Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Baba, Terim ve Reddedemeyeceğiniz Bir Dizi: The Offer

Yıllardır düzenli olarak yazmak istiyordum ama ne hakkında yazmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Bazen öyle bir film seyredersiniz ki, üzerine konuşmadan, bir şeyler karalamadan edemezsiniz. İşte öyle zamanların birinde, bloglar da yeni yeni popüler olmuşken acaba her hafta bir film seyredip onunla ilgili bir yazı mı yazsam diye ciddi ciddi düşünmüştüm. Düşünme süreci uzayınca vazgeçmiştim tabii. Her hafta bahsedilmeye değer bir film seyretmek öyle sanıldığı kadar kolay bir şey değildi. Kendimi tanıdığım için düzenli olmadıktan sonra yazmaya devam edemeyeceğimi biliyordum. Yani araya bu hafta bir film bulamadım gibi bahaneler girerse bu maceram başlamadan biterdi. O yüzden hiç başlamadım o yazıları yazmaya ama yıllar sonra o projeyi filmler değil de kitaplar olarak güncelledim.

Peki beni seyrettikten sonra üzerine bir şeyler yazma ihtiyacı hissettiren o filmler neydi? Elbette Baba serisi de onlardan biriydi ama ilk bunu düşündüren Rocky serisi hakkında okuduklarımdı. Özellikle ilk filmle ilgili o kadar ilginç bilgiler öğrenmiştim ki, bunları yazmam gerekiyormuş gibi hissetmiştim. Merak edenler varsa internetin derinliklerinde bulabilir. Onun da muazzam bir hikâyesi var gerçekten. Bunu bildiğim için The Offer diye bir dizinin çekildiğini ilk duyduğumda çok şaşırdım. 

Nasıl yani diye düşündüm. Bir filmin nasıl yapıldığının anlatıldığı bir dizi mi çekmişler? Sonra filmleri hatırlamaya çalıştım tek tek. Çünkü kitabını okumamıştım. O geldi aklıma. Zaten okumak istemiştim hep ama fırsat bulamamıştım. Bu teklifi değerlendirmeli, bir an evvel okuyup diziye başlamalıyım diye düşündüm. Önce kitabı bitiririm, sonra diziyi dedim. Diziyi o kadar beğendim ki hafta sonu da filmleri seyrettim tekrar. Bütün bunlara nasıl zaman buldum ben de inanamıyorum şu an. Ama tüm bu aktivite reddedemeyeceğim kadar iyiydi. Kendimi uzun zamandır böyle şımartmamıştım.

Dizi ve film konusunda genelde seçici olduğumu beni tanıyanlar çok iyi bilir. Hele sezonlar süren uzun bir diziye başlamaya beni ikna etmek çok zordur. Öyle televizyon karşısında saatlerce oturmak bana zaman kaybı gibi gelir. Uzun filmlere de hiç katlanamam. Gerçek hayat gibi denilen sanat filmlerine, yavaş yavaş düşen yapraklara, yuvarlanan elmalara, armutlara hiç tahammül edemem. Ama bu dizide yuvarlanan portakalları görünce, o sahnenin nasıl ustaca çekildiğini fark edip, yapılan işe çok büyük saygı duydum. Kendimi tutamayıp ilk bölümünü seyrettim dizinin ve çıkarılan işe hayran kaldım.

Mario Puzo’yu hiç okumamıştım daha önce. Bu kitabı yazdığını biliyordum ama filmin senaryosu için Coppola ile birlikte çalıştığını bilmiyordum. Ayrıca benim daha çok Rocky’nin Adrian’ı olarak bildiğim Talia Shire’ın Coppola’nın kız kardeşi olduğunu çok sonra, bir yerlerde duymuştum. Bunlar daha kitaba başlamadan aklıma takılan şeylerdi, acaba dizide bahsedilecek mi diye düşündüğüm. Ama The Offer’ın ilk bölümüyle bu kitabı kesinlikle okumam gerektiğine karar verdim. Çünkü dizinin yapımcısı Al Ruddy gibi daha kitabı okumamışken okumuşum gibi davranmak istemiyordum.

Ancak kitabı okurken bir ara acaba başka bir hikâyeyi mi okuyorum diye düşündüm. Filmde hiç bahsedilmeyen o kadar çok şey vardı ki. Kitabın neredeyse yarısı babanın vaftiz oğlu Johnny Fontane hakkındaydı. Onu sadece ilk filmden hatırlıyordum. Evet ünlü bir şarkıcıydı, aynı zamanda film yıldızıydı. Ama onun aşk hayatı ve başrolü aldıktan sonraki film yapım maceralarından hiç bahsedilmiyordu. Bir yandan da iyi ki bahsedilmemiş dedim içimden. Ama keşke bahsedilse dediğim başka ayrıntılar yok değildi.

Vito Corleone’nin sadık fedaisi Luca Brasi’nin hikâyesi hiç yoktu ve kitapta bile geçiştiriliyor gibiydi. Sanki yazar da anlatmak istemiyordu. Sonra bir de Michael’ın yardımcısı Al Neri’nin etkileyici hikâyesi vardı. Bir polis üniformasını giyen bir adamı hatırlıyordum ama o kadar önemli bir karakter gibi gelmemişti bana filmde. Meğer ne kadar sağlam bir adammış dedim. Ama üç filmde çok uzundu zaten. Bizim yerli diziler gibi değildi ki uzun uzun her şeyi anlatabilsinler tekrar tekrar. Velhasıl bu kitaptan ondan fazla not aldım, alıntı hazırladım. Ama bitirir bitirmez diziye de devam ettim. Bitirdikten sonra tek tek filmleri seyrettim. Ayrıca bu serinin The Godfather:The Game adında bir oyunu vardı, 2006 yılında çıkarılan. Benim bildiğim kadarıyla bir filmden uyarlanan en iyi oyundu diyebilirim. GTA’nın özgür dünyasının yanında bir de filmdeki senaryonun en önemli parçası oluyorduk. Kitap beni tekrar o yıllara götürdü.

Gördüğünüz gibi bu yazı, diğer bütün kitap yazılarından farklı olarak aynı zamanda bir film, bir dizi ve bir oyun hakkında olacak. Hepsi ve daha fazlası hakkında. Ben bu yazıları bazen sanki çok büyük bir iş yapıyormuş gibi hevesle, bazen de sanki büyük bir saçmalıkla uğraşıyormuşum gibi çekinerek yazıyorum. Yıllar önce yazılmış bir kitap üzerine, üstelik o kitaptan çok kendi okuma maceramdan bahsettiğim bu yazılar bazen bana bile anlamsız geliyor. Okuyacak olanları düşünemiyorum bile. Ama 50 sene önce çekilmiş, bitmiş bir filmin nasıl çekildiğiyle ilgili bir dizi bu kadar güzel ve anlamlı olabiliyorsa, belki bu yazılar da o kadar anlamsız değildir diye düşündüm ister istemez. Yani bana da büyük cesaret verdi diyebilirim. Hikâyelerin yazılma hikâyeleri gibi, kitapların da okunma hikâyesi yazılmaya, okunmaya değer olabilir. Neden olmasın değil mi? Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Yazarsanız okurum mutlaka.

Aile toplumun yapı taşı olarak nitelendirilir sürekli. Bunu çocukluğumdan beri duyardım ama anlamazdım ne demek olduğunu. Sonradan Gestalt kuramı olarak adlandırılan bütün parçaların toplamından çok daha fazlasıdır, kavramını öğrenince bazı şeyler daha çok oturdu kafamda. Çünkü gerçekten öyleydi. Bakmayın siz bekarlık sultanlıktır diyenlere. Su-i misal emsal olmaz diye bir söz vardır yanlış bilmiyorsam bizim hukukumuzda da geçerli. En basit ifadeyle yanlış bir şey örnek olarak gösterilemez yani bir yanlış başka bir yanlışı haklı kılmaz. Bütün bu kabul görmüş düşüncelerin yanı sıra, kabul edilmesine inanamayacağımız şeylere de insanların hiç sesini çıkarmadığını görürsünüz bazen. Bunun nedenini baba üzerinden yazar şöyle açıklıyor:

“Don Corleone ise olan bitene kızmamıştı. Toplumun insanlara katlanmaları gereken durumları nasıl kabul ettirdiğini öğreneli çok olmuştu, yani en sıradan insanın bile gözlerini açık tuttuğu sürece en güçlüden intikamını alma fırsatını yakalayabileceğine inanması bazı davranışlara katlanmasını da sağlardı. Ve işte Don’un bu inancıydı herkesin hayranlık duyduğu alçak gönüllüğünü yitirmesini engelleyen.”

İyinin sadece iyi, kötünün de alabildiğine kötü olarak anlatıldığı, işlendiği hikâyeler artık pek tutmuyor. Kimse inanmıyor sanırım o anlatılanlara. Kahramanların bile yerini anti kahramanların aldığı bir çağda yaşıyoruz. Bir tane süper kahramanın yetmediği, hepsinin bir araya geldiği ve karıştırıldığı filmler çekiliyor artık. Ben onlara karşı da büyük önyargıya sahibim, hiç izlemek gelmiyor içimden. Fazlasıyla yapay geliyor. Belki o dünyaya bir girsem hayran olacağım ama işte önyargı olunca insan hiçbir şeye güvenemiyor. 

Michael, babasına karşı önyargıyla büyüyor. Onun iyi bir insan olduğuna hiçbir zaman inanmıyor. Yaptığı iyiliklerin her zaman bir sebebi olduğunu şöyle açıklıyor:

“Acayip iyi kalpli bir insan olmalı senin baban,” dedikten sonra yüzünü ekşiterek devam etti, “Yöntemleri pek alışılageldik ve yasal değil, yalnızca!” Michael içini çekti. “Sanırım kulağa böyle geliyor, ama bak sana ne diyeceğim. Hani şu kuzey kutbuna giderek geçtikleri yollara yiyecek paketleri bırakan kaşifler vardır ya duymuşsundur, onlar bir gün ihtiyaç duyabileceklerini düşündükleri için yaparlar bunu. İşte babamın yaptığı yardımlar da böyledir. Bir gün, ihtiyaç duyup zamanında yardım ettiği bu evlerin kapısını çaldığında, bu insanların yapacağı en akıllıca şey babamın isteklerini yerine getirmektir.”

Bildiğiniz gibi filmde Baba’yı Marlon Brando oynuyor. Ben onun o dönem bu kadar büyük bir oyuncu olduğunu bilmiyordum. Al Pacino ise kendimi bildim bileli çok ünlüydü. Ve bence o kadar yetenekli bir aktör ki bu filmde hiç yer almasaydı bile yine kendisini mutlaka bütün dünyaya ispatlardı. Ama ilk film için kariyeri yeterli değilmiş gerçekten. Yazar kitabın filme çekileceğini öğrendikten sonra bizzat Marlon Brando’ya bir mektup yazıyor ve bu mektup sayesinde ünlü oyuncuyu ikna ediyor. Kısıtlı bütçeye rağmen bu kadar büyük bir yıldızın ikna edilmesi filmin kaderini de değiştiriyor. 

Ben son film için Al Pacino’nun çok zor ikna edildiğini biliyordum daha önce. Hatta eğer son çare olarak filme onun tabutuyla başlayacaklarını söylemişler ve buna engel olmak için oynamayı kabul etmiş diye okumuştum bir yerde. İnsan anlam veremiyor işin iç yüzünü bilmeyince. 

İnanılması güç ama neredeyse yönetmen hariç herkes ilk filmde Al Pacino’nun oynamaması için her şeyi yapmış. Tabii bir de yapımcımız hariç diyelim hemen. Dizi devam edecek mi bilmiyorum. Bana sanki bitmiş gibi geldi. Eğer yeni sezonu gelirse belki bu yazdıklarım hakkında daha fazla bilgiye sahip olabiliriz. Kısaca dizi de, kitap da sadece ilk filmi anlatıyor diyebilirim. Biraz da ikinci filmin altyapısı kuruluyor.

Bu arada ben yapımcı denilen şeyin ne olduğunu hiç anlamazdım bu diziyi seyredene kadar. Gerçi çocukken de yönetmenlerin varlığından bihaberdim. Sadece başroller önemliydi o zaman. Senaryonun önemi de çok sonradan, özellikle yazmaya başladıktan sonra anladım. Müziğin ne kadar önemli olduğunu bence Son Mohikan filmiyle beraber en çok Rocky ve Baba filmi gösteriyordur. Bilmiyorum belki minibüslere korna olmasından dolayı itici gelebilir bazılarına ama bence harika bir jenerik müziği var filmin. Zaten ikinci filmle birlikte filmin müziklerini yapan Nino Rota da Oscar almış. Ayrıca devam filmiyle bu kadar Oscar kazanan tek film serisi Baba’ymış. Bunu da unutmadan yazayım.

Kitapta çokça bahsedilmesine rağmen filmde es geçilen birçok konunun nedenini diziyi seyredince anlıyorsunuz. Luca Brasi’yi oynayacak o cüssede hiçbir aktör bulamamaları bunlardan biri mesela. Yazarken tabii muhtemelen yazar düşünmemiştir hiç, bu karakteri kim oynar diye. O yüzden yazarken de aslında karakterleri çok fazla abartmamak lazım bence. Gerçek olamayacak kadar uçuk bir profil çizerseniz, onu zihninizde canlandırmanız da zor olur. Gerçi ne yaparsanız yapın, bazı şeyler hiç ummadığınız şekilde gelişir. 

Dinamitin icadı hakkında çocukken okuduğum bir yazı çok ilgimi çekmişti benim mesela. Daha doğrusu onun icat edildiği amacına yönelik değil de savaşlarda kullanılmaya başlaması. Unutmadan, dinamiti kullanmak da öyle kolay değildir.

“Kapı adamın ardından kapandığında Don Corleone rahatlayarak nefesini saldı. Brasi, bu dünyada onu gerip, tedirgin eden tek kişiydi. Kontrol edilmesi, yönetilmesi mümkün olmayan doğal afet gibiydi adeta! Don omuzlarını silkti. Bir dinamite nasıl dikkatlice yaklaşılması gerekiyorsa bu adama da öyle yapmak gerekiyordu. Neticede gerekirse dinamiti bile kimseye zarar vermeden patlatmak mümkündü.”

Luca Brasi gibi bir adamın bile korktuğu bir insan olan Vito Corleone, böyle bir adamı nasıl emri altına alabiliyor? Bunu filmde anlamamız mümkün değil. Üstelik filmin nasıl çekildiğini anlatan bir dizi çekilse bile yine öğrenemiyorsunuz. Yani zaten filmi var, niye okuyayım koca kitabı gibi bir düşünceye sahip olanlarınız varsa, en basitinden bunun gibi küçük ayrıntılar için diyebilirim.

Peki neden bu kadar korkuluyor Don Corleone’den? Filmde de görüldüğü gibi son derece sakin, kibar ve sağduyulu bir insan. Çocukla çocuk olan, ailesine düşkün ve yeri gelince esprili bir adam aslında. Hatta zaman zaman güler yüzlü bile diyebiliriz onun için. Ya da hiç öyle demeyelim de yazara bırakalım onun gülüşünü anlatmayı:

“O zamanlar Vito Corleone o gülüşün karşısındakiler üstünde yarattığı etkinin farkında değildi. Herhangi bir tehdit ya da gözdağı çabası olmadığı için ürkütücü, insanı buza kesen bir gülüştü onunkisi. Sanki yalnızca kendisinin anlayacağı bir espri yapmış gibi gülerdi. Bu gülüş, ölümü çağrıştırdığı için, ortada gülünecek bir espri olmadığı için, gözlerinin içini güldürmediği için ve Vito dışarıdan göründüğü kadarıyla genellikle sakin ve sağduyulu biri olduğu için gerçek karakterinin aniden ortaya çıkarıverdiği için son derece korkutucu oluyordu.”

Bu yazının içinde bahsetmem ne kadar doğru olur bilmiyorum ama tam da bu hafta seyredebildiğim için Fatih Terim’in başarılarını anlatan o mini diziden de biraz bahsetmek istiyorum. Hemen bu filmlerden sonra fırsat bulup başladım. Orada benim dikkatimi en çok çeken şey, Terim için belki de hiç kimsenin söyleyemeyeceği şeyleri karısının rahatlıkla yüzüne karşı söylemiş olmasıydı. Senden teknik direktör olmaz, bile demiş zamanında. Düşünebiliyor musunuz? Bu yapım da çok fazla eleştirilmiş, birçok haklı nedenden ötürü. Ama ben Fenerbahçe’li olmama rağmen keyifle izledim onu da. Özellikle İtalya bölümleri başarılıydı bence ve Baba filminin üstüne çok güzel denk geldi benim için. Elbette anlatılmayan birçok şey vardı. Bu açıdan Baba filmine de benzettim aslında. Biraz da o yüzden burada yazmak istedim. Yapım sürecini bilmediğimiz için, dışarıdan eleştirmek çok kolay ve aynı zamanda haksızlık gibi geliyor bana. En azından Fatih Terim eşi ve çocuklarının hakkını teslim etmiş. Bu kitapta maalesef yazar kadınların hakkını pek vermiyor, hatta bazen onları küçümsüyor bile diyebilirim. 

“Hagen soğukkanlılığını korurken, yaşlı kadının hiçbir şeyin farkında olmadığını gördü. Akıllı olmadığından değildi, isterse her şeyi anlayabilirdi ama Don’la geçirdiği yıllar kadına farkında olmamanın, anlamamanın daha akıllıca olduğunu öğretmişti. İçini yakıp ona üzüntü verecek bir şey olduğunda nasılsa zamanı gelince kendisine söylenirdi. Ama bilmemesi gereken, üzüntü verecek şeyi bilmese de olurdu!”

Buna çok benzer bir tutumu yine geçenlerde okuduğum Muhteşem Gatsby’de de görmüştüm. Bir tarafta Amerikan rüyası anlatılıyor ama diğer yandan da her türlü ayrımcılığı ve ırkçılığı görüyorsunuz. Zaten bu hikâyede karşımıza çıkan ilk düşmanımızın lakabı Türk. Hem de İtalyan olmasına rağmen. Gerçi karısı Türk ve kendisi de bir süre Türkiye’de yaşadığı için Sollozzo’ya o lakap takılmış ama bunu özellikle filmde sanki küfrediyormuş gibi söylüyorlar. Bu beni rahatsız etti açıkçası. Ama kitabı okurken bazen gülmedim değil. Mesela Michael’ın karısı Kay’e yalanlar söylerken yaptığı şu tespit çok iyiydi:

“Analar polislere benzer. Her zaman her şeyin en kötüsünü düşünürler.”

Kitap 488 sayfa olmasına rağmen okurken hiç sıkılmıyorsunuz. Zaten kurgu da biraz ikinci filmdeki gibi, bazı bölümleri okurken sanki iki farklı kitap okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Filmler de alışılmışın dışında uzunlukta. İlk film mesela üç saat olmasına rağmen kitabın özetinin özeti gibi aslında. Zaten yapım şirketi ısrarla filmi iki saate indirmeye çalışıyor. Üstelik öne sürdükleri nedenler konusunda haklılar. Bunları çok güzel anlatıyorlar The Offer dizisinde.

Peki çıkarılan oyunu neden çok beğenmiştim? Yapıldığı döneme göre o da zamanının ötesinde bir işti çünkü. Oyundaki ilk görevden başlayalım mesela. Filmin de ikonik sahnelerinden, Bonasera’nın kızını döven serserilerin cezalandırılmasını istediği zaman, Baba ile aralarında geçen muhteşem diyalog ve uzlaşmaları. Sonrasında bu işi avukatı Tom Hagen’e devretmesi, kısaca halledin demesi. Filmde zaten daha fazlasını beklemiyorsunuz. Bunu yapabileceğiniz ne zaman var, ne imkan. Kitapta bile o iki serserinin hastanelik olduğunu okuyoruz sadece. Ama oyunda adeta bir başrol olarak siz giriyorsunuz devreye. O ikiliyi döverek tamamlıyorsunuz ilk görevinizi.

Babanın o evi, yönetmenin o büyük malikanesi, hatta filmdeki at bile oyunda birebir modellenmiş. Bunu filmi seyredince daha iyi gördüm. O oyunu oynayalı neredeyse on seneden fazla geçmiş olmasına rağmen ben buraları biliyorum hissini yaşadım resmen. Kitapta hızlıca anlatılan, filmde tamamen hayal gücümüze bırakılan bir çok işi bizzat siz yapıyorsunuz oyunda. Bundan daha başarılı ne yapılabilir diye düşünüyorum, belki sanal gerçeklik teknolojisi biraz daha gelişir ve uyarlanabilirse o olabilir sadece. Yoksa şu an bile bence oynanabilecek son derece güzel bir oyun, daha da önemlisi muhteşem bir uyarlama.

Uyarlama deyip geçmemek lazım aslında. Çünkü bir şeyi uyarlamak gerçekten çok zor. Bunu bu yazıda geçen diğer yapımları seyrederek de anlayabilirsiniz. İlk film için özellikle baştan sona o kadar mücadele ediyorlar ki iyi bir uyarlama yapabilmek için. Daha en başında mesela yapım şirketindeki yöneticilerden biri kalkıp, dönem filmi yapmayalım, o kadar masrafa gerek yok, Michael 2. Dünya Savaşı’nda değil de Vietnam’da savaşmış olsun, ne fark eder, diyor mesela. Düşünebiliyor musunuz dediği gibi olsaydı ortaya nasıl bir iş çıkardı? 

Sonra Sicilya’da çekim yapılabilmesi için hiçbir şekilde yardımcı olmuyor şirket. Israrla buna gerek olmadığını iddia ediyorlar. Hatta o sahneleri hiç çekmeyin diyorlar. Hikâyede Michael babasının intikamını almak için Sollozzo ile birlikte bir polisi de öldürüyor ve Sicilya’ya kaçmak zorunda kalıyor. Sicilya’da evleniyor ve Sonny ölene kadar orada saklanıyor. Bu süre içerisinde o topraklarda uzun uzun düşünme şansını yakalıyor:

“Michael babasının başında olduğu örgütü düşünüyordu. Böyle gelişmeye ve büyümeye devam ettiği takdirde bu yaşananların hepsi aynı şekilde yaşanacak ve giderek o da; zarar veren kanserli bir yapı haline gelecekti. Sicilya çoktan bir hayaletler ülkesine dönmüştü, ada halkının çoğu ya ekmek parası kazanmak uğruna ya da siyasi ve ekonomik özgürlüklerini savundukları için öldürülmekten korkarak başka ülkelere göç etmişti.”

Yani gördüğünüz üzere sadece yaşanan olaylar bakımından değil, aynı zamanda karakter gelişimi açısından da çok önemli o topraklar. Michael’ın oraya gitmesi, seyirciye bu hislerin aktarılması gerekli. Neyse ki bunu Coppola bizden daha iyi biliyor ve harcanacak olan paranın boşa gitmeyeceğine ikna ediyor herkesi. Bu kararlılığının meyvesini de ikinci filmde sahip olduğu sınırsız özgürlükle alıyor. Zaten bu yüzden sinema tarihinde belki de ilk defa bir filmin devamı ilki kadar etkileyici oluyor.

Baba çok güçlü bir karakter. Sadece kaba kuvvet olarak bakarsak en büyük oğlu Sonny belki de daha güçlü bir karakter olabilecekken sahip olduğu gücü hiçbir zaman doğru kullanamıyor. Zaten sırf bu yüzden en küçük oğlu Michael iki ağabeyinden daha çok gelecek vadediyor aile için. Çünkü o babasının en büyük prensibini çok iyi biliyor:

“Güç boşa harcanacak bir şey değildir.”

Bu sözü idrak etmek öyle kolay değil. Dışarıdan bakınca belki anlayabiliyorsunuz ama işin içine girince hiç öyle olmuyor. Büyük oğlu Sonny’nin katledilmesinden sonra Baba, hiç intikam peşine düşmüyor ve düşmanlarını barışa ikna etmek için bir toplantıya çağırıyor. Bu toplantının yapıldığı salon da en az toplantıya katılanlar kadar ilginç, bakın yazar bunu nasıl anlatıyor:

“Hagen koyu renk duvarlarda asılı portrelerin kime ait olduğunu bilen tek kişiydi o salonda. Bu yağlıboya portrelerin çoğunda finans alanında tanınmış kişiler resmedilmişti. Bunlardan birisi Maliye Bakanı Hamilton idi. Hamilton’ın durumu bilse, bu barış toplantısının bir mali kuruluşta yapılmasını fikrini beğeneceğini düşünmekten kendini alamadı. Paradan başka hiçbir şeyin önemli olmadığı bu ortamdan başka hiçbir şeyin etkisi akıl ve sağduyuya bu kadar davet edici ve yatıştırıcı olamazdı.

Kitaptaki diyalogların çoğunu hatırlamadım ben okurken. Filmleri seyredeli çok uzun zaman olmuştu. Ama o toplantıda, Baba’nın şu sözlerini okurken Marlon Brando’nun usta oyunculuğu geldi gözümün önüne. Filmin de en etkileyici sahnelerinden biriydi. Çünkü bunları söyleyene kadar o salonda sanki pes etmiş gibiydi Don Corleone. Yenilgiyi kabullenmiş, gücünün tükendiğini bildirir gibiydi. Ama bütün bu zayıflığını bile bakın nasıl sundu herkese, hep birlikte hatırlayalım:

“Yine de size şunu söylememe, kendimle ilgili bir zayıflığımı itiraf etmeme izin verin. Ben batıl ve kör inançları olan bir adamım. En küçük oğlumun başına ola ki bir talihsizlik gelse, yanlışlıkla bir polis kurşununa hedef olsa, kendini hücresinde asarak canına kıysa, oğlumun suçlu olduğunu iddia eden yeni bir tanık ortaya çıksa, bu kör inançlarım sebebiyle ben bunu bu odadaki bazı kem gözlere, kötü niyetlere yorarım. Dahası da var. Benim evladımın başına yıldırım düşse ben bunu buradakilerden bilirim. Bindiği uçak düşse, gemisi okyanusun dibini boylasa, otomobiline tren çarpsa, ateşler içinde yansa hastalanıp, ben yine buradakilerin beslediği kötü niyete yorarım olanları. İşte beyler hepiniz bilmelisiniz ki ben işte bu kötü niyetin sebep olacağı talihsizlikleri asla affetmem…”

Vito Corleone, ailesine çok düşkün, tüm gücünü ailesi için harcamaya hazır bir adam. Bildiği her şeyi her fırsatta oğullarına öğretmeye çalışıyor sürekli. Anlatıyor, gösteriyor, örnekler veriyor ve kimi zaman ders almaları için hata yapmalarına bile izin veriyor. Bile bile göz yumuyor bazı şeylere. Onun bu tavsiyelerine en çok kulak veren ne gariptir ki yıllarca ona en çok karşı çıkan oğlu Michael oluyor. Her şeyi ondan öğrendiğini sık sık söylüyor. Yanlış hatırlamıyorsam filmde geçmiyor bu diyalog, keşke geçseydi:

“Bunun dışındaki her şeyi bana öğretmiş olduğuna göre, insanları kırmadan nasıl hayır diyeceğimi de öğret bakalım,” dedi. Don koca masanın gerisindeki koltuğa oturmak üzere yürürken, “Sevdiğin önemsediğin insanlara öyle sık sık ‘hayır’ diyemezsin. İşin sırrı da şimdi burada, bunu yaparken de ‘evet’ diyormuşçasına davranmalısın. Biraz sıkıntıya katlanacaksın, zamanını bekleyeceksin. Ama sen bana bakma ben eski kafalı biriyim, sizler gençsiniz, yeni bir kuşaksınız,” dedi.

Kitabın sonu çok güzel bağlanmış ve ben ilk filmin sonunu tam olarak hatırlamıyordum. Nasıl bitiyordu diye düşündüm ama gelmedi aklıma. Seyredince tekrar anladım ki, sinemada da gösterilenlerden çok gösterilmeyenler önemliymiş. Kitaptaki gibi bitmiyor, Kay hiç Tom Hagen’la konuşmuyor filmde. Zaten öyle bir sahnenin daha çekilmesi filmi iyice uzatır, seyircileri atmosferden çıkartırdı. Peki o zaman nasıl yapılabilirdi? Çünkü Kay öyle basit bir karakter değil aslında. Hatta Michael için çok önemli. Kitabın daha başlarında da olsa not aldığım şu cümleyle bakın nasıl anlatıyor bunu yazar:

“Onun bu tutumunu kırabilecek tek kişinin kendisi olduğunu biliyordu Kay, ama aynı zamanda bu gücü ne kadar sık kullanırsa o kadar çabuk kaybedeceğini de biliyordu.”

Müzikten hiç anlamadığımı yeri geldiğinde söylüyorum hep ama şunu öğrenmiştim bir keresinde: Bütün bestelerde notalardan daha önemli olan bir şey varsa o da aradaki duraklamalar, beklemelerdir. Tabii ki ilk defa seyretmiyordum Baba serisini ama kitabı bitirip The Offer’ın üstüne seyredince, ilk filmin son sahnesi bana çok daha anlamlı geldi. Daha önce hiç yakalayamamıştım o detayları. Önemli olan göstererek anlatmak değil, göstermeden anlatmakmış. Ne demek istediğimi daha iyi anlayabilmek için sizin de önce bu kitabı okumanızı, sonra diziyi ve ardından da filmleri seyretmenizi teklif ediyorum. 

Bu arada fotoğraf quora.com'dan alınmıştır. İlk filmin son sahnesi olan o karede Kay, Michael'ın söylediklerine inanır ve bütün naifliğiyle ona içecek bir şeyler hazırlamak için odadan çıkar. Bu esnada Al Neri'nin yavaşça kapıyı kapattığını ve herkesin Don Corleone'ye saygılarını sunduğunu görürüz.



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

4

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli