Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

İmkansızın Şarkısı, İnisiyatif Almak, Whiplash

Bize göre Sil Baştan, orijinal adıyla Eternal Sunshine of the Spotless Mind çok sevdiğim bir filmdir. Seyretmeyen kalmış mıdır bilmiyorum ama benim sevme nedenlerimden biri de bizdeki ismi ve çeviri yapılırken kullanılan inisiyatif. Üstelik aynı nedenden dolayı eskiden gıcık olurdum buna, kim karar veriyor bu çevirilere diye eleştirdiğim de olmuştu hatta. Ama sonradan üzerine düşününce, gayet başarılı bir şekilde çevirinin yapıldığını anladım. Tıpkı bu kitaptaki gibi. Üstelik bu kitap için kullanılan kapak tasarımı da bence muazzam olmuş.

Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü üşenmedim, bu yazıya başlamadan diğer dillerdeki kapaklara baktım tek tek. Aynı zamanda çevirilere. Çünkü bu kitabın adı aslında İmkansızın Şarkısı değil. O plak şeklindeki kısa saçlı kadın tasarımı, yazarın müziğe olan tutkusu ve imkansızın şarkısı ismi birleşince ortaya muhteşem bir şey çıkabilirmiş gibi hissediyorsunuz kitabı elinize alınca. Murakami’nin kitaplarında başarıyla kullandığı fantastik öğeleri de düşününce bu kitap için bambaşka hayaller kurdum diyebilirim. Ancak konunun bununla hiçbir ilgisi yokmuş ne yazık ki.

Kitabın orijinal adı olan Norwegian Wood aynı zamanda bir Beatles şarkısının adıymış. Kimilerince dünya müzik tarihinin en büyük grubu olmasına rağmen Norwegian Wood diye aratınca özellikle ilk sayfalarda daha çok kitap hakkında sonuçlar yer alıyor. Bir de filmi çekilmiş 2010 yılında, onunda imdb sayfası çıkıyor. Tabii bunları hep kitabı bitirdikten sonra gördüm ben. Konuyla çok ilgili olmasa bile bizdeki çevirinin ne kadar başarılı olduğunu kitabın Azerice baskısının Norveç Meşəsi ismiyle basıldığını gördüğünüzde daha iyi anlayabilirsiniz. Yani bazen bir yerlerde inisiyatif almak gerekebiliyor. Ayrıca diğer dillerdeki kapaklarda bizdeki kadar güzel değil bence. Peki içerik nasıl? Sadece makyaj yeterli mi diyecek olursanız, hemen o konuya da geliyorum.

Bu kitabı Barış Özcan’ın oku serisinden de hatırlıyor olabilirsiniz. En azından benim aklımda öyle kalmıştı. Bir de o güzel kapak tasarımıyla kendimi tutamadım ve aldım kitabı. İyi ki ilk bu kitapla başlamamışım dedim bitirince. Sahilde Kafka kesinlikle çok daha uygun bir tercih olmuş ilk kitap için. Ben zaten çok şanslıyımdır bu tür tercihleri yaparken. Yani bence Murakami okumaya bu kitapla başlamamalısınız. Kitabı bitirince tekrar seyrettim Barış Özcan’ın videosunu ve bazı şeyler daha çok yattı aklımda.

Japonya’da 20–44 yaş arası erkeklerin ana ölüm sebebi intiharmış. En azından 6 sene önce yayınlanan o videoya göre. Tabii ben onu yine yıllar sonra izlemişimdir muhtemelen ama o zaman bu bilgi beni pek etkilememişti. Japonya’da intihar oranlarının yüksek olduğu zaten herkesin bildiği bir şeydi. Ona rağmen itiraf etmem gerekirse bu yazıda Murakami artık abartmış diye eleştirecektim ki bu bilgi daha büyük bir anlam kazandı. O yaş aralığında en büyük ölüm sebebinin intihar olması, öyle sadece duyarak, okuyarak anlayabileceğiniz bir şey değil. Ben böyle intiharın anlatıldığı, işlendiği kitapları okumayı pek sevmememe rağmen, yazarın az bile yazdığını düşünüyorum şimdi. O aslında ülkesi için bunları anlatarak bir inisiyatif alıyor bence.

