sanarak oraya da gideceğini söyledi. Ama o yerin ne tarafta kaldığını sormayı da ihmal etmedi. Fazla uzakta değildi zaten ve hemen oraya geçti. Sıra sıra dizilmiş, irili ufaklı tam 29 ağaç saydı. O zaman yapbozun parçalarını yavaş yavaş birleştirir gibi, hayal meyal bir şeyler gözünde canlandı.

Tek çocuktu Göksel. Anne ve babasının ilk göz ağrısıydı. Annesi o doğduğunda bir ağaç dikmesini istemişti babasından. Doğum günlerini kutlamak gibi bir huyları hiç olmamıştı. Zaten babası hiç yanında olmaz, bir bahaneyle hep köyde olurdu o günlerde. Bu yüzden doğum günlerini kutlamayı hiç sevmez, sadece iş yerinde doğum günlerini kutlardı. Daha doğrusu getirilen pastayı keser ve iş arkadaşlarına ikram ederdi sadece.

Haftaya 30 yaşına girecekti, demek babası onun doğum günlerinde buraya yeni bir ağaç dikiyordu. Sonra gelip burada ona söylemeye çekindiği şeyleri anlatıyor, kendi kendine dertleşiyordu. Daha fazla tutamadı kendisini ve küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çocukken babasının anlattığı ağlayan ağacı hatırladı. Kendisini onun gibi hissetti.

300 küsur yaşındaki bu ağaç, dışarıdan bakınca sıradan bir selvi ağacıydı. Ama Amasra’nın Boztepe Adası’nda, denizden aldığı nemi bünyesinde biriktirip, ilkbahar ve sonbahar aylarında yağmur damlası olarak toprağa kavuşturan özel bir ağaçtı aynı zamanda. O aylarda ağlayan bir insana benziyordu gerçekten. Belki de sevgisini böyle gösteriyordu. Kendisi oldum olası ağlamaktan çekinirken, koca ağaç hiç korkmadan ağlayabiliyordu. Onca yıl, bir ağaç kadar olamamıştı. Artık değişmenin vakti gelmişti. 30 yıldır bir dikili ağacı yok sanıyordu ama haftaya kendisi için dikilmiş tam otuz ağacı olacaktı.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

2

Henüz hiç yorum yapılmamış.