Zamanın Kıymeti'ni Öğrenmek İster misiniz?
Eskiden olsa bu kitabı okumak için böyle hevesli olamazdım. Dipnotlarının çokluğu, bölümlerinin fazlalığı, içinde geçen şiirler ve küçük puntolu yazılar normalde benim hep okumakta zorlandığım, nefsime ağır gelen şeyler. Ancak son bir aydır kendimce bir okuma maratonunda olduğum için, gözümü korkutsa bile bu kitabı okumaya cesaret edebildim. O kadar çok not aldım ve dersler çıkardım ki, haliyle bu yazı da biraz uzun olacak.
Abdulfettah Ebu Gudde’nin yazdığı ve Enbiya Yıldırım’ın çevirdiği bu eserin pratik baskı adı altında 160 sayfalık bir versiyonunu da varmış. Benim okuduğum ise yaklaşık iki katı kadar olan genişletilmiş baskısıydı. İyi ki bu baskıyla karşılaştım diyebilirim çünkü bütün dipnotları okumak, hatta tekrar tekrar okumak gerekiyor bence.
Dipnotlar sadece kaynağı belirtmek için değil, zaman zaman çeşitli açıklamalar yapmak ve hikayeler paylaşmak için de kullanılmış. Mesela şu alıntıyı dipnotlardan birinde keşfettim:
“Şöyle bir kıssa anlatılır: Bir kral on köpeğinin aç bırakılmasını ve hata eden her vezirin onların önüne atılmasını emreder. Günlerden bir gün vezirlerden bir tanesi melikin hoşuna gitmeyen bir görüş beyan eder. Melik onun köpeklere atılarak cezalandırılmasını emreder. Vezir der ki: ‘Ben size on yıl hizmet ettim. Bana bu şekilde mi muamele ediyorsunuz? Bari hükmün uygulanmasından önce bana on gün müsaade edin!’ Melik de ‘Tamam, sana on gün mühlet!’ der. Vezir köpeklerin bekçisine gider ve ‘On gün süreyle köpeklerin hizmetini ben yapmak istiyorum.’ der. Bekçi de kabul eder. Bunun ardından vezir köpeklerin doyurulması, yıkanması ve her türlü rahatlarının sağlanmasıyla ilgilenir. On gün geçtikten sonra kararın uygulanma zamanı gelir. Melikin emriyle vezir köpeklerin olduğu alana atılır. Melik bekler ki köpekler gelecekler ve veziri parçalayacaklar. Ama bu olmaz. Köpekler gelip vezirin ayaklarına sırnaşmaya ve etrafında havlamaya başlarlar. Şaşıran melik sorar: ‘Bu köpeklere ne yaptın sen?’ Vezir cevap verir: ‘Köpeklere sadece on gün hizmet ettim ve onlar bu hizmeti unutmadılar. Oysa size on yıl hizmet ettim ama siz hepsini unuttunuz!’”
Kitabın asıl adı Alimlerin Nezdinde Zamanın Kıymeti olarak geçiyor, içerisinde de o kadar çok eserden bahsediliyor ki insan kendisini adeta büyük bir hazine bulmuş gibi hissediyor. Öyle eserler ki bunlar, bırakın içeriğini sadece isimleri bile çok şey söylüyor insana. Artık kitaplarla ilgili yazarken ben de yeni bir başlık atma niyetinde olduğum için belki, bunlar benim özellikle dikkatimi çekmişti. İbnu’l-Cevzî’nin kitaplarından birini Saydu’l-Hâtır yani Akla Geliveren Güzel Düşünceleri Avlamak diye isimlendirmesi, sadece böyle bir kavramın farkında olunması, bunu adlandırabilmek ne kadar güzel değil mi?
Hepimizin videosunu seyrettiğini düşündüğüm ama yine de paylaşmak istediğim bir alıntı var çünkü okurken daha çok etkilenenler olabilir:
“Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, ‘Bugün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız.’ dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve ‘Bu kavanoz doldu mu?’ diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan Doldu, diye cevapladılar. Profesör, ‘Öyle mi?’ dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha, ‘Bu kavanoz doldu mu?’ diye sordu. Bir öğrenci, dolmadı herhalde, diye cevap verdi. Doğru, dedi profesör ve yine kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Yine öğrencilerine döndü ve ‘Bu kavanoz doldu mu?’ diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan ‘Hayır!’ diye bağırdılar. Güzel, dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek, ‘Bu deneyin amacı neydi?’ diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen, ‘Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır.’ diye atladı. Hayır, dedi profesör, “Bu deneyin esas anlatmak istediği, eğer büyük taşları baştan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsınız gerçeğidir.” Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: ‘Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir, iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir.’ Profesör, ders bittiği hâlde sessizce oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti… İnternetten indirilen bu hikâyenin Kellog Business School’da (ABD Northwestern Üniversitesi) iş idaresi master öğrencileri ile zaman yönetimi dersi profesörü arasında geçtiği belirtilmiştir.”
Hazırladığım alıntılara bakınca üstte de bahsettiğim İbnu’l-Cevzî’den daha fazla bahsetmem gerektiğini gördüm. Önce gençlere ve yaşlılara verdiği şu örneklere bakalım:
“İbnu’l-Cevzî’nin bu konuyla ilgili latif bir kitabı daha vardır. Adı “Tenbihu’n-Nâimi’l-Gamr alá Mevāsimi’l-Umr (Mevsimler Geçip Giderken Derin Uykuya Dalmış Olanı İkaz). Bu kitabın sonunda şöyle der: ‘Ömrün değerini ve kıymetini bilen, bir anından bile feragat etmez. Gençler malını (zamanını) korumaya baksın. Orta yaşlılar ellerinden geldiğince korumaya çalışsın. Yaşlılar da önden giden cemaatine katılmak için azık edinsin. Pir-i faniler de her an canlarının alınabileceğini düşünerek hazırlıklı olsun.’”
Şimdi de çocuklara verdiği şu öğüte bakalım. Verdiği önemli mesajı bir kenara bırakıp sadece insanın çocuğuna bir şey anlatırken üslubunun nasıl olması gerektiğine bile dikkat etseniz, eminim size çok şey katar:
“Leftetu’l-Kebid fi Nasihati’l-Veled (Ciğerpare Olan Çocuğa Nasihate Önem Vermek) adını verdiği küçük hoş risalesinde çocuğunu ilme teşvik ederek şöyle demektedir: ‘Yavrucuğum şunu bil! Günler saatler olarak sunulur. Saatler de nefesler olarak sunulur. Her nefes bir hazine sandığıdır. Bir nefesinin karşılığı olmadan boşa gitmesinden sakın. Çünkü kıyamette içi boş bir sandık görürsün de pişman olursun. Her saatinin neyle geçip gittiğine dikkat et. Mutlaka en değerli şeyle birlikte yolcu etmeye bak.’”
İslam tarihindeki en büyük yazarın kim olduğunu biliyor musunuz? Ben bilmiyordum ve bu kitap sayesinde öğrendim ki İmam İbn Cerîr et-Taberî’ymiş. Geriye yaklaşık yedi yüz bin sayfa tutan eserler bırakmış. Onun hakkında şöyle bir bölüm var kitapta, kendisi öğrencilerine şöyle sormuş:
“‘(Size) Kur’an tefsiri (yazdırmamı) ister misiniz?’ Onlar da ‘Hacmi ne kadar olur?’ diye sorarlar. Altmış bin sayfa, deyince, ‘Bunu tamamlamadan insanın ömrü biter.’ derler. Bunun üzerine o da tefsir çalışmasını altı bin kadar sayfada özetler ve yedi yılda yazdırır. Bu yazdırma 283/896'dan 290/903 yılına kadar sürer.”
Kitabımızda öyle örneklerden bahsediliyor ki aynı az önce bizim de yaşadığımız gibi insan sadece sayıları, zamanları bile algılamakta zorluk çekiyor. Yıllar önce bana bir arkadaşımın hediye ettiği Güvercin Gerdanlığı kitabının yazarı İbn Hazm’dan şöyle bahsediyor:
“Geriye dört yüz cilt eser bırakmıştır. Bunlar takriben yüz altmış bin sayfa tutmaktadır.”
Bu yazı benim yayımladığım 80. yazım olacak ve bu kitabı bitirene kadar kendimi çok fazla yazmış gibi hissediyordum. Böyle zengin kitaplar sayesinde yolun daha başında olduğumu anlıyorum. Yine de yazmakla ilgili ne görsem özellikle dikkat ediyorum.
“(Şiir yazmak, eser telif etmek, ortaya yeni bir şey çıkarmak, kapalı ve muğlak yerleri çözmek gibi) bir şeyler yapmak isteyen kimse için en uygun vakit seher vaktidir. Ezberlemek, normal çalışmasını sürdürmek ve benzeri işleri yapmak isteyen kimse için ise geceler uygundur.”
Ayrıca yazının güzelliğiyle ya da günümüze güncelleyecek olursak yazının içeriğinden çok kapak fotoğraflarına dikkat edenler için neyin daha önemli olduğunu da işaret etmiş:
“Alimler nezdinde zaman çok değerli ve kıymetli olduğundan dolayı yazıyı güzelleştirmeye ve iyi yazmaya az önem verilirdi. Sözün açık, anlaşılır, karışma durumu olmaması, okuma zorluğu içermemesi, metnin terkibinin düzgünlüğü ve yazılanların doğru anlaşılması için yazılarını güzelleştirip iyi yazmaya önem vermemişlerdir.”
Yazmak için neye önem vermemiz gerektiğini sürekli her yerde okuyoruz ama sanırım bu ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi:
“Her zaman yanında defter, kalem bulunsun ki aklına birden gelen düşünceleri kaydedersin, değişik fikirleri ele geçirirsin. Keza duyduğun faydalı bilgileri ve nükteleri not edersin. Bunda kıymetli vakitte tasarruf etmek durumu söz konusudur. Çünkü sonra hatırlamak, tahminde bulunmak ve yakinin yerini tutmayacak zan ile zaman harcanmaz. Önceleri şöyle denmiştir: ‘İlim bir avdır. Yazmak onun bağıdır.’”
Not tutmanın önemini anlayınca insan bu konuda lakayt olanları gördüğünde daha çok rahatsız oluyor.
“Bir düşün, bir mazereti olmaksızın ilim talibinin senden kalem veya boş sayfa istemesi ne kadar çirkindir. Silahsız yürüyen askere benzemektedir!”
Yazmakla birlikte okumanın öneminden de sık sık bahsediyor. Daha doğrusu tekrar tekrar okumaktan, gerektiğinde aynı kitabın bile defalarca okuyan alimlerden örnekler veriyor. Alanında uzman bir insanla yapılan bir saatlik müzakere saatlerce hatta günlerce süren mütalaa ve ezberden daha yararlıdır, adıyla bir bölüm bile yer alıyor kitapta. Orada da konuşurken nelere dikkat edilmesi gerektiğinden bahsediliyor:
“Müzakere hususunda insafı ve adaleti öncelemeli, bu nedenle istifade edebileceği veya kendisine iyi ifade edebilecek aynı zamanda gönlünden veya konuşmasıyla arkadaşına üstünlük taslamayan, benzer tavırlar sergilemeyen, ona tatlı ve yumuşak bir üslupla seslenen birisini aramalıdır. Böyle yaptığında ilmi artar ve ezberledikleri kuvvetlenir.”
Özellikle öğrencilerin ve çeşitli sınavlara hazırlananların çok iyi bildiği şu davranışı, bunun ne kadar yanlış olduğunu ve sorunun kaynağını şöyle işaret ediyor:
“İmtihanlar döneminde ilim talibine en güzel ve hoş gelen şey, imtihanda sorumlu olmayacağı ilmi okumalar yapmasıdır. İmtihanda sorumlu olacağı mühim ilme karşı içinde bir isteksizlik ve kaçınma durumu hasıl olur. Bu, nefsin hastalığından ilginin ve hevesin azlığından kaynaklı bir durumdur. Çünkü sorumlu tutulan ilimde mesuliyet yükleme, mecbur tutma ve gereğini yerine getirme durumu vardır ve bu, bitkin nefse ağır gelir. Sorumlu tutulmayan ilimde ise mesuliyet yüklenmiş olmadığından nefse hafif gelir. Akıllı kimsenin, nefsinin hevasına takılmaktan kendisini koruması gerekir. Çünkü bu, şeytanın onu kandırması ve doğru ve mühim olandan saptırmasıdır. Doğru yola eriştirecek hiç şüphesiz ki Allah’tır. İlim taliplerinde özellikle de üniversite öğrencilerinde gördüğüm bir başka kötü durum da ilim yok diyerek ders müfredatına önem vermemeleri, başka kitaplara, başka derslere ve hocaların genele yönelik verdiği konferanslara gitmeleridir. Bunların durumu, farzları terk edip de nafilelere önem verenlere benzer.”
Kitapta yaşlanmaktan ve yaşlılığın getireceği zorluklardan bahsedilirken önce şu uyarılarda bulunuyor:
“Yaşın ilerledikçe mesuliyetlerin de artacaktır. Alakaların çoğalacak, vakitlerin daralacak, gücün, takatin düşecektir. Yaşlılıkta vakit daha dar, vücut daha zayıf, sıhhat daha bozuk, takat daha azdır. Yapılması gereken işler ile meşgaleler ise hem daha çok, hem de daha ağırdır. Bu sebeple, ömrünün saatlerini iyi değerlendir, çünkü uçup gidiyor. Ortada olmayan, müstakbelle ilgili hülyalara kendini kaptırma. Çünkü her yaşanan zamanın kendisine göre meşguliyetleri, işleri ve aniden ortaya çıkan durumları vardır.”
Biliyorum ki aramızda bu görüşlere katılanlar olduğu gibi bunlara inanmayanlar ya da yaşlılığı kendisine yakıştıramayanlar olacaktır. Yazarımız da sanki onları da görüyormuş gibi kitabın ilerleyen bir bölümünde de şunları yazmış onlar için:
“Gençliğinin işlerini ve faaliyetlerini, hayatının son dönemindeki yaşlılık zamanının boş vakitlerine erteleme. Çünkü o dönemde kuvvetin -az veya çok, sıhhat, görme, duyma, ayakta durma, oturma, kitabı elde tutmada ve sayfaları çevirmede zorluk, kalem titremesi, gözde seğirme, kapalı yerleri çözmede veya dağınık bilgileri bir araya getirmedeki sabrın tükenmesi açılarından zafiyete uğrar. Bu benden sana babaların çocukların bir hediyesidir. Bunu bil ve iyice belle. İçinden ‘Ben böyle olmayacağım.’ deme. Bilakis sana şunu söyleyeyim: ‘Böyle değil tam olarak öyle olacaksın.’”
Bu zamana kadar yaşlılığından şikayet edenleri çok duydum ama hiç kitabın sayfalarını çevirmede zorluk yaşadığını söyleyen birini duymamıştım. Çünkü maalesef benim tanıdığım yaşlıların zaten gençliğinde de okumak gibi bir derdi yoktu.
Oysa yazarımızın sadece kendisine ait 25 bin kitabı varmış. Öyle ki bir eve sığmayacak duruma gelmiş bu kitapları. Üstelik 17 yaşına kadar da babasının kumaş dükkanında çalışan bir gençmiş ve tam o yaşında kendisine “Git oku, sen niye babanın yanında çalışıyorsun!” denmiş ve ondan sonra El-Ezher’in Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’ni bitirmiş. Daha sonrasında da zaten birçok üniversitede öğretim üyeliği bile yapmış ve 1997 yılında Riyad’da hayatı kaybetmiş ancak yazdığı sayısız eserle bence yaşamaya devam eden büyük bir yazar.
Hazır onun hiç bitmeyen öğrenciliğinden bahsetmişken şöyle bir soru sormuş ki bence bu soruyu sadece veliler değil öğrenciler de kendileri için sormalı:
“Evlerde milyonlarca öğrenci var. Bunlar dört-beş aylık yaz tatillerini geçirmekteler. Acaba babalar bu vakti, çocukların bedenlerine, akıllarına, tabiatlarına ve ülkelerine yararlı olacak şekilde nasıl geçirtebiliriz diye birbirlerine sordular mı?”
Soru sormak önemli ama verilen cevap hatta o cevabın nasıl verildiği de bir o kadar önemli aslında. Şimdi sizden küçük bir çocuğun babasına bir soru sorduğunu hayal etmenizi istiyorum. Tıpkı babası Muhammed Salih Farfûr’a oğlunun sorduğu gibi:
‘Boş Vakitlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?’ Babası başını kaldırır ve ‘Boş vakit dediğin ne ki?’ diye sorar ve okumasına devam eder. Çünkü onların hayatında ‘boş vakit’ diye bir kavram yoktu.
Umarım bizler de bu çok sık kullanılan boş vakit kavramını zihnimizden ve hayatımızdan çıkarırız. Bunun için önce tembelliği tanımalı, onun ne kılıklara girebildiğini bu kitapta dipnotlarda adı geçen Ali Fuat Başgil’in şu açıklamalarıyla daha iyi anlamalıyız:
“Başarılı olma yolunda senin ilk büyük düşmanın tembelliktir. Burada sana tembelliği tarif edecek değilim. Onu sen, ben, hepimiz az çok tanırız. Çünkü öteden beri denilegeldiği gibi, insan tembel bir hayvandır. Yalnız sana şunu söyleyeceğim ki tembellik insan karşısına çıkıp da mertçe savaşan bir düşman değildir. Aksine, eski peri hikâyelerindeki kahramanlar gibi, şekilden şekile girerek ve binbir hile kullanarak yenmeye çalışan bir alçaktır. Tehlikesinin büyüklüğü de buradan gelmektedir.
Tembelliğin; yerine, adamına ve çağına göre girmediği kalıp yoktur. Herkesin mizacına göre tavır alır ve konuşur. Dilimizde aldığı çeşitli isimler de onun bu sinsiliğini gösterir. Tembelliğin adı uçarılıktır. Bir adı gevşeklik, bir adı hoppalık ve züppelik, bir adı uyuşukluk, üşengeçlik, keyfine düşkünlük, bencilliktir. Tembelin karşısına her zaman aynı kılıkta çıkmaz. O mesleksiz aktör gibi daima rol değiştirir. Bazen en geçerli bir mazeret kılığına girer, hasta olur, yorgun düşer ve herkesi haline acındırır. Bazen iş yapar görünür, aslında hiçbir şey yapmaz. Bazen tatlı bir dille konuşur ve gönül çeler. Onun kandırıcı bir felsefesi ve boş sözlerden örülmüş bir edebiyatı vardır.”
Alanında uzman bir insanla geçen bir saatin bile ne anlamlara geldiğinden az önce bahsetmiştik. Zaten bu tadı bazen kitap okurken bile aldığınızı tahmin ediyorum ben. Yalnız bence bu konuyu böyle hemen geçmemeli, üzerine biraz daha kafa yormalıyız. Yani biraz daha geniş açıdan bakmalı, o kendini yetiştirmiş kişilerden istifade etmenin yanı sıra neden biz de o insanların arasına katılmıyoruz diye düşünmeliyiz. Çünkü böyle düşünürsek bambaşka bir insan olabiliriz.
“Her kültürlü insan herhangi bir dalda ciddi bir şeyler yapmak için kendi nefsini harekete geçirebilir. İlk önce, giriştiği konuda okuyup araştırmaya başlar ve zamanla bunda geniş bilgi sahibi olup derinleşebilir. Edebiyat olsun, hayvanlar olsun, çiçekler olsun, mekanik olsun veya herhangi bir dönem tarihi olsun, velhasıl insanoğluna ait herhangi bir ilim dalı olsun fark etmez, bunlardan birisinde kendisini yetiştirebilir. Daha sonra bu dala olan ilgi ve alakasını artırır, ardından gününün belli bir kısmını bu ilim alanında tetkike ve ilgilenmeye ayırır. Böyle yapa yapa bakar ki başka bir insan oluvermiş.”
Daha önce nerede okuduğumu hatırlamadığım şu anlamlı düşünce şeklini de paylaşmak istiyorum, isterseniz bu kitapta yine dipnotlarda okuyabilirsiniz tamamını:
“Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap akşam sıfırlanıyor, günün bakiyesini yakıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın. Hepimiz, zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz. Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez. Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap. Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.”
Zamana bu anlayışla yaklaşınca, insanın her şeyi farklı bir gözle göreceğine inanıyorum ben. Çok belli ki yazarımız dünyaya bu anlayışla bakıyor ve zamanını boşa harcayanların gerçekte ne yaptığını şöyle tanımlıyor:
“Kahve köşelerinde, kulüplerde ve yollarda şaşkın şaşkın oturanların da bunlardan bir farkı yoktur. Bunları yegane gayesi vakit öldürmektir. Sanki vakit onların bir düşmanıymış gibi katletmeye çalışıyorlar.”
Öte yanda zamanı dostu bilip, onu koruma, kollama gayretinde olanlar var. Yine birçoğunuzun başka yerlerde okumuş olabileceği, benim de bir Cuma namazı sohbetinde hocanın ağzından çok benzerini duyduğum bir hikaye geçiyor yine dipnotlarda:
“Almanca dil kursundaydım. Hoca çok disiplinli biriydi. Bilhassa zaman açısından hiç müsamahası yoktu. Bir hafta boyunca kimin ne kadar geç geldiğini tespit ediyor ve onları geç geldikleri toplam süre kadar sınıfta tutuyordu. Tabii bu durum, zaten kursa zor zaman ayırmış iş sahiplerinin hiç de hoşuna gitmiyordu. Bir gün haftalık cezası 18 dakika tutan bir arkadaşımız kızarak şöyle dedi: ‘Neredeyse saniyeleri de hesap edeceksiniz. Neyse hatırınız için başka zaman on dakika kalayım sınıfta. Şimdi çok acil bir işim var… ‘ Yaşlı Alman gözlerini kırpıştırarak bir süre süzdü bu arkadaşı ve ‘Olmaz. Çünkü siz acil işlerinize bu kadar önem vermiş olsaydınız şimdi benden on sekiz dakikalık bu cezayı almazdınız. Zira ders de sizin için günlü, saatli acil bir işti. Bu bakımdan şimdi kalacaksınız ve on sekiz dakika bir ders vereceğim size. Belli ki hoca da kızmıştı. Ben de merak ederek kaldım sınıfta. Sıra aralarında bir kaç tur attıktan sonra şöyle konuştu: Arkadaşlar, zamanı iyi kullanmıyorsunuz. Hatta bu konuda benim gösterdiğim hassasiyete kızıyorsunuz. Ama ben haklı olduğuma inanıyorum. Belki de içinizden, ‘Ne olacak, gâvur kafası?’ diyorsunuzdur. Masasına gitti. Çantasından basılı bir broşür çıkardı. Şuna bakınız lütfen, dedi. Bu bir tren tarifesiydi. Arkadaş göz ucuyla bakıp iade edecekti ki, ‘Hayır daha iyi tetkik etmenizi istiyorum.’ dedi. Trenlerin kalkış ve varış saatlerini tercüme ettirdi. Bunlar hep değişik ve karmaşık rakamlardı. Mesela kalkış saati 18:18'di, 21:35'ti. Varışlar da hep öyleydi. 12:46, 9:27 gibi… On sekiz dakika cezalı arkadaşımız bu minval üzere uzayan rakamları görünce hocaya dedi ki: ‘Bakınız işte burada Avrupalı kafanın mantıksızlığı açıkça görünüyor. Ne demek yani 18 geçeler, 12 geçeler, 36 geçeler… Şuna üç buçuk, dört buçuk deseniz olmaz mı? Hiç olmazsa, çeyrek geçe deseniz de akılda kalacak bir sayı ve saat olsa.. Yaşlı Alman’ın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gezindi ve bakışlarından söyletmek istediği düşünceyi yakalamış olduğu belli oldu. ‘Bana bakın! ’dedi. ‘Kendinize hakaret etmeyin. Çünkü bu tarifenin böyle düzenlenmiş olması, Avrupalı kafa’nın mantıksızlığı değil. Müslüman kafa’nın tutarlılığıdır. Çünkü biz, zamanı kullanmayı ve değerlendirmeyi Müslümanlardan öğrenmişizdir. İşte bu tren tarifesi de aynı anlayışın güzel bir örneğidir. Bizler hayret ve şaşkınlıkla ona bakarken hoca şöyle devam etti: Siz Müslümanların ibadetlerinde yer önemli değildir. Dünyanın her yerinde ibadet edilebilir. Ama zaman çok önemlidir. Çünkü her ibadetin kendine ait bir vakti vardır. Hatta bu vakit, ibadetin şartıdır. Yani vakitsiz ibadet, ifa edilmiş sayılmaz. İbadetlerin vakitleri de bizim tren tarifesi gibi, hep böyle 18, 17, 13, 10, 09 geçelerdir. Üstelik bu saatler de devamlı değişir. Bugün sabah namazını 07:21'e kadar kılabilirsiniz, ama yarın 7:22'ye kadar kılabilirsiniz. 23 geçe olmaz. Sadece namaz böyle değildir. Oruca başlama ve bitirme saatleri de böyledir. Üstelik bu ince hesaba dayanan saatler, her gün değişmektedir. Böylece de Müslümanlar, her gün değişmekte olan zamana karşı uyanık durmakta, zamanın kıymetini anlamakta ve onu iyi değerlendirmek üzere hazırlanmaktadırlar. İbadetlerini yapan bir Müslüman, her gün değişen dakikalara ayak uydurmaya ve dakikaları değerlendirerek yaşamaya mecburdur. Bizim zamana bakışımızın ilham kaynağı Müslümanlardır…’ Yaşlı Alman Hoca, ‘Çıkabilirsiniz.’ dediği zaman, hepimiz tarifi imkansız bir mahcubiyet içindeydik.”
Kitabın ne kadar ayrıntılı ve kaynak olarak ne kadar zengin olduğunu bu uzun yazıda alıntılar eşliğinde mümkün olduğunca anlatabildiğimi düşünüyorum. Bütün bunların yanında kitabın sonunda çeşitli yazarların yine zamanın kıymetiyle ilgili yazdıkları, ekler halinde yer alıyor. Ali Fuat Başgil de onlardan biri ve son alıntımı da ondan yapmak istiyorum:
“Fikrî çalışmalar için, aynı saatlerde devamlı ve düzenli bir surette, günde iki üç saat bile yeterlidir. Büyük İslam filozofu İbn-i Sînâ, dünyaca meşhur olan Kitâbu-ş-Şifâ’sını, her gün, sabah namazından sonra Bağdat’taki bir camiin büyük kandili altında oturarak, kuşluk vaktine kadar, yani takriben iki saat çalışmak suretiyle vücuda getirmiştir. Meşhur İngiliz düşünürü Spencer, muazzam eserlerini, günde iki saat çalışarak yazmıştır. Her sene bin, bin iki yüz sahifelik eser veren Fransız edibi Emile Zola’ya bu başarısının sırrını sormuşlar, ‘Her gün yalnız üç saat çalışır ve yazarım.’ demiş.”
Ben de bu muazzam kitabı sadece 3 sabahta, işe gitmeden hemen önce okuyarak bitirdim. Dün akşam da bu yazının taslağını hazırladım ve bugün de kitapla ilgili 3–4 video seyrettikten sonra yazıyı bitirdim. Benim için kesinlikle çok verimli bir 4 gün oldu diyebilirim. 24 saatin ne kadar göreceli olduğunu, bu rakamların arasına aslında ne kadar çok şeyi sığdırabileceğimizi deneyimleyerek öğrendim. Umarım bu yazıyı okumak için zaman ayıran herkes Zamanın Kıymeti’nin farkına varır.
Kısa Bir Reklam
ELZ Kozmetik Saat 12:00'ye kadar verilen siparişleri aynı gün kargoya veriyor, ayrıntılarını buradan inceleyebilirsiniz.
1
Henüz hiç yorum yapılmamış.