Sputnik Sevgilim için aşırı cinsellikle ilgili 18 yaş üstü gibi tanımlamalar yapmıştım, tıpkı diğer kitaplarındaki gibi ama bu kitap için 25 yaş üstü bile diyenler olmuş. Bana artık sanki satsın diye yazmış o bölümleri gibi geldi, özellikle kitabın sonunda. O yüzden bunu en baştan yazayım dedim. Bu kadar cinsellik ve ölüm, gerçekten çok fazla gelebilir bazıları için. O yüzden sadece Murakami sevenlerin okuyabileceği bir kitap bence bu, yoksa bitirmeniz adı gibi imkansız olabilir.

Bu aşırı öznel yorumlarımdan sonra muhtemelen sadece yazarın hayranı olanlarla kitaptan not aldığım alıntılar eşlinde devam edelim. Kitaba adını veren şarkıyla başlıyor hikâyemiz. Herkesin vardır böyle zamanda yolculuk edebildiği şarkıları. Nasıl koku hafızası diye bir şey varsa, şarkı hafızası diye de bir kavram olmalı bence. Şarkı sözlerini ya da melodiyi ezberlemekten bahsetmiyorum elbette. Duyduğunuz anda duygulandığınız şarkılar, size bir şeyleri hatırlatan şarkılar çok tehlikelidir. Kısmen hipnotize bile olabilirsiniz. Aklınız uçup gidebilir. O yüzden trafikte müzik dinlemek tehlikelidir diyenler bile var. Bana sorarsanız anıları şarkılarla eşleştirmek, bir şarkıya takılıp kalmak çok zararlıdır. Zaman zaman intihara sürüklediği gerekçesiyle bazı şarkıların yasaklanmaya çalışılmasının nedeni budur belki de. İntihardan bahsedeceğim zaten uzun uzun, önce kitapta en sevdiğim şeyin ne olduğunu anlatayım.

Mektuplar. Yazılan, okunan, gönderilen ve cevapsız kalan mektuplar. Mektuplar da sizi geçmişe götürür. Yazmaya başlamadan önce sağ üste boşuna tarih yazılmaz. Murakami bu kitabını da kahramanın bakış açısıyla yazmış ve o kahramanımızın adı Toru Watanabe, şarkıyla beraber 20 yıl öncesine, üniversite yıllarına gidiyor. En iyi çocukluk arkadaşı Kizuki ve sevgilisi Naoko ile her şeyin çok güzel gittiğini zannettikleri bir arkadaşlıkları var. Ancak her şey Kizuki’nin intiharından sonra garip bir hal alıyor. İster istemez Toru ile Naoko arasındaki bağ güçleniyor ve Naoko ayrılırken bir insandan istenebilecek en zor şeyi istiyor: Kendisini unutmamasını.

Çok zaman önce, henüz gençken ve anılarım tazeyken, onun hakkında yazmayı birkaç kez denedim. Ama tek bir satır bile yazamadım. Biliyordum, ilk satırı yazabilsem gerisi kendiliğinden gelecekti, ama başaramıyordum bu ilk satırı yazmayı. Her şey fazlasıyla belirgindi, açıktı ve nereden başlayacağımı bilmiyordum. Nasıl bir harita, aşırı ayrıntılı olduğunda pek işe yaramazsa, öyleydi işte. Ama şimdi biliyorum ki, ancak ve ancak eksik kalmış düşünceler ve anılar, yazının mükemmel olmaktan uzak teknesine doluşabilir. Naoko’yla ilgili anılarım her geçen gün biraz daha silindikçe, onu gitgide daha iyi anlıyorum. Şimdi artık neden benden onu unutmamamı istediğini biliyorum. Kuşkusuz bunu Naoko da biliyordu. Onun bende kalan anısının er ya da geç silineceğini. İşte tam da bu yüzden onu unutmamam için yalvarmış ve onun var olduğunu hep hatırlamamı istemişti.
Bunu düşündükçe, içimi dayanılması zor bir keder kaplıyor. Çünkü o, Naoko beni hiçbir zaman sevmedi.”

Kitabın henüz başlarında geçen bölümle aslında hikâye şekilleniyor. Şimdi nerede olduğunu hatırlamıyorum ama bir yerde insanın ölene kadar hiçbir şeyi unutmadığını okumuştum. Beyin için unutmak diye bir şey söz konusu değilmiş. Sadece hatırlamamak varmış. Bu bilginin doğruluğundan emin değilim ama gerekli olan ipuçlarına ulaşır, tetikleyici işaretleri yakalarsak unuttuğumuzu sandığımız birçok şeyi hatırlayabileceğimizi biliyorum.

Murakami’nin diğer kitaplarından yola çıkarak hikâyenin bu üç kişi arasında geçeceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Daha birçok önemli yan karakter var, biri Toru’nun idealist ama duygusuz arkadaşı Nagasava. Yer yer onun bu acımasız hallerini Toru’da da görüyoruz. Çünkü insan hiç farkında olmasa bile arkadaşlarından etkilenir ve yavaş yavaş onlara dönüşür. Bunu bence satır aralarında çok iyi aktarıyor Murakami. Bu kitapta yazarlık yapan bir karakter yok ama Toru tam bir kitap kurdu. Nagasava onu bazen eleştiriyor çünkü onun okumak için uyguladığı kendine has bir yöntemi var.

“Benden çok daha tutkulu bir okurdu, ama sadece en az otuz yıl önce ölmüş olan yazarları okumak gibi bir ilkesi vardı. ‘Ancak böyle bir kitaba güvenebilirim ’derdi. ‘Çağdaş edebiyata güvenim yok demiyorum. Ama değerli vaktimi de zamanın vaftiz etmediği eserleri okuyarak ziyan etmek istemem. Hayat yeterince kısa’ diye eklerdi.”

Peki bu ikilinin tanışmasına da vesile olan en sevdikleri kitap nedir? Onun da bir filmi var ve ben oradan hatırlıyordum ancak okumamıştım: Muhteşem Gatsby. İnsan filmini seyretmiş olsa bile merak ediyor, acaba nasıl bir kitap diye. Zaten kitabı buldum hemen ve haftaya onunla ilgili bir yazı yazmayı düşünüyorum. Bazen böyle kitaptan kitaba geçmek çok daha güzel oluyor çünkü. Bunu herkese tavsiye ederim.

Kitabımıza dönecek olursak, çok önemli bir karakterimiz daha var. Bence bizim kapak tasarımının da ilhamı olan sevimli ve hayat dolu, kimilerine göre Naoko’nun tam tersi bir karaktere sahip Midori. Ama bu zıtlığa alışıyor, okurken sizde Toru gibi büyüsüne kapılıyorsunuz Midori’nin. O da Toru ile aynı üniversitede okuyor ve babasından kalan bir kitapçıyı işletiyor. Bu kitapta mesleği yazarlık olan biri yok demiştim ama kitaplardan daha fazla uzak kalamıyor sanırım Murakami. Hikâyenin bir köşesine illaki bir kütüphane, kitapevi iliştiriveriyor ressam Bob Ross edasıyla. Kitapçı dediysem öyle zengin zannetmeyin Midori’yi. Ama kesinlikle gönlü zengin diyebileceğimiz bir tip ve bir gün zenginliğin en iyi tarafı nedir, diye soruyor Toru’ya. Bilmiyorum cevabını alınca başlıyor güzel güzel anlatmaya:

“Paran olmadığını söyleyebilmektir. Örneğin, sınıf arkadaşlarımdan birine bir şey öneriyorum. ‘Kusura bakma, param yok’ diyor. Eğer durum tersi olsaydı, o bana sorsaydı, ben bu yanıtı asla veremezdim. Çünkü eğer ben, ‘Hiç param yok’ diyorsam, bu gerçekten ‘hiç param yok’ manasına geliyor olacaktı. Üzücü bir durum. Tıpkı güzel bir kızın, kendini çirkin bulduğu için o gün dışarı çıkmak istemediğini söylemesi gibi. Bunu çirkin bir kız söylesin bakalım, herkes ona güler. Dünya benim için tam altı yıl boyunca hep böyle oldu, geçen yıla kadar.” 

Bir ablası var Midori’nin ama onunla pek araları yok. Sevgilisinden de ayrıldıktan sonra hayatında bir süre sadece Toru oluyor. Tek kişiye bağlı bir hayat, ne kadar güzel olursa olsun mutlaka bir yerde hayal kırıklığıyla bitecektir. Nitekim öyle oluyor ve Midori de kendisini bir bölümde büyük bir boşlukta buluyor. Zaten aşka olan bakış açısını tanımlamak çok zor ama neyse ki bunu kendisi yapıyor:

“Kusursuz aşkı mı bekliyorsun?”
“Yok canım. Ben bile o kadarını istemem. Sadece bencillik peşindeyim. Mükemmel bir bencillik. Diyelim ki sana, canimin çilekli pasta istediğini söylüyorum. Sen de her şeyi bırakıp almaya koşuyorsun. Soluk soluğa dönüyorsun ve dizlerinin üzerine çökerek pastayı bana sunuyorsun. Ben de, artık istemiyorum diyerek pastayı pencereden fırlatıyorum. İşte aradığım bu.”

Bu arada Naoko’nun da bir ablası olduğunu öğreniyoruz okudukça. Ve onun da hiç beklenmedik şekilde intihar ettiğini. Tıpkı Kizuki gibi. Yani Naoko’nun kendisini bu kadar kötü hissetmesi, hastanelere düşmesi boşuna değil. 

Hastane deyince öyle bildiğimiz bir hastane gelmesin aklınıza. Romanlardaki gibi gözlerden uzak, doğanın içinde tatil köyü gibi bir yer. Son önemli karakterimiz de zaten orada bir öğretmen olarak çıkıyor karşımıza, Reiko İşida. Dediğim gibi sıradan bir hastane değil orası, o yüzden Naoko’nun oda arkadaşı olan Reiko sadece bir müzik öğretmeni değil, aynı zamanda bir doktor ve maalesef bir hasta. Onun da okurken inanamayacağınız bir hikâyesi var. Büyük bir hayat tecrübesi, anıları ve yer yer rahatsız edecek hatıraları var.

“Benim müzik kulağım oldukça iyidir, ama onunki benden daha iyiydi. ‘Ne büyük bir kayıp!’ diye düşünüyordum. ‘Eğer zamanında iyi bir öğretmenle doğru dürüst bir eğitim alsaydı. Çok daha ileride olurdu.’ Ama yanılıyordum. Çünkü o düzgün bir eğitim alabilecek çocuklardan değildi. Böyle insanlar vardır. Olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler, ama bunu sistematize edecek çabayı gösteremezler. Sonunda yeteneklerini azar azar ziyan ederler. Böylelerini çok görmüşümdür. Başlangıçta göz kamaştırırlar. Çok zor bir parçayı, notasına bakar bakmaz anlar ve sonuna kadar müthiş güzel bir biçimde çalarlar. Onları izlersin ve şaşar kalırsın. İçinden, ‘Bir milyon yıl geçse ben bunu yapamam’ dersin. Ama gittiği, gideceği yer budur. Niçin? Çünkü çaba göstermezler. Çünkü disiplin aşılanmamıştır. Şımartılmışlardır hep. Çok yetenekli olduklarından, ta küçüklüklerinden beri çok iyi çaldıkları için övgüler almışlardır ve sıkı çalışma onlara aptalca gelir. Başkalarının üç haftada öğrendikleri bir parçayı, onlar bunun yarısı kadar bir zamanda öğrenip diğerine geçerler. Böylece öğretmen tarafından zora koşulmak nedir bilmezler, insan kişiliğinin biçimlenmesi için hayati bir öğe onlarda eksik kalır. Çok acı bir durumdur bu. Bende de böyle eğilimler vardı, ama şanslıydım ki, öğretmenim çok sert biriydi ve her şey kontrol altındaydı.”

Whiplash diye bir film vardı, o geldi aklıma bu satırları okuduğumda. Ben genelde pek eleştiriye gelemez, yaptığım bir işe en ufak bir laf edilse hemen savunmaya geçerdim eskiden. Artık sonuna kadar dinliyorum karşımdakini. Hemen aklıma ilk gelen cevabı vermiyorum mesela. Düzenli yazmak sana ne kazandırdı deseler hayatımda ilk fark ettiğim değişiklik bu oldu diyebilirim rahatlıkla. Üstelik böyle bir gelişmeyi hiç beklemezdim çünkü farkında bile değildim eski halimin. Yıllar önce Whiplash’ı seyrederken çok sinir olmuştum o öğretmene. Halbuki şimdi daha iyi anlıyorum onu. Belki de gözlerim karanlığa alışmıştır artık. 

“Zifiri karanlıktayken, gözlerin karanlığa alışana dek oturup beklemekten başka yapabileceğin bir şey yoktur.”

Kitabın sonundan yine bahsetmeyeceğim ama spoiler kaygısıyla değil. Zaten bu kitap hakkında çok fazla olumsuz yorum yapılmış, üzerine okunmaması için videolar çekilmiş. Ben bunları hep bitirdikten sonra gördüm. Gerçi önceden karşıma çıksa Murakami yazdıysa bir gün okuyabilirim diye yine hiç bakmazdım onlara. 

Öte yandan kendimle çelişerek ben de Murakami’yi okumaya bu kitaptan başlamayın gibi üst perdeden şeyler yazdım az önce. Şimdi de bunun tam aksini savunan, başlayacaksanız bu kitapla başlayın diyen bir blog yazarına denk geldim. Diğer yazılarına da göz attım ve sık sık Kore dizilerinden, Japon animelerinden bahsettiğini gördüm. Ben hiç Kore dizisi seyretmedim ama animelere en tepeden başlayıp Death Note ve Steins;Gate’le ikide iki yapıp zirvede bıraktım diye düşünüyorum. Ama mantıklı bir açıklama yapmaya kalksam, zorlanıyorum. Sanki neye başlarsam başlayayım onlar kadar güzel olamayacak gibi geliyor, 10 bölümlük kısa bir şey seyretmiştim şimdi adını bile hatırlamıyorum ve haklı çıktığımı görünce bir daha o dünyaya hiç girmedim. Seyredecek olsam Steins;Gate’e yeniden başlarım. Bunun kesin havalı bir adı vardır. Bilen varsa yazsın lütfen.

“Yaşamı, istediğiniz biçime sokmak için çok çaba sarf ediyorsunuz. Eğer bir akıl hastanesine düşmek istemiyorsanız, yüreğinizi biraz daha açmanız ve kendinizi olayların akışına bırakmanız gerekli.”

Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama pandemiden önce duymuştum ben bunu; Japonya’da elektrik kesileceği zaman 15 gün öncesinden evinize mektupla bildiriliyormuş bu aksaklık, sebebi ve ne kadar süreceği. O yüzden İstanbul’a ilk defa gelen Japon turistler elektriklerin kesildiğini görürse şok olurmuş bir süre. Büyük bir afet ya da deprem olacak zannederlermiş. 

Onlarda zaten harakiri kavramı var ya da kültürü mü denir bilmiyorum. Efsane gibi anlatılan metro 2 dakika geç gelse istifa eden, hatta intihar eden yetkililer var ve sanki bu çok onurlu bir davranışmış gibi sunuyorlar bunu. Bir yandan kurallarına, kültürlerine çok bağlılar ama azıcık sınırı geçecek olsalar bu sefer de hiç ayarları yok, uçurumdan aşağıya yuvarlanıyorlar. 

İntihar bence çok bencilce bir davranış. Çünkü kimse bu hayatı tek başına yaşamıyor. Tek başınıza gelmiyorsunuz bu dünyaya ve her insan, her kalp ayrı bir dünya. Sadece kendi dünyanızı yıkmıyorsunuz kaçarken. Kitaba yapılan bütün eleştirilere ve aşırıya kaçmalarına rağmen, bence yazar bunları da anlatmaya çalışmış. En azından ben öyle anladım ve o yüzden Murakami sevenler okumuşlardır diye düşünüyorum. 



Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir, 
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz… 

4
Zahide @Zahidecitak

Tam da bugün “whiplash” filmini izlemem üzerine denk geldi 🫶🏻

1