Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Hastalar ve Işıklar, Basit Şeyler ve Otomatik Oynatma

Rasim Özdenören’i ilk okumaya karar verdiğimde, o kadar kitap arasından acaba hangisiyle başlamam gerekir diye düşünmüş ve ilk yazdığı kitabın ne olduğuna bakmıştım. Sonra bu kitaptaki ilk birkaç hikâyeyi okumaya çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü okurken çok zorlanmıştım o sırada. Zaten hastaneleri sevememişimdir hiçbir zaman. Şimdi baktım da eski yazılarıma, en iyisi hikâye yerine ilk romanını okuyayım deyip Gül Yetiştiren Adam’a başlamışım sanırım o sıralarda. Neredeyse 8 ay sonra yine karşılaştım bu kitapla ve artık zamanı geldi diye düşündüm. Şimdiyse keşke bu kadar zamanı gelmeseydi diyorum.

Öyle günler yaşıyoruz ki bu sıralar, bir şeye odaklanmak sadece benim için değil herkes için çok zor sanırım. Kasım ayı bitmek üzere ama yazdan kalma günler hiç bitmiyor. Sonra aynı gün için önce fırtına uyarısı yapılıyor, sabaha ona göre giyineyim diye planlar yapıyorsunuz ama depremle gece yarısı sallanarak uyanıyorsunuz. O saatte bile havanın güzel olduğunu fark ediyorsunuz dışarı çıkınca. Aynı akşam hava bozuyor, zaten biraz yağmur yağsa İstanbul’da trafik yine çekilmez bir hal alıyor. Ertesi gün yine güneş açıyor ve öyle yalancı bir güneş de değil bu, bildiğin tişört giymelik bir hava, içinizi ısıtıyor. Benim de böyle havalarda içimden yazmak gelir hep. Hemen bu fırsatı değerlendirip uzun zaman önce bitirdiğim bu kitap için aldığım notları derleyip topladım ve umarım düzgün bir şekilde sizlerle paylaşabilirim.

Öncelikle kitabımızdaki hikâyelerin isimlerini paylaşayım: Sabah, Çark, Ricat, Pus, Kan Otları, Mani Olunmuş Adam, Profil, Koridor, Yıkıntı, Çocuk, Tutuk, Eskiyen, Dönüş, Yankı ve Kundak. Bir değişiklik yapıp son hikâyeden başlamak istiyorum. Çünkü o hikâye bir günlük gibi yazılmıştı ve başlar başlamaz benim dikkatimi çekti. Ben de daha önce bir günlük yazar gibi 21 gün boyunca beni mutlu eden 4 şeyi yazmıştım burada bir yazımda ve her günün başlığını farklı bir şekilde yazmayı denemiştim. Çünkü günler birbirine o kadar çok benziyordu ki, bari dedim başlığı farklı olsun. Ama tabii ki yazarımız muhteşem benzetmelerle öyle ifadeler kullanmış ki bazı günler için, hemen notlarıma ekledim. Mesela bir gün için sadece şu cümle yazıyor, adeta tek cümlelik bir şiir gibi:

“Yirmibir Aralık — Dilsiz bir adam yürüyor içimde.”

Benim de hasta bir yakınım var şu an ve elimden dua etmekten başka bir şey gelmiyor. Bu kitabı okuduğumda böyle bir durum yoktu ama yine de not almıştım bu cümleyi. Tam olarak anlayamamıştım ama beğenmiştim yine de. Şimdiyse adeta yaşıyorum bu durumu. Hastalık gerçekten çok zor. Üstelik sadece hastalar için değil, yakınları için de öyle. Hatta belki de daha fazla. Artık mesela O günden güne daha iyi oluyor ama ben o kadar yoruldum, yıprandım ki bu süreçte, hissediyorum yani ben de hasta olmak üzereyim. Sabah da çok zor kalktım zaten; elim, kolum tutmuyor. Ama iyi haberlerini alınca bana da bir güç geliyor, sıfırlanıyor sanki her şey ve ben de bu vesileyle bu yazıyı tamamlayayım bugün dedim. Çünkü kitaptaki son hikâyemiz şöyle bitiyor:

“Bir Gün — Hiç kimse yoktur. Hiçbir şey devam etmemektedir.”

