Bir Kitap - Pazartesi ya da Salı
Leonard Woolf’un ön sözüyle başlayan bu kitabı, kısa öykülere olan tutkumdan dolayı başladığım gibi bitirebileceğimi sanmıştım. Yanılmışım…
Bu arada Leonard, yazarın intiharından önce yazdığı mektupta “Beni kurtarabilecek biri olsaydı, o sen olurdun.” dediği kocası. Ön sözü bunu bilerek okuduğunuz zaman daha çok etkileniyorsunuz. Şu cümleler benim için kitaba başlama sebebi olmuştu:
“Woolf tüm yaşamı boyunca ara ara kısa öyküler yazmıştır. Aklına ne zaman bir fikir gelse kaba bir taslak halinde karalayıp çekmecesine atmayı alışkanlık edinmişti. Sonra bir yayıncı ondan bir öykü ister, onun da ruh hali yazmaya uygun olursa (çoğunlukla olmazdı) çekmeceden bir taslak çıkarıp yeniden, bazen defalarca, yazardı. Bazen de bir roman yazarken zihnini başka bir şeyle uğraşarak dinlendirmeye karar verip ya bir eleştiri yazar ya da kısa öykü taslaklarından biri üzerinde çalışırdı.”
Sinema televizyon bölümü mezunları kolay kolay bir filme kendilerini kaptıramaz, her seyrettikleri sahneye acaba bu nasıl çekildi gözüyle bakar ve filmden tat alamazlarmış. Yani bir arkadaşım söylemişti bunun gibi bir şeyi, tabii daha havalı kelimelerle. Yanlış terimler kullanmamak için aklımda kaldığı gibi yazdım.
Kısa öyküler yazmaya çalıştığımdan beri ben de öykülere, öykü yazarlarına farklı bir gözle bakıyorum artık. Yazarların ne yazdıklarından ziyade, nasıl yazdıklarını da öğrenmeye çalışıyorum. Bunun sonucu olarak bazen hikayelerin içine girmekte zorlanıyorum ama çoğu zaman hayret ve hayranlık duyuyorum yazılanlara. Bu biraz da kitap seçerken fazla risk almamamdan kaynaklanıyor sanırım.
Bu kitapta benim en beğendiğim öykü Yazılmamış Bir Roman oldu. Çoğu alıntıyı oradan yaptım zaten. Duvardaki Leke özellikle sonuyla gülümsetti. Miras ise beni gerim gerim gerdi. Kitaba ismini veren hikayeyi de tekrar tekrar okudum. Çünkü sadece iki sayfa ama okuması bir o kadar zor. Sonradan baktığımda da en çok övülen hikayenin o olduğunu görünce çok şaşırdım. Muhtemelen ben anlayamadım pek. Yine de başkalarının düşüncelerini çok fazla dikkate almadan devam etmek istiyorum zira yazar da böyle isterdi muhtemelen:
“Tek başına, görünmeden, aşağılardaki her şeyi çok sessiz, çok güzel görmek. Kimse görmez, kimse aldırmazken. Başkalarının gözleri hapishanelerimiz, düşünceleri parmaklıklarımız.”
Hazır başkalarından söz açılmışken, kendimiz haricindeki herkes aslında bir başkası değil mi? Mantık olarak öyle görünse de kesinlikle değil bence. Çünkü bazı başkaları gerçekten başkadır. Nadir de olsa karşılaşabilirsiniz öyle biriyle ama her nedense illaki bir başkası girer araya. Bu hep bana mı böyle oluyor diye düşünüyordum eskiden ve şu satırları okuyunca yalnız olmadığımı anladım:
“Hep böyle olur zaten! Tam onu görüp hissedersin, biri araya girer.”
İnsan, yaşanmışlıklarıyla insan aslında. O yüzden yüzlerini kapatan çalışanlardan rahatsız oluruz. Abartılı makyajlar, gözleri saklayan güneş gözlükleri ve ağzı gizleyen maskeler hep bu yaşanmışlıkları gizliyor bir yandan. Masseter botoks, bişektomi, çene ucu dolgusu, blefaroplasti ve nazolabial dolgudan hiç bahsetmiyorum bile. Oysa yüzümüze biraz güvenebilsek, belki de kendimizi anlatmak için bu kadar konuşmaya ihtiyaç duymazdık:
“Aslında insan yüzü en ayrıntılı basılmış sayfalardan da kapsamlı, insan yüzü çoğu ifadeyi taşıyor, pek çoğunu da saklıyor.”
Bu arada yanlış anlaşılmak istemiyorum. Kimseyi yargılamak değil amacım. Hele ötekileştirmek hiç değil. Ben sadece gözlerinizdeki o yansımaları görmek istiyorum.
“Otobüslerde, metro raylarında yüz yüze geldikçe aynaya bakmış gibi oluyoruz; gözlerimizdeki o anlaşılmazlık, o camsı pırıltı işte bundan. Gelecekte romancılar bu yansımaların önemim daha iyi anlayacaklar; çünkü sadece bir yansıma olmadığı kesin, sayıları neredeyse sonsuz. İşte gelecekte romancıların keşfedeceği derinlikler, peşine düşeceği hayaletler bunlar olacak. Öykülerinde gerçeğin tanımına giderek daha az yer verecek, onu, Yunanlıların ve belki Shakespeare’in yaptığı gibi bir olgu olarak kabul edecekler. Aslında bu genellemelerin hiç değeri yok. Sözcüğün kendisi bile insana askerliği çağrıştırıyor.”
Genellemeler size ne çağrıştırıyor? Bütün genellemeler yanlıştır diye bir söz vardır mesela, sık sık duyarım sağdan soldan. Bir de düşünce adamları ve eylem adamları diye ayıranlar var. Bununla ilgili hiçbir şey okumamıştım bu zamana kadar ya da hatırlamıyorum. Bir de benim çevremde belki böyledir ama eylem adamları hep daha çok önemsenir, hatta eylem tercih sebebidir bile diyebilirim. Oysa yazarımızın bu konudaki görüşü tam tersi olunca dikkatimi çekti:
“Bence eylem adamlarını -düşünmeyen adamları diyelim — hafiften hor görüşümüz de işte bundan.”
En büyük fikirlerin bile eyleme dönüşmediğinde çok fazla bir anlamı olmadığını düşünüyorum ben. Ama eyleme geçmek için düşünmeyen, düşünemeyen biri olacaksak orada da büyük bir sorun var bence. Lütfen bir saniye durun demek istiyorum.
İnsan dursa bile kafasındaki düşünceler öyle kolay kolay durmuyor. Şu sorunun cevabını ben de merak ediyorum açıkçası. Hani filmlerde olur ya, oyuncunun iç sesini bir başkası seslendirir. En çok da mektup okurken yaparlar bunu. Gerçek hayatta da böyle hissettiğiniz oluyor mu hiç?
“İnsan kendi kendine konuşurken, kim konuşuyor acaba?”
Mektup demişken Aynadaki Kadın hikayesinde İsabella’dan bahsederken şöyle diyor yazar:
“Hiçbir düşüncesi yoktu. Hiçbir arkadaşı yoktu. Hiç kimseye aldırmıyordu. Mektuplarına gelince, hepsi faturaydı.”
İsabella size de tanıdık geliyorsa bu kitabı seveceksiniz demektir. Aynı şekilde bilinç akışı tekniğini seviyorsanız, kendinizi bir anlığına da olsa bambaşka bir dünyada bulmak istiyorsanız bu kitaptaki hikayeleri tekrar tekrar okuyabilirsiniz.
Kısa Bir Reklam
ELZ Kozmetikte güneş koruyucular da satılıyor, ayrıntılarını buradan inceleyebilirsiniz.
3
Çok teşekkürler. Umarım beğenir hatta hakkında bir yazı da siz yazarsınız.