Bir Kitap - Bir Beyin Cerrahının Anıları
Bir diğer nedeni de yıllar önce beni Medium’la tanıştıran Emrah ağabeyin buradaki yazılarımı keşfetmesiydi. Ona da selam olsun buradan. Yazdıklarımın tanıdığım biri tarafından okunmasına alışıyorum artık ama bundan sonraki yazacaklarımın da okunabileceğini yeni yeni idrak ediyorum. Bu da çok değişik ve güzel bir his aslında. Keşke herkes bir gün bu kitaptaki gibi anılarını yazsa, biz de okusak.
Benim gibi anı ve biyografi okumayı sevenler için de bu kitap bence türünün en iyi örneklerinden biri. Yine sanki benim gibi isimlere takıntılı olanlar varsa diye özellikle adından ve hikayesinden bahsetmiş çok güzel bahsetmiş yazarımız:
“Babam bana dedemin adını yani “İsmail Hakkı” adını vermiş. Dedem bana hep ‘Abdulkadir’ dedi. Dedem o zamanlar Kadiri Tarikatı’nın şeyhiydi. Babam da babasına saygısından dolayı hiç “İsmail Hakkı” demedi. O da bana galaksideki en parlak yıldız olan ‘Bircis’ yıldızının adıyla seslendi hep. Arap literatüründe, çölde kervanların önündeki kılavuzun adıdır Bircis. Hint edebiyatında ve Hint felsefesinde ise Nirvana’ya ulaşmış, en yüce makama ulaşmış kişidir. Ermiş kişi, bilirkişi anlamındadır. Bir de Tanrı ismi vardır, Hinduizm’de en üst seviyedeki Tanrı anlamı da vardır Bircis’in. Bizim Türk mitolojisinde de Ergenekon’dan çıkışta bozkurdun, gökyüzüne bakarak yol gösterdiği yıldızın adıdır. Hülasa, gökteki yıldızların en parlağı ve en büyüğünün adı olduğundan dolayı babam da bana en büyük oğlu olduğum için “Bircis” derdi.
Dedem beni üç yaşındayken Kur’ân-ı Kerim eğitimine başlattı. Dört yaşındayken Kur’an’ı hatm ettim. Aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden de olan Dedem, bana hem Osmanlı Türkçesini hem de Cumhuriyet Türkçesini öğretti. Beş yaşındayken de okula başladım. Yaşımın küçük olmasından dolayı Akçaabat’ta hiçbir okul, beni kabul etmedi. O sırada da babam Akçaabat Müftüsü. Sonunda dedem beni köydeki okula yazdırdı.”
Hayata böyle bir dedenin torunu olarak başlamış olmak elbette yazarımız için çok önemli ama bir de insanın hayat yolunda karşısına çıkan engeller ve o engellere karşı takındığı tavırlar vardır ki ben ona daha çok dikkat ederim. Bilirsiniz; hep tıp okumak şöyle zor, kazanması böyle zor diye daha yolun başında ya zorla dayatılan ya da en baştan vazgeçilen ilk meslek belki de doktorluktur. Yazarımız bakın daha çocukken ne sebeple doktor olmaya karar vermiş:
“Bir gün öğretmenimizin başı ağrımaya başladı. Hep baş ağrısından şikayet ediyordu. Hatta çoğu zaman derslere eşi Melahat Hanım gelmeye başlamıştı. Sonradan öğrendik ki öğretmenimizin beyninde ur varmış. Duyduğumuza göre de o dönemde Türkiye’de beyin cerrahı yok. Çok üzülmüştüm. Devamlı ağlıyordum. Hep aklımda Murat öğretmenin öleceği dönüp dolaşıyordu. Türkiye’de öğretmenimin ameliyatımı yapacak bir beyin cerrahının olmayışı, bu nedenle öğretmenimin öleceğini düşünmem beni kahrediyordu. Sonunda beyin cerrahı olmaya karar verdim.”
Bu arada kitaplarla ilgili yazılarımda sürekli yazarımız diye bahsediyorum ben ve biliyorum ki İsmail Hakkı Aydın’ı anlatırken bu çok eksik bir tanım olacak. Yine de öyle devam etmek istiyorum çünkü zaten böyle bir kitaptan yeterince bahsetmek mümkün değil, ne yazsam eksik kalacak.
Yukarıda da özellikle karar vermiş diye yazdım, kendisi de öyle demiş ya zaten. Öyle bizim genelde yaptığımız gibi heves etmiyor sadece ya da hiç emek sarf etmeden istemekle yetinmiyor. Hayatının her döneminde büyük bir disiplinle çalışmış yazarımız. Onun Erzurum’da okuma kararı da yine dışarıdan bakıldığında ilginç ama kendi içinde bir o kadar da tutarlı:
“Üniversiteyi, Tıp Fakültesini kazandım, hangi okula gideceğime karar veriyoruz. Ben İstanbul ya da Ankara Hacettepe Tıbbı düşündüm hep. Dedem de, “Erzurum’da okuyacak.” dedi. Ama ben Erzurum’u istemiyorum! “Oğlum,” dedi dedem. “Topraklarından birçok alim ve velinin yetiştiği Erzurum, seni de dünyaya tanıtacak ve dünyaya oradan ışık tutacaksın.” Babam da, ben de istemiyorduk Erzurum’u ama dedem dedikten sonra mecbur.
İstanbul’a ulaşım o dönem 3 gün sürüyordu; gemiyle iki gün bir gece sürüyordu, karadan da aşağı yukarı o kadardı. Erzurum ise 8–9 saatlik bir yoldu. O nedenle dedem hep Erzurum’u istedi. Başka bildikleri de yok değildi dedemin hani… Ayrıca, Trabzon’daki doktorların çok büyük bir kısmı Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun veya ihtisaslıydı.”
Bu gibi küçük gibi görünen kararların hayata olan büyük etkilerini gördükçe, okudukça insan düşünmenin ve istişare etmenin önemini daha iyi anlıyor bence. Böyle olunca da hayat bir anlam kazanıyor sanki. Yine de zaman zaman insanın anlam veremeyeceği şeyler de yaşanmıyor değil. Bakın yazarımız hakkında bir dönem verilen hapis kararının hikayesi gerçekten inanılmaz:
“Oysaki evimde Kur’an-ı Kerim de var, İncil’de var, Tevrat’ta var. Nurculuk kitapları da, Kavgam da, Das Capital da. Deniz Gezmiş hakkında mecmualar da… Neyse aldılar bizi, sorguya çektiler. Hatta pazarlık yapmamı isteyenler de oldu polislerin içinden. “Bize fakültedeki komünistlerin adını ver, serbest bırakalım.” diye. Ama benden isim alabilirler mi? Mahkemeye çıktık. Mahkemede hâkim, “Sen bu kitapları niye okuyorsun?” diye sordu. “Bilim adamıyım ben,” dedim, “hepsini okurum.” “Sen git doktorluğuna bak, sana ne komünisttir, Marksist’tir, uğraşma böyle işlerle,” dedi. Ardından ekledi. “Yaz kızım!” dedi. “Altı ay hapis!” Hapis cezası çıktı ama daha önceden böyle bir suça karışmadığım için karar ertelendi.”
Üstelik o dönem bu suç (!) siciline de işleniyor. Doktorluk döneminde de birçok sorun çileden çıkartıyor yazarımızı. Artık dayanamıyor ve bir şeyleri değiştirmenin vaktinin geldiğine inanıyor ama bunu da yine o zaman ki hocasına danışmadan yapmıyor:
“ O zaman (DSA) yok, tomografi (CT) yok, MR yok, hiçbir şey yok. İğne yapıyoruz hastanın boynundan şah damarına, renk boya veriyoruz, beyin filmi çekiyoruz, ona göre böyle ihtimali bir şey konuşuyoruz. Ee ben baktım ki o zaman çok daha selektif anjiyografi var. Kasıktan yapılan anjiyografiler var, çok daha geniş vak’a raporları, seminerler yapmamız lazım. Hiçbirini yapamıyoruz. Vizitlerde de daha detaylı olarak hastaları kontrol etmemiz lazım. En sonunda ben Yılmaz Bey’e, “Ben başka yerlere gideceğim,” dedim. “Olmaz.” dedi. beni bir fırçaladı, odasından attı dışarı. Ertesi gün beni çağırdı; o gece düşündü ki, nefis muhakemesi yaptı herhalde, ertesi gün çağırdı beni. “İsmail Hakkı dedi, “benim kapasite bu kadar, ben de ayrılacağım zaten, nereye istersen git!” dedi.”
Hiç şaşırmayacağımız gibi yurt dışında çok daha fazla itibar görüyor yazarımız. Yani daha doğrusu hakkettiği ilgiyi görüyor ve yıllar sonra kendisinden bir dosya istiyorlar ki hikayesi tam bu ülkenin özeti niteliğinde:
“Bu arada, Rahmetli Özal’ın bu hâdiseyi nasıl öğrendiğini anlıyoruz. Bu olay şöyle gelişmiş. Özal Houstan’a gidivor. Houstan’da bu İsmet Kayacan var, birkaç sene önce öldü, Sleeping Disorder Center var, oranın uyku hastalık merkezinin başkanı, oraya gidiyor. Onunla samimiler. İnternet yeni çıkmış. Özal’a, “Burada dünya çapındaki çalışmalar yayınlanır.” diyor. Özal da “Öyle mi?” diyor, “mesela Türkiye’den kim var, var mı bizim böyle bir çalışmamız? ”Bakalım,” diyor İsmet Kayacan. Prof. Dr. İsmet Kaya can daha sonra bunu bizzat kendisi bana anlatıyor. Oraya yazıyormuş Türkiye diye, tabii Türkiye için ben de soyadı Aydın olunca şans yaver gidiyor. İlk gözüküyor Aydin, İsmail Hakkı “A New Microvascular Technique in Neurosurgery”. Beyin Cerrahisinde yeni bir ameliyat tekniği diye birinci sırada çıkmıyor mu? Özal makaleyi okuyor oradan orada şekli de var tabi. Geliyor Türkiye’ye. Aklında kalıyor bu. TÜBİTAK ödülleri için adaylar belirleniyor. Adaylar belirlenmesinde artık nasıl olduysa Devlet Bakanı mı Cumhurbaşkanına mı lafı geçiyor. Özal, “Bu TÜBİTAK ödüllerini nasıl veriyorsunuz?” diye sormuş. “Efendim Üniversite veya bakanlar Kurulu teklif eder,” diye açıklamışlar. “Ben cumhurbaşkanı olarak teklif edemez miyim?” “Tabi efendim.” demişler, “siz de edersiniz.” “Öyleyse yazın, İsmail Hakkı Aydın.” Şimdi İsmail Hakkı Aydın deyince bakıyor ve kim bu adam diye düşünüyorlar. Özal, “Beyin cerrahı.” diyor ve hemen benden dosya istiyorlar. Meğer o dosyayı onun için istemişler.”
1981 yılında Suudi Arabistan’da hastane kurabilmemiz için giden heyette babasıyla birlikte yer alıyor ve orada da bize ruhsat vermemek için zorluk çıkartıyorlar. Bahaneler uyduruyorlar ve namaz vakti gelince o kadar müftünün ve hocanın bulunduğu yerde dönemin Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın ısrarıyla yazarımız kıldırıyor namazı:
“Ben geçtim namaza, Tayyar Bey’in bildiği bir şey vardır diye düşünerek geçtim imamlığa. Şimdi adamlar da peşimizden kıldılar mı, o Araplar, şimdi ben anladım ki Tayyar Bey “bunlara bir mesaj ver’ diyor. Ben çok güzel zammı süreler, âyetler okudum, tecvidim, gramerim de güzel benim, iyi de namaz kıldırdım bunlara. Namazdan sonra o adamlar, dediler ki, “Bu adam doktor, Beyin Cerrahı değil mi? Nasıl böyle namaz kıldırıyor.” Bizim Diyanet İşleri Başkanı da, “İşte bizim bütün doktorlar böyledir.” dedi. Suratsız adam, “Ya öyle mi?” dedi, hemen bastı imzayı, ruhsatı verdi. Böyle bir şey yok. Tayyar Bey’in müthiş diplomasisi…”
Kitapta bunun gibi daha birçok ilginç hatıra bulunuyor. Bu kadar donanımlı ve kendisini çok iyi yetiştirmiş bir insanla karşılaşınca da ona yapılan nasihatler özellikle dikkatimi çekti. Bakın babasının sözlerini nasıl tutmuş:
“Bir Hocamın nefesini hissederim, Gazi Yaşargil’in nefesini, yani bir hata yapacağım, yapar mıyım diye, bir de babamın nefesini ensemde hâlâ hissediyorum. İki yıl oldu babam vefat edeli, hâlâ ensemde babamın nefesini hissederim. Bana devamlı, “Ya okunabilecek bir yaz ya da yazılabilecek bir şey yap,” derdi. Onun için kitapları yazdım. Ben mesleğimin dışında, şimdiye on iki tane kitap yazdım.”
Dedesinin sözleri de belki de hepimizin kulağına küpe olmalı:
“Dedem, “Oğlum.” derdi. “kalem kırmayacaksın, kağıt yırtmayacaksın. Kağıdın üzerine basmayacaksın; ne bulursan okuyacaksın. bildiğini anlatacaksın, sakın bilgini kendine saklama! Allah o ilmi senden alır. Ne kadar bilgini anlatırsan, aktarırsan o kadar büyürsün!” derdi. “Bilgini anlattıkça beynin o kadar aç olur, o kadar daha fazla bilgi alırsın. Zekatını verirsin, bilimin zekâtı vardır!” derdi. “Esprili ol,” derdi. Çünkü beynin de zekâtı, zekânın da zekâtı var, onun için aldığın bildiğin kadar aktar, aktardıkça bilgin artsın!” derdi. “Onun için mesela aklına bir şey mi takıldı, onun cevabını bulmadan sakın uyuma, uyursan senden adam olmaz, bilim adamı olmaz.” derdi.
Kitabın bir bölümünde de uzun uzun yazarımız hakkında yazılanlar yer alıyor. En sonunda İsmail Hakkı Aydın’ın kendisi hakkında yazdığı bir 4–5 sayfa var. Öyle tek sefer okuyup bırakılacak bir yer değil bence orası. İnsanın ara ara kalkıp özenle son sayfaları açıp okumasını gerektirecek cinsten. Son olarak yazarımızın dikkatimi çeken şu satırlarını alıntılamak istiyorum:
“Hayatım boyunca hiç tatil yapmadım, Cumartesi, Pazar da dahil. Hatta bayramlarda bile Orada olduğum müddetçe kliniğe mutlaka gitmişimdir, sabahları vizitimi yapmışımdır, her hastayı görmüşümdür, ona mutlaka dikkat etmişimdir ve gideyim de deniz kenarında bir ay tatil yapayım diye hiç düşünmedim. Tabii ki konferanslara, toplantılara, değişik yerlere çıkıp gidiyorsun, aslında bir anlamda o da bir tatil sayılır. Ama başlı başına bir tatil yapmadım. Çünkü mesleğimi çok sevdiğim için tatile ihtiyaç hissetmedim.”
Ömür boyu hiç tatile ihtiyaç duymamanız dileğiyle…