Bir Kitap - Milena'ya Mektuplar
Uzun süreyi de geçtim hadi, bir süreliğine dahi olsa yazıştınız mı birileriyle mektup aracılığıyla. Önünüzde temiz bir sayfa, elinizde bir kalem, aklınızda yazacaklarınız ve hasret ve umut ve hayaller. Hayal kurmadan yazılamaz bence mektup denen şey. Önce yazacaklarınızı hayal edersiniz, sonra mektubunuzun çıkacağı yolculuğu. Acaba sağ salim varacak mıdır adresine, başına bir iş gelmeden. Sonra mektubun okunduğu anın hayalini kurarsınız, oluşturacağı etkiyi, cevap yazılıp yazılmayacağını. Yazılırsa ne yazılacağını, size ne zaman postalanacağını. Her şeyden önemlisi, öyle mesaj yazmak, mail atmak gibi değildir mektup yazmak. Kanlı, canlı, fiziksel bir şeydir. Zaman ayırmanız gerekir. Tekrar tekrar okursunuz sonra, mümkünse yanına bir de fotoğraf eklenir, gözlerinizin içinin güldüğü. Böyle anlattığıma bakmayın ben de böyle kullanmadım bu iletişim aracını hiç. Babamın askerdeyken anneme gönderdiği mektupları biliyorum ama. Çünkü annem hâlâ saklıyor. Teknoloji gelişti ve terk ettik artık mektup yazma alışkanlığını. Edebiyatımızda sık sık kullanılan, gurbet eldeki yâre selam yolladığımız turnalar da aslında daha önceki nesillerin bir iletişim aracıydı. Gerçekten de kuşlar bir zamanlar bizim mesajlarımızı iletiyordu. Şimdi o kuş belki de twitter oldu, mesajları da biz iletiyoruz elimizdeki ekranlarla, sağa sola, amaçsızca. Öyle beklemek yok hiçbir şeyi artık ama sabır da yok. Haliyle bizi bekleyen de yok. Terk ettiğimiz her şey, bizden bir şeyleri kopartıp alıyor götürüyor yanında. Biraz gereksiz uzattım girişi ama mektup benim için hep özel bir şey olmuştur. Kafka bakın ne diyor mektup yazmak için:
“Oysa, mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir… Aç kurtlar gibi bunu bekler onlar. Kâğıdın üstündeki öpücükler ulaşamaz sahibine, yan yolda hortlakların eline düşer, onlar içip bitirir bu öpücükleri. Bu coşkun beslenmeden ötürü çoğalıyorlar anlaşılan. İnsanlık sezmiş ki bunu, karşı koymaya çabalıyor; kişilerin rahatı için daha doğal bir buluşmayı sağlıyor: Treni bulmuş, otomobil demiş, uçağa başvurmuş, ama iş işten geçmiş artık, yok olmaya yüz tutarken bulunmuş şeyler bunlar; karşı yön daha güçlü, daha temkinli: Postadan sonra telgrafı bulmuş, telefonu, telsizi! Açlıktan ölmeyecek hortlaklar, ama bizler ezileceğiz. Bu konuyu ele almamış olmanıza şaşıyorum; yazıp açığa vurmakla bir şey elde edemezsiniz, karşı da koyamazsınız, geç kalınmıştır, ama hiç değilse anlarlar ki, maskeleri düşmüştür, “onların” var olduklarını biliyoruz artık.”
Bu kitabı yıllardır okumak istiyordum. Dönüşüm’den sonra Babaya Mektup’u da okuyup hakkında yazılanlara baktım ki bu kitapta da bazen adı geçen arkadaşı Max Brod’un ona yaptıklarını öğrendim. Max Brod, Kafka’nın “Ben öldükten sonra bütün yazdıklarımı yak” diye vasiyet ettiği yakın arkadaşıydı. İşte ben bunu okuduktan sonra Dönüşüm’ü tekrar okudum. Bu sefer sanki başka bir kitap okuyordum. Anlamaya çalışıyordum onu, zaten 40 yaşında ölmüştü. Neden böyle bir şey istemişti ki? Sanki okumamam gereken bir günlüğü gizli gizli okuyor gibi hissetmiştim. Sonra madem yakılmasını istiyordu bu yazdıklarının dedim, neden kendisi yapmamıştı bunu? Zaten bir çevirmen ve yazar olan arkadaşı Max böyle bir şey yapamazdı ki. Siz olsanız, Kafka’nın bütün yazdıklarını yakabilir, tarihten silebilir miydiniz onu?
Bu kitap Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan oluşuyor. Elimize ulaşanlardan elbette. Milena Jesenská bir gazeteci ve çevirmen, Kafka’nın değerini daha yaşarken anlayan nadir insanlardan biri. Kafka’nın bir mektubunda yazdığına göre “Milena yirmi beş bile değil, yirmi üç yaşında belki! Kafka ise otuz yedi, neredeyse otuz sekiz yaşında.” o dönemde. Sonra Milena evli üstelik ve Kafka’yla sadece üç kere görüşmüşler. Önsözde yazılanlara göre Milena 1939 yılında W. Hass’a vermiş bu mektupları ve Hass karalanmış satırları almamış kitaba, yaşayan kişiler hakkında yazılanları da çıkarmış. Milena’nın Kafya’ya yazdığı mektuplar zaten yok. Bu da okurken bize o cevapları da hayal ettiriyor, öyle bir iki günde bitirilebilecek bir kitap değil yani bence o açıdan. Sonradan Milena kocasından ayrılmış falan ama 17
Mayıs 1944'te Hitlerin toplama kampında hayatını kaybetmiş. Film gibi gerçekten. Çekilmiş mi acaba bunu anlatan bir film diye kısa bir arama yaptım ama bulamadım ben. O kadar da platform var bugünlerde, yapımcılar uyuyor anlaşılan.
Kitaptaki ilk mektubuna şöyle başlıyor Kafka’nın:
“Sevgili Bayan Milena,
Size Prag’dan, sonra da Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız -onun için yazıyorum bugün- sakın kırmış olmayayım sizi?”
Sevmek, aşık olmak bitmeyen, tükenmeyen bir umut halidir belki de. Ne dese, ne konuşsa size hoş gelir. Bunu zaten biliyordum ben ama bu satırları okuyunca anladım ki susması bile bir lütuf olabiliyormuş. İyi olduğumuz zaman susar mıyız gerçekten bilmiyorum ama kuşku da çok kötü bir şey ya. Hele birini kırmış olma ihtimali, hem de sevdiğiniz birinin kalbini kırmak. Onun için susulabilir bak mesela, yazıladabilir ya da ne bileyim, konuşulabilir. Yeter ki kırılmamış olsun kalbi. “Sevda kuşun kanadında, ürkütürsen tutamazsın” demiş ya şair, hayatın sırrı gerçekten de bu olabilir diye düşünüyor insan bazen.
Susmak kolay değildir ama. Tıpkı yazmak gibi o da büyük bir gayret ister aslında. Sabır ister, irade gerektirir. İdare etmeyi bilmeyi gerektirir. Ne söylemeniz gerektiğini bilirsiniz bazen de ama nasıl söyleyeceğinizi bilemezsiniz bir türlü. Ben de hep nasıl söylendiğine dikkat ederim mesela. Ne söylendiğinden daha önemlidir bence. Bakın yazar ne diyor:
“Ne söyleyeceğim gün gibi ortada, ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.”
Sonra ne olur biliyor musunuz? Seviyorsan git konuş, klişesi vardır ya hani. Doğru olduğu için klişe olmuştur belki de. Konuşulur elbette. Hatta anlaşılır, mutlu da olunur bir süre. Neden sonra sorular sorulmaya başlar işte ah o sorular yok mu? İşte aşkı öldüren bu sorulardır, şüphedir belki de. Güvensizliktir. Keskin bir bıçaktan daha derin yaralar açar bazı sorular. İnsan yaralanınca, iyileşmek istemiyor her zaman. Üzgünken arabesk şarkılar dinlemek, ayrılık filmleri seyretmek falan hep bundanmış mesela biliyor musunuz? Kendimiz gibi yaralı insanları ararmışız. Yani diyeceğim o ki o sorular karşısında hiç kendinizi yalnız hissetmeyin. Baksanıza Kafka’ya bile ne sormuş Milena:
“Şunu anımsıyorum örneğin: “Prag’da beni hiç aldatmadın mı?” diye sormuştun. Yarı şaka, yarı ciddi, yarı umursamazlık vardı sorunda, olabileceğine inanmadığın için belki. Mektuplarımı hiçe sayarak sorabildin Milena? Nasıl sorabilirsin? Sorduğun yetmiyormuş gibi, ben de işi daha güçleştirip “hayır” demiştim, “aldatmadım seni.” Karşı karşıya olunca bunları mı konuşur insan? Biz de o gün uzun uzun konuştuktu seninle, iki yabancı gibi.”
Son satır da çok iyi gerçekten. İki yabancı gibi, uzun uzun konuşmak. Nasıl bir tabirdir bu böyle? Karşılıklı uzun uzun konuşmak için yeni şeylerin söylenmesi gerekirse eğer, birbirini çok iyi tanıyan iki kişi uzun uzun konuşamaz hakikaten. Zaten insan da tanımadığına, bilmediğine aşık olurmuş diye bir şey de okumuştum başka bir yerde. Hakkında çok az şey bildiği, gerisini hayalleriyle süslediği birine aşık olurmuş insan. Yani hayallerimize aşık oluyoruz ve sonra da aşk bitiyor çünkü tanıyorsunuz artık onu yavaş yavaş. Bilmiyorum bunları mı demek istemiş Kafka ama Aforizmalar adı altında tamamlanmış ender elyazmalarından birinin olduğunu biliyorum. Onu da yakında tekrar okumak istiyorum. Belki onunla ilgili de yazarım, kim bilir.
“Ne iyi olurdu, bugün senden bir mektup alabilseydim. Kişi nelere sahip olduğunu bilmeyen bir “kapitalist” aslında.”
İnsan kaybedince anlıyor neye sahip olduğunu. Yani gerçekten nelere sahip olduğumuzu hiç bilmiyoruz aslında. Öyle rahat yaşıyoruz ki, hiç ölmeyecekmişiz gibi. Bakın bir cümlenin daha altı çizilesi:
“Bütün bunlar “rahatlık” işte, öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile “yok oluverir” insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir.”
Ortaokuldayken bir ödev verilmişti Türkçe dersinde. Herkes istediği bir kitabı getirecek ve bir ders boyunca kendi kendine okuyacaktı. Ben Robinson Crusoe’yu getirmiştim, çünkü onu henüz okumamıştım. Hem bu bahaneyle başlamak istediğim bir kitaba da başlamış olurum diye düşünmüştüm. Ağır ilerleyen, çok uzun bir kitaptı o zamanlar benim için. Sonra herkes ince kitaplar getirmişti hep. İstese hepsi bitirebilirdi yani o gün getirdiği kitabı. Benim içinse bu imkansızdı. Biraz moralim bozulmuştu ki bana yazmayı sevdiren Özlem Hocam elimde o kitabı görünce, benim okuduğum ilk roman buydu, demişti. Çok güzel bir kitaptır, diye de eklemişti. Sonra ben o kitabı kısa sürede büyük bir heyecanla bitirdim. O günden beri nerede Robinson’a dair bir şeyler görsem, mutlaka okumaya çalışırım. Kafka’nın bir mektubunda bu süper kahramana hiç denk geleceğimi sanmazdım ama aşağıdaki satırlar benim için de hoş bir sürpriz gibi oldu:
“O güç yolculuğa katlanmak için Robinson yarışmaya girmişti; başarısızlığa uğramış, bir sürü şey gelmişti başına… Ben yalnız seni yitirmemle düşüveririm Robinson’un durumuna. Gene de ondan çok ben Robinson sayılırım. Onun bir adası vardı, bir Cuma’sı, bir sürü şeyi daha. Gemisi de vardı, onu kurtaran, olup bitenleri bir düşe çeviren bir gemisi vardı onun… Benim hiçbir şeyim yok, adım bile yok… Onu bile sana verdim. Bu yüzden bir çeşit bağımsızlığım var sana karşı…”
Robinson gerçekten taytlı çizgi roman karakterlerinden çok daha güçlü bir kahramandır benim için. Başına gelen onca şeye rağmen pes etmemiştir. İnsanlığın en büyük korkusuyla, yalnızlıkla savaşmıştır. Yine de bir sürü şeyi vardır şöyle bir düşününce. Kafka haklı olabilir mi yine? Kafka ıssız bir adaya düşse yanına alacağı üç şey ne olurdu bilemem ama yine de belki kumların üzerine, belki de ağaçların ama bir şekilde yazardı Milena’ya diye düşünüyorum.
Para yönünden de işleri pek yolunda gitmemiş yazarımızın. Hastalık da vurmuş bir yandan, ayrılık da var. Bakın bir ara ne yazmış Milena’ya:
“Bugünden para biriktirmeye başlasam, sen de yirmi yıl dişini sıkıp beklesen, kürkler de biraz ucuzlasa (belli olmaz, belki Avrupa’da taş taş üstüne kalmaz da, kürk hayvanları başıboş dolaşır sokaklarda), işte o zaman sana kürk alacak param olur! Söyle Milena, gözüme ne zaman biraz uyku girecek? Cumartesi? Yoksa pazar gecesi mi? Ne dersin?”
Ne diyebilirsiniz ki bu cümleler karşısında? Uyuyamaz ki insan zaten böyle düşüncelerle. Günümüzde rahat bir uyku, büyük bir lüks oldu diye düşünüyordum ben ama o zamanlar da öyleymiş bazıları için. Baksanıza.
Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar yer almıyor demiştim kitapta hatırlarsanız. Zaten kimse de bilmiyormuş o mektupların akıbetini ama belli ki bir seferinde kızmış Kafka’ya yine. Hatta belki de azarlamış ama bu bile hoş geliyor yazara:
“Her şey gelir elinizden, ama en iyi başardığınız iş azarlamak anlaşılan; ödevlerini hep yanlış yapan bir öğrenciniz olmak isterdim, durmadan azarlayasınız diye; sınıfı görür gibiyim, üzerime eğilmişsiniz, ben korkudan başımı kaldıramıyor, bakamıyorum yüzünüze… Durmadan azarlıyor, parmağınızı sallıyorsunuz havada! Ne dersiniz? Öyle mi yapardınız?”
Kafka sıra dışı bir insanmış gerçekten. İnsan okurken bile görebiliyor bunu. Birkaç kitabı var hâlâ okumadığım ama bu düşüncemin aksi yönde değişeceğini sanmıyorum. Kendisi hakkında şunları yazıyor bir mektubunda:
“Bir özelliğim var, herkese benzemeyen biriyim, dış görünüşümle değil, ama bir ölçüye vurursan, onlardan çok ayrı olduğum çıkar ortaya. Bak, sen de ben de özelliği olan Batılı Yahudilerden çeşitli örnekler gösterebiliriz, değil mi? Ama bana öyle geliyor ki, ben içlerinde en Batılısıyım; biraz şişirerek söylersem, bu şu demektir: Hiçbir şeyime göz yumulmaz, rahat edeyim diye bir dakka bile verilmemiştir bana; zaten hiçbir şey verilmez bana, her şeyi kendim çabalayarak elde etmek zorundayımdır, yaşadığım günlerle geleceği değil, geçmişimi bile kendim yaratmak zorundayım, doğal olarak herkesin bir geçmişi vardır belki, ben onu bile kendim elde etmek zorundayım; bence bu en zor iş, dünya sağa mı dönüyor? -Bilmiyorum ya- ayak uydurabilmem için benim sola dönmem gerekiyor! Nasıl başa çıkarım? Gücüm yetmez ki; paltom ağır gelirken, nasıl taşırım koskoca dünyayı sırtımda? Bırak benim güçsüzlüğümü, kimin gücü yeterdi bütün istenenleri yerine getirmeye?”
İnsanın bu dünya için yaratılmadığı çok açık bence. Kimin gücü yeter ki dünyayı sırtında taşımaya? Bir Yahudi Kafka, bunu da sık sık yazmış mektuplarında. Milena’ysa Hristiyan ama o da Yahudi dostu diye alınmış Nazilerin toplama kampına. Holokostla ilgili yazmak istemiyorum burada zaten Kafka 1924 yılında ölmüş ama Milena görmüş o zulmü. Hiç yorum yapmadan size sorayım ben en iyisi: Sizce Kafka’nın mı hayatı daha zor geçmiştir, Milena’nın mı?
Kafka günümüzde yaşasaydı, whatsapp’tan falan yazabilir miydi sizce aynı şeyleri? Sanal ortamda yazsa yine sever miydi böyle? Ya da 90'larda yaşasaydı Kafka, dinleseydi Mustafa Sandal’ın ilk albümündeki şu şarkıyı: “Suç bende sever gibiyim, gel benim ol da rahat edeyim.” Ne düşünürdü? Gerçekten seviyor muydu Kafka yoksa sever gibi miydi? Kavuşsaydı Milena’ya, büyüsü bozulur muydu bu aşkın? Suç kimdeydi? Bu soruyu sorduktan sonra son alıntımızı paylaşıyorum:
“Bana öyle geliyor ki, yeryüzünün en saçma işi: Suçun kimde olduğunu aramaktır. Başa kakma bir yana, o, o kadar saçma değil belki, darda kalınca kişi, suçu yükleyecek birini arar elbet.”
Suçu yükleyecek birini değil de mektuplar yazacak birini bulmanız dileğiyle…
Henüz hiç yorum yapılmamış.