Semaver, Vakit Bulmak, Yaşamaya Çalışmak ve Anlaşılamama Korkusu
Hakkında yazmayı istediğim kitapları okuyunca, ister istemez yazılar birikiyor. Sait Faik okumalarımın daha başlarında olduğum için ilk kitabı neymiş acaba diye merak ederek buldum bu kitabı. Ama ilginç bir şekilde geçen hafta semaverin aslen bizim değil de Rusların icadı olduğunu öğrenmiştim. Çaydanlığın ve hatta ince belli çay bardağının tamamen bize özgü olduğunu zaten biliyordum ama çayın sadece siyah ve yeşil değil, sarısını, beyazını, daha birçok türünü ve farklı demleme yöntemlerini öğrenince farklı pencereler açılmıştı zihnimde. O yüzden bu kitap tam denk geldi diyebilirim.
Hepimizin her gün mutlaka içtiğini düşündüğüm çay hakkında bu kadar çok bilmediğimiz şeylerin olması ilginç değil mi sizce de? Kim bilir daha ne kadar çok şeyi sahiplenip, ne kadar az biliyoruz. Bunların yine hiç ilgisi yok kitapla. Zaten çoğu 2–3 sayfa olan onlarca kısa hikâyenin olduğu 103 sayfalık bu kitapta ilk hikâye olan Semaver’in de çayla pek alakası yok.
Hemen unutmadan içindeki hikâyeleri şu şekilde sıralayayım: Semaver, Stelyanos Hrisopulos Gemisi, Meserret Oteli, Bir Kıyının Dört Hikâyesi, Babamın İkinci Evi, İpekli Mendil, Kıskançlık, Bohça, Orman ve Ev, Düğün Gecesi, Şehri Unutan Adam, Üçüncü Mevki, Garson, Birtakım İnsanlar, Sevmek Korkusu, Louvre’dan Çaldığım Heykel, Robenson, İhtiyar Talebe ve Bir Vapur.
Kitaptaki öyküleri inceleyenler genel olarak üçe ayırmışlar, ilki yazarımızın çocukluğunu geçirdiği Adapazarı ve çevresini anlatıyormuş. Diğer iki bölüm içinse İstanbul ve Fransa’da geçirdiği günlerin izleri olduğunu söylemişler. Tabii kitabın içinde böyle bir ayrım yok ama hikâyelerin adından bile anlayabiliyoruz bu farklılığı. Benim ilk dikkatimi çeken yazarın kitaba ismini verdiği semavere ilişkin benzetmesiydi.
“Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.”
Sonra da hikâyenin bitişi, sonu. Aslında hayatın da sonu, ölüm. İnsan ölümü bilerek nasıl yaşıyor, öleceğini bilerek ölüme karşı nasıl yaşamaya devam edebiliyor? Biz bir hikâyeyi bitirip bambaşka bir hikâyeye nasıl başlayabiliyorsak, öyle sanırım. Üstelik kendimizi de başarılı addediyoruz. Çünkü bir gün öleceğiz ama biz yaşamaya çalışıyoruz.
“Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.”
Sait Faik okurken, insan deniz ne zaman çıkacak karşımıza diye beklentiye giriyor. Neyse ki bunun için çok bekletmiyor bizi yazar ve hemen ikinci hikâyede denizi ayağımıza getiriyor. Tabii durup okumaya ayıracak birkaç dakikanız varsa.
“Toprak, kendisine yelkenlerini yapmak için kereste, çekiç ve keser verdiği için biraz bir şeye benzerdi. Trifon toprağı sevmez; ona hürmet ederdi. Çünkü birçok sevdikleri orada, onun altında, aklın durduğu bir yerde yaşıyorlardı. Fakat toprağın üstünde koşan, onun üstünde beş on para kazanmak kaygısı ile dönüp dolaşan insanlar ne tuhaf mahluklardı. Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı.”
Denizin, balıkların yanında bir de kuşlar geliyor aklıma Sait Faik deyince. Girişte çaydan bahsetme nedenim de buydu biraz. Kendimce bazı konularda daha çok şey öğrenmek istiyorum. Çünkü kitaplarda sık sık denk geliyorum, kimi yazar iki sayfa boyunca çiçeklerden bahsedebiliyor örneğin. Onların özelliklerinden, isimlerinden. Kimisi böceklerden, kimisi balıklardan. Zaten bu kitapta bir hikâyede şöyle bir not almışım, anlıyoruz ki yazar da böyle bir şey için uğraşmış zamanında:
“Yeni dostlar bulmakta gecikmedim. Adanın çocukları akşamları etrafıma toplanıyorlar. Hepsine birer cigara veriyorum. Bütün dünyadan gizli cigara içiyoruz. Onlar kuşlardan bahsediyorlar. Ökselerin balla yapıldığını anlatıyorlar. Hangi ağacın dallarına hangi kuşların konduğunu öğreniyorum.”
Kitapta en çok sevdiğim şeylerden biri de hikâyelerin sonuydu. Bazılarında bir soruyla, bazılarında bir cevapla öyle güzel bitiriyor ki öykülerini yazar, iyi ki okumuşum diyorsunuz.
“Bir lahza, ölünün de yanımızda olduğunu düşündüm. Hepimiz, sırtımızda ve elbisemizin altında, gözlerimizin içinde bir müstakbel ölü gezdirmiyor muyduk? Bir zaman için kendi ölüsünü görebilecek, seyredebilecek bir yaradılışta olsaydı da bu ölü kalkıp ölüsüne baksaydı, herkes gibi biraz sararacak ve etrafındakilere:
– Bugün yemek yiyemeyeceğim, diyecekti.”
Eskiden parklarda dolaşan fotoğrafçılar olurdu. Ellerinde şipşak fotoğraf makineleriyle, mağazalardaki satış temsilcileri gibi her geleni darlarlardı. Nereden aklıma geldi bunlar şimdi diye siz sormadan yazayım: Kitabın dipnotunda da açıklaması bulunan alaminüt kelimesinden. Çabucak, çarçabuk demekmiş alaminüt. Bu fotoğraflar başta karanlık çıkar, bir süre sonra kendine gelir. Ama her şey gibi o da zamana karşı yenik düşermiş. Bunu bilmiyordum ben.
“Bu hissi uzun müddet, alaminüt fotoğrafçıların çıkarttığı kartlar gibi muhafaza ettim. Sonra sarardılar, belirsizleştiler.”
Mevlana “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” demiş. Ne kadar haklı olduğunu zaten yaşayarak görmüşsünüzdür. Ama bu demek değil ki aynı dili konuşmak önemsiz. Yine denk gelmişsinizdir, turistlerle konuşurken istemsizce bağırır insanlar. Anlaşılamama korkusudur bu aslında. Yabancıların konuşmaları da hep daha bir havalı gözükür bize. İnsan, böyle şeyleri sadece kendi aklına geliyormuş zannediyor. Hiç ummadığı bir kitapta karşılaşınca değişik bir his yaşıyorsunuz.
“Gazetesini bitirmiş adam üzüntülüydü. Defterine bir şeyler kaydediyordu. Köşede bağdaş kurmuş, önce kunduralarını, sonra da çoraplarını çıkarmış birisi sıska yüzünden taşan bir canlılıkla, yanındakine Boşnakça bir şeyler anlatıyordu. Onun yanındaki, bir Sırp köylüsü kadar sarı, kırmızı ve gençti. Ne mustarip gülüyordu. Lisanlarını anlamadığımız insanların haletiruhiyelerini keşfetmek hususunda çok aciziz. Onların bizim her günkü konuştuğumuzdan daha başka, daha mühim şeyler konuştuklarını sanırız. Bir müddet onlarla çok alakadar olduğumuz halde biraz sonra onları unutuverir, yine kendimize, lisanımıza ve etrafımıza yani kendi kendimize döneriz.”
Yine bir hikâyenin sonunda, tek bir cümleyle o kadar çok şey anlatmayı başarıyor ki yazar, bohça hikâyesini sırf bu yüzden çok beğendim ben. Okumayanlar için tat kaçıracak kadar ayrıntılı değil ama okuyanlar belki bu alıntı sayesinde hikâyeyi hatırlarlar:
“Bohçasının sandık odasının bir köşeciğinde olduğunu evde herkes bilirdi. Evde bir şey kaybolduğu zaman, evvela gizlice bu üzeri kırmızı, beyaz, sarı, lacivert yamalı bohça aranırdı.
Aradığım bohçayı sandık odasının naftalin kokan köşesinde bulamadım.”
Bazen sokaklarda küçük bir çocuk görüyorum ya da yaşlı bir adam. Sanki her an düşecekmiş gibi korkarak atıyor adımlarını, ağır ağır. Yürümeyi yeni öğrenmiş gibi sanki. Gülümsüyorum yüzüne ve çok geçmeden o da gülümsüyor, gözlerinin içi gülüyor. Yaşadığı zorluğa rağmen içinde bir heves var, yaşama sevinci var. Attığı adımın verdiği neşe var. Bunu anlayabiliyorsunuz yüzünden. Panait Istrati okuduğum dönemde dışarıda yürürken yüzümde nedenini bilmediğim bir tebessümle insanlara bakarken yakalamıştım kendimi. Onlarda kendi çocukluğumu ya da yaşlılığımı görür gibi olurdum. Şimdi bunun bir benzerini Sait Faik okuduktan sonra da yaşıyorum.
“Hepsi bir değil mi? diyordum. Karanlık gecede hepsi, hepimiz bir değil miyiz?”
Havaların böyle güzel olduğu günlerde sürekli okuyasım, yazasım geliyor. Ayrıca kesinlikle şunun farkına varıyorum, ben yaz insanıyım. Güneş, esen hafif bir rüzgâr, bana enerji veriyor. Sanki bir yerlerden ne olduğunu bilmediğim iyi bir haber alacakmışım gibi bir his doğuyor içime. Şu cümleyi okuyunca yazarımız da benim gibi hissediyor olmalı diyorum ve bir yazının daha sonuna geliyorum:
“Beklenilen gelmek için iyi havalar seçerdi.”
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
2
Çok teşekkür ederim. Bilhassa yorum yazmaya vakit bulduğunuz için.
Lisenin başlarında okumuştum "Semaver" hikayesini. O günlere döndüm yine. Elinize sağlık, her zamanki gibi olmuş :)
1