Çok Sesli Bir Ölüm, Karanlık, Yalnızlık ve Uzun Cümleler
Her kitapta ayrı bir dizi ya da filmden bahsediyormuş gibi olmak istemiyorum ama kitabı bitirince şunu öğrendim: Aynı ismi taşıyan 41 dakikalık bir film çekilmiş, 1977 yılında. Ve bu yazarımızın filme uyarlanan ilk kitabı da değilmiş. Filmi seyredemedim maalesef çünkü bulmak pek mümkün gibi görünmüyor. Neyse ki kitabı okudum ve yine ölümü iliklerime kadar hissettiğim, bitirdikten sonra kitaba birkaç gün ara vermek zorunda kaldığım zor bir hikâyeydi. Adı bile ne kadar düşündürücü değil mi? Çünkü ölümü hep sessizlikle ilişkilendiririz nedense. Çok sesli bir ölüm, gelmez kimsenin aklına. Ta ki bu kitaba başlayana kadar.
Diğer üç hikâye ise Sabah Aralığı, Kan ve Çatışma adını taşıyor. Kitap 143 sayfa zaten, yani normal şartlarda rahatlıkla bitirebilirsiniz hepsini bir günde. Kitabın yorumlarına baktığımda, sonu en tahmin edilebilir olan son hikâyeyi kimileri ‘en çok beğendiğim’ diye nitelendirmiş. Kimileri de ‘o hariç diğerleri güzeldi’ demiş. Okurken ben hikâyenin sonunu düşünmem pek ama ister istemez beklentiye giriyorsunuz bazen. Beklediğim gibi bittiği için de üzüldüm sonunda ama ben Çatışma hikâyesini genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.
Yazarın kitaplarını okumaya önce denemelerinden başlamıştım ama bu aralar kısa hikâyeleri üzerine yoğunlaştım. Yine de bu öyküleri okurken bazen sanki deneme okur gibi hissediyorum sık sık. Bu benim hep çok sevdiğim bir şey olmuştur zaten. Yazarın hiç aklıma bile gelmeyen durumları, olayları kaleme alması, üzerine düşündürmesini harika bir şeyken bazen de hayatın içinden, tamamen sıradan diyebileceğimiz olayları bu kadar ilginç şekilde anlatmasını hayretle okuyorum.
Daha önce hiç kimseye anne dememiş ve ilk defa annesiyle karşılan birini gördünüz mü? Neyse ki bu kolay kolay görebileceğiniz bir şey değil. Ama bunu görmeden, duymadan, o kişinin ruh halini biraz olsun anlayabilmek ister miydiniz?
“‘Tıpkı baban olmuşsun’ diyordu bana. Ömrümde ilk kez ana sözünü kullandım o zaman, tanımadığım bir kadına karşı. ‘Gel, ana’ dedim ‘gel oturalım şuracığa.’ Varıp çömeldik çitin orda. ‘Onbeş yıl’ diyordu, ‘dile kolay. Senin burda olduğunu, bileyim de, göremeyeyim. Ne hayınmışın. Sen de gelmedin bana. Öyle ya, sen niye gelmedin? İstemiyorum mu sandın seni?’ Açıkça ağlamaya başladı. ‘Hiç bir şey sandığım yok benim’ diye cevap verdim. ‘Benim için ne düşündüğünü bilmek isterim’ dedi. ‘Ben seni yok biliyordum’ dedim.”
Bir de her şeyini tek bir uğurda feda edenler, hayatını bunun için harcayanlar var. Tabii bunun sonucu malum. Umutlar bu kadar büyük olunca, hayal kırıklığının da küçük olması mümkün değil.
“- Bir insan elinin emeğinin varabileceği son yere kadar varmak istedim ben, kimsenin sahiplenmediği, sahiplenmek istemeyeceği bir toprak parçasında işe başladım. Çoraktı, taşlıydı. Damla damla alnımın teriyle suladım orayı, bir bir taşlarını ayıkladım. Benden sonra çocuklarım burada daha verimli bir yaşamayı sürdürecek umuduyla uğraştım. Ama şimdi anlıyorum ki, eksik bir şey bırakmışım. Ne? Bilmiyorum. Ama bıraktığım bu eksik şey olmasaydı oğullarım beni, seni, bu toprağı bırakıp kaçmayacaklardı. Onlara veremediğim şey acaba nedir ki? Değişen nedir ki? Bizim istediğimiz şeyleri mi istemiyor çocuklarımız?”
Yazmaya başladığımdan beri okurken başka bir gözle okuyorum aynı zamanda. Kurduğum cümlelerin uzunluğuna takılıyorum sürekli. Bu kadar virgül olur mu bir cümlede diyorum. Yazdıklarımı okurken kulağımı tırmalıyor bazen. Ama usta yazarlarımızın kitaplarında görünce böyle uzun cümleleri, o ahengi nasıl yakaladıklarına hayret ediyorum. Sanki hikâyenin içinde düzyazı şeklinde şiir yazıyorlar. O bitmeyen cümleleri okurken siz de bitmesin istiyorsunuz.
“Akşamın iş dönüşü kalabalığı yürümeyi zorlaştırır, kimi zaman yürümeyi büsbütün önler, birilerine çarpmadan, özür dilemek zorunda kalmadan ulaşamazsınız kendi tenha sokağınıza ve düzenli yürüyüşünüze, eve dönerken yapmayı kurduğunuz işleriniz, alacağınız öteberiniz varsa bunun yarısını bile başaramadan eve döndüğünüz zamanlar olur çoğu kez, çünkü akşam kalabalığı en çok unutmayı bileyler, düşünceyi önler, kararı sürüncemede bıraktırır.”
Kalabalıklar ve unutma arasında hiç böyle bir bağ kurmamış, kuranı görmemiştim. Zaten dikkatinizi çekerim, sadece kalabalık dememiş yazar, akşam kalabalığı diyor. Yani işin içinde bir de dile getirilmeyen bir karanlık hali var. Bana karanlık ve unutmak arasında daha güçlü bir ilişki olabilir gibi geliyor. Gerçi unutmak da bir nimettir, değerini bilmediğimiz. İş dönüşleri de aynı şekilde. Bir işinin olması, bir şeyleri yapmak, kurmak, inşa etmek. Bunlar hep güzel şeyler aslında. Yakalayamıyoruz sadece bu anları. Fark etmeden geçip gidiyor, karanlığa karışıyorlar. Peki hiç şöyle hissettiniz mi daha önce:
“İçimde bir şey kurulup kurulup yıkılır gibi.”
Ne kadar kötü bir his öyle değil mi? İnsan bazen enkaz altında kalmayı bile kabullenebilir. Düşmek, dibe vurmak da vardır bu hayatta. Hepimizin başına gelir. Zaten sonra ayağa kalkarız bir şekilde. Ama her yükselişten, en ufak bir ilerlemeden sonra tekrar tekrar yerle yeksan olmak ne kadar da kötüdür. Bunun tarifi ne kadar zor ve belki de en fazla bu şekilde anlatılabilirdi.
Çatışma hikâyesi, diyaloglarıyla da çok etkileyiciydi. Biriyle daha yeni tanışmışken, hem de daha ilk buluşmada fark etmeden ağınızdan çıkan sözlere şaşırdığınız oldu mu? İnsan bazen kaptırır kendini, anlatması gerektiğinden fazla anlatır, daha çok dinlemesi gerekirken daha çok konuşma hatasına düşer. Bu duruma göre iyiye işaret de olabilir aslında. Yani her zaman bir hata diyemeyiz buna. Ama yalnızlığı bu diyalog yoluyla bakın ne kadar güzel betimlemiş yazarımız:
“Çaylarını içerlerken ‘Çay fena değilmiş’ deyiverdi birden. ‘Ha, evet’ dedi kız ‘burda iyi yaparlar çayı.’ ‘Daha önce biliyor muydun burayı?’ ‘Bir iki kez arkadaşlarla gelmiştik’ dedi kız. ‘Ben de bir kez gelmiştim’ dedi ‘ama niye gelmiştim bilmiyorum. Bir yere falan mı gidecektim de beklemem gerekti, ne oldu bilmiyorum.’ Sustu. ‘Başka türlü vakit geçmiyor ki..’ dedi kız. ‘Öyle’ diye onayladı kızı ‘vakit.. insan ne yapacağını şaşırıyor. Yani sıkıntı büyüdü mü insanın içinde diyorum.. yalnızlık.. bir çeşit intihar gibi.. çünkü kendini yitiriyorsun, çoğu kez bunun farkında da değilsin, asıl o zaman ölmüş gibi oluyorsun.’”
Son olarak bir babanın tespiti, içine düşen kuşku, korku ve nefret. Bu kitapta genel olarak çok fazla baba figürüyle karşılaşıyoruz zaten. Hepsinin yaşadığı hayal kırıklığı farklı, inandıkları, aldandıkları şeyler birbirinden ayrı. Ama bir yerde de birleşiyor gibi sanki. Gerçi bu konuda çok emin değilim, okurken öyle hissetmemiştim ama şimdi yazarken geldi bu aklıma.
“Güçsüzlüğünü görüyordu, nefret başlamıştı: kızından ve kendisinden ve delikanlıdan nefret ediyordu. Kendisi yol açmıştı bütün bu gizli kapaklı, perde arkalarında, kapı aralıklarında, gizli köşelerde olup bitenlere.. tam bilemiyordu, tam kuşku içinde de değildi: görse, bu denli inanmazdı ama görmeden inandığı için görmesinden daha kesin inanıyordu.”
Çok Sesli Bir Ölüm, okurken pür dikkat kesildiğim bir kitap oldu. Aynı ismi taşıyan hikâyeden hiç alıntım olmasa da aklımda kalanlar, söylemek istediklerim bunlarla sınırlı kaldı maalesef. Okumadan önce en çok ondan bahsederim sanıyorum halbuki. Sizler bu yazıyı okurken neler düşündünüz? Kitabı okuyanlarınız benim düşüncelerime katılır mı merak ediyorum gerçekten. Yazarsanız onları da okumak isterim.
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
2
Henüz hiç yorum yapılmamış.