En basit şeyleri yapmanın bile ne kadar zor olduğunu anladığınız oldu mu hiç? Hastayken bu hep olur zaten ama sadece hastalık gelmesin aklınıza lütfen. Nasıl ifade edebilirim bilmiyorum ama şu dünyada basit diye bir şey yokmuş gibi hissediyorum bazen. Yani her şey o kadar karmaşık ve başka onlarca şeyin aynı anda gerçekleşmesine bağlı ki. Görmek, duymak, okumak, yürümek, sevmek, rahat bir nefes almak… Bütün bunlar çok zor değil mi aslında? Yoksa sadece bana mı zor geliyor?

“İçini çekerek dönüp oturuyor pencerenin önüne. Yaşamasını istediği gibi biçimlendiremediğini düşünüyor. Bütün ömrünce sanki yalnız kendi dışındakini denemiş, bir bozgundan ötekine mekik dokumuştur. Bunca yıl aynı çatı, yorgunluğu, bekleyişi, Demek hep bu yenilgiyi işlemiş, oymuş, eklemiş, düzeltmiş, dikmiş. Bir zamanlar ordan oraya seken aklı artık o denli oynak değil, bunu bilmek istemiyor. Kendini hırslı bir yalnızlığın ortasında kurumuş çöl dikenleri gibi acınası bir kimsesizliğe mahkûm duyuyor. Bazen mutfağa giderken, merdivenleri çıkarken ya da masasını düzeltirken, birden duruyor, karşısındaki köşeli boşluğa bakarak uzun uzun bir adı çağırıyor. Boynunu uzatıp bekliyor. Olduğu yerde, öylece, boynunu uzatmış dinliyor. Bugüne dek hep kendinden vermiş, artık bunu yapamıyor.”

Hep kendinden verdiğinde, bir yerden sonra her şey çok zor gelmeye başlar. Ve bunu sadece belirli bir süre için yapabilirsiniz. Daha da kötüsü bunu yapabilecek gücünüz olsa yapmaya devam etmek istemektir belki de. Böyle uç bir durumdan bir diğerine geçiş yapmak nasıl bir histir peki? Hiç düşündünüz mü? Bir insanın hiçbir tercihinin olmaması nasıl bir şey sizce? Ne sorulsa “Fark etmez” cevabını verenlerden bahsetmiyorum burada. İstese bile bir tercih yapamayanlardan söz ediyorum.

“Oturuyor ve belirsizce sallanıyor, bir ben fark edebiliyorum sallandığını. Başı, kucağına eğik. Babam? Fersiz gözleri, çökük avurtları.. Başı omzuna kadar, yüksekçe yastığına dayalı, çullarının üstündeki soluk güllere bakıyor, isteksiz. Bir şey sorulmazsa konuşmuyor, kendiliğinden bir şey istemiyor, hiçbir tercihi yok, her şey başkalarınca onun adına yapılmalı, yoksa yok. (Yaşamaktan mı sıkılıyor, nedir? Ölümü istemez, ama korkmaz da). Hafif hafif öksürüyor. Karartı gene başladı, ocağın çeperlerinden kıyı bucağa doğru, gittikçe koyulaşarak bizden bir şeyler saklamaya, saklayıp kaçırmaya çalışarak. Çabucak yayılmıyor, usul usul, sindirerek.”

Gerçekten Korkuyu Beklerken mi yazmış bunu bilmiyorum ama “İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı.” demişti ya Oğuz Atay, onu hatırladım ben bu satırları okurken. Kötü şeyler gerçekten bir sürece yayılıyor sanki. Hissettiriyor yani geleceğini. Yavaş yavaş anlıyor, görüyorsunuz ama yine de sadece bekliyorsunuz. Çünkü elinizden başka bir şey gelmiyor. Ama sonra fark ediyorsunuz ki aslında hazırlanmışsınız bu duruma. Öyle hazırlıksız yakalanmıyorsunuz yani hiçbir şeye ve bütün olanlar yetmezmiş gibi bir de bu canınızı yakıyor.

“İçin için nasıl hazırlanmışım! Bilmeden, ben değilmişim gibi. Günlerce belki. Karanlık olunca sokaklar dönmeye başladı. Kimse geçmiyordu. Evden çıkarken nasıl büyümüş olduğumu görmek için aynaya baktım. Kör ışıklar şurda burda parlıyordu. Kimse yoktu sokakta. Gene de duvarın dibine sine sine geçtim ilk sokağı. Güz, yapraklarını dökmüştü. Ayağımın altında kuru ve çıtırdayarak. Kimse yoktu. Çocuklar da. Bir an bilmelerini istedim. Aynada büyümemişim. Korkusuzluğu isteyen bir duruşum var. İlk kez babamdan korkmuyordum. Çıkarken ‘işte…’ diye geçti. Ne? Hiçbir zaman bitmeyecek olan, hep eksik kalacak olan bir şey.”

Bazı hikâyeleri okurken kitabın adındaki ışığı görebilme umuduyla bekledim, durdum. Ama sanki daha da karanlığa gömüldüm. Sonra ışığı düşündüm, ışığın ne kadar önemli olduğunu. Kör olmak mı daha zordur yoksa ilelebet karanlıkta görmeye çalışmak mı diye düşündüm. O kişiye de kör diyebilir miyiz acaba? Ya da kendisine tek bir söz bile edilmeyen birine sağır diyebilir miyiz? Sonuçta o da hiçbir şey duymuyor. Ama hayır, diyemeyiz sanırım. Çünkü diyecek olursak duyacaktır en azından.

“Bazı şeyler geç anlaşılıyor. Lâf olsun diye söylendiğini sandığımız bir söz, en umulmadık bir anda, beynimizde bir fişek gibi patlıyor.”

Beethoven’ın 7. senfonisiyle başlamıştım bu yazıya. Yaklaşık 9 dakika sürüyordu ama o kadar süre yeterli olmadı maalesef, bitiremedim yazıyı. Sonra hastalara da sıkça söylenen “Kendine iyi bak” sözü geldi aklıma. Candan Erçetin diye arattım, çünkü bana da hep saçma gelirdi bunu söylemek. Halbuki insan samimi olarak da söyleyebiliyordu bu sözü. Tam bunu fark edince de bitti şarkı zaten, “Onlar yanlış biliyor”a geçti hemen, otomatik oynatma diye bir şey var ya hani. Kim bilir, dedim içimden. Ne kadar çok şeyi yanlış biliyordum. Sonra bütün o yanlışlarla değerlendirince dünyayı, bir doğruya ulaşmak nasıl mümkün olabilirdi ki? En fazla bir parça bilebiliyordunuz böyle olunca. Tıpkı yazarımızın da dediği gibi:

“Herkes bir parça kendini biliyor belki. Ama bir parça.”

Yine de insan bir parça bilinmeye bile razı olabiliyor. Bir parça anlaşılabilmek bile yeterli oluyor bazen. Hatta tüm isteğiniz bu bile olabiliyor. Ne kadar garip değil mi? Keşke hayatta da otomatik oynatma gibi bir şey olsa bazen. Her şeyi tek başımıza biz yapmak zorunda kalmasak, ne kadar güzel olmaz mıydı? Bu arada benim öğrencilik yıllarımda Candan Erçetin de müzik öğretmenliği yapıyordu diye biliyorum ve onunla birlikte bütün öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyorum. 
5

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli