Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Rüzgarlı Pazar, Okur Tıkanıklığı ve Kalpten Kalbe Bir Yol

Gittikçe kolaylaşır. Her şey gittikçe kolaylaşır. Üzerinden zaman geçtikçe ne kadar kolaylaştığına inanamazsınız.

Bunlar yazarımızın cümleleri değil. Güya kitabı hemen bitirince yazacağım bu yazı için sadece bu üç cümleyi yazmışım üç koca haftada. Sonra da kitaptan alıntılar işte. İki haftadır neredeyse hiçbir şey okuyamıyorum ve bu artık böyle taslağının hazır olduğu son kitabım. Ama artık okumaya başlayabileceğimi düşünüyorum. Çünkü en azından iyileştim, daha rahat nefes alabiliyorum şimdi. Zamanın her şeyin ilacı olduğunu bilmeme rağmen, yazarken kendimi bile ikna edemezken yine de yazmak istedim. En azından gözümle göreyim diye. Görüp böyle bir yerde, okuyunca daha bir inanıyorum ben. Sanki ben yazmamışım gibi ama kolaylaşıyor işte. Yine haklı çıktım.

Ben de isterdim yazarımız gibi bir iğdeden söz açayım ve başlayayım anlatmaya. Ama benim elimden gelen bu kadar. Yine de bu kitaba başlarken ki o sevincimi hâlâ hatırlıyorum. Bir iğde nasıl böyle güzel anlatılır? Yoksa o günlerde ne okuyor olsam çok sevmemden mi kaynaklanıyor acaba diye de düşündüm sonra. Hatırlarsınız belki Yeraltından Notlar’ı bile burada nasıl mutlulukla anlatmıştım. Adeta bir sarhoşluk hali gibi sanki ama sanıyorum ki yazarımız da ehline müracaat edelim, diyerek benzer bir sarhoşluk haliyle başlıyor anlatmaya:

“Gül, hüsnüyle mağrurdur; râyihası, Hz. Resûl’ün mübarek terine müşâbihtir. Şiirler onun güzelliğini terennüm eder; aşk’ın remzidir. Firavun’un ateşe saldığı İbrahim’in makamıdır. Delisi divå. nesi çoktur; şuâranın vird-i zebânıdır: ‘Elhasıl medhinde diller kâsırdır’. ‘Aşıkla aşık atılır mı?’: Şebboy, sümbül, menekşe, zambak, karanfil dahi gülle nispet edilmezse de rağbeti çoktur.
Anların cümlesine bile hürmetimiz vardır lâkin dil-i perişânımız dikeni sert, meyvesi kekre, gölgesi nekes, mektep-medrese kaçkını bir çalı irisiyle beraberdir: ‘İğdenin dalları yerdedir.’

Daha önce hiç bu gözle bakmamıştım iğde ağacına. Haliyle düşünmemiştim de dallarının yerde olduğunu. Hatta farkında bile değildim. Kimse söylememişti bana böyle bir şey. İnsan bilmeyince de düşünmüyor neden diye. 

“‘İğdenin dalları yerdedir’; çünkü bozkırın kıraç göğsüne kök salarak ayakta durmayı öğrenmiş bir ‘Hudâ-yı nâbit’tir: Nazlanmaz tahammül eder, yüksek sesle konuşmaz fısıldaşır, cezbetmez yalnızlığı bilir, muâşakadan anlamaz dikeni çelik gibidir; üstelik derler ki gölgesi yılan yatağıdır.”

Bir arkadaşım demişti bana, hayatın yükünü küçük yaşta sırtlanmak zorunda kalan çocuklar, sanki sırtlarında fiziksel bir yük taşıyormuşçasına yürürlermiş. İsteseler de o kişisel gelişim hocalarının anlattığı gibi dik duramazlarmış. Artık bilgisayar başında durmaktan ya da uzun süre cep telefonuna bakmaktan zaten hepimiz duruş bozukluğu yaşıyoruz maalesef. Ama nedeni böyle insan doğasına aykırı saçma sapan şeyler olunca insanın yazası bile gelmiyor. Neyse ki yazarımız devam ediyor anlatmaya:

“Onun tek mevsimi vardır: Mayısı hazirana bağlayan haneberdûş bozkır keşişlemelerinin yaylaları usul usul ısıttığı demlerde, açık yeşili gümüşle- yen yapraklarının arasında uçuk sarı açan küçük çiçekleriyle cümle nebatata hükümran olur.”

İşte böyleymiş iğdenin hikâyesi. Yazmaya başladıktan sonra ağaçları, çiçekleri başka gözle görür oldum ben de. İnsana en çok ilham veren şeyler arasında en ön sıralarda yer alıyorlar bence. Ayrıca böyle farklı gözlerin gördüğü gibi bakmaya başlayınca dünyaya, insan büyük konuşmaması gerektiğini daha iyi anlıyor.

“Ya, efendi… İşte böyle… İğde deyip geçmeyeceksin.”

Şimdi ne alakası var bunun büyük konuşmayla diyecek olursanız, bilmiyorum. Bana öyle gibi geldi biraz. Ki hiç sevmediğim bir şeydir büyük konuşmak. Ama maalesef sık sık da düştüğüm bir hata aynı zamanda. Üstelik artık sadece büyük konuşmuyorum, çıkıp bir de her hafta büyük büyük yazıyorum burada. Sanki bir şey biliyormuşum gibi, çok şey yaşamışım gibi anlatıyorum. Daha çok güzel şeylerden dem vurmak istiyorum ama karşılaştığım sorunlardan, düştüğüm çıkmazlardan da bahsediyorum bazen. Yalnız güzellikler paylaştıkça çoğalırken, acılar da anlattıkça azalıyor sanki. Çok klişe oldu biliyorum ama belki de doğru olduğu için bu kadar klişe olmuştur. Ayrıca hiç unutmamamız gereken bir şey daha var ki yazarımız bize örnekleriyle açıklıyor bu kitapta:

“Dünyada iyi adamın hiçbir vakit kökü kesilmez.”

Mutlaka duymuşsunuzdur, hatta içinizde yaşayanlar da olmuştur, writer’s block denilen, dilimize de yazar tıkanıklığı olarak çevrilmiş bir kavram vardır. “Bir yazarın ortaya yeni bir ürün koyma becerisini yitirmesi durumudur.” diye açıklanmış ama bence bundan çok daha derin ve kapsamlı bir konu bu. Ve ben bunun okur tıkanıklığı versiyonunu yaşıyorum şu an sanırım. Hiçbir şey okuyasım gelmiyor. 

Bir de konuşurken yaşanan bıkkınlık vardır ki onu zaten kendimi bildim bileli yaşıyorum. Bu yüzden çok konuşan insanlardan kaçmışımdır her zaman. Aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmaya dayanamayıp artık başka şeylerden mi konuşsak deyip, konu uzuyorsa ortamdan kaçan insan olarak bu kadar uzun yazarak yine kendimle çelişiyorum muhtemelen. Bu arada tanım bana güzel geldi aslında, ortaya yeni bir ürün koyma becerisini yitirmek, daha önce ortaya güzel şeyler çıkardığının da bir ifadesi değil mi sonuçta?

“Yüzünü öte yana çeviriyor Duran. Bunları konuşmasak, başka şeylerden konuşsak diyor sanki. Benim de zihnime şiir tarihimizin milyonca mısraı arasından en sadesi, en dokunaklısı, en içteni geliyor.
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
Bir zaman susuyoruz. Söz bitiyor bazen.
Sözün gücü derde derman olmaya yetmiyor demek.
Yetmiyor ya, şu yaşadığımız günlerde ne çok konuşan var. Niçin konuşuyor bu adamlar, ne diyorlar? Sayısına bereket bir sürü TV kanalı, bir yığın konuşmacı-tartışmacı-politikacı-uzman-bilirkişi-akademisyen-artist… Tiraj toplamı otuz senedir artmamış olsa bile bir sürü gazete, mecmua. Keyif ekleri, pazar ekleri, bulmaca ekleri. Car car konuşuyorlar.”

Burada ilk yazmaya başlarken ki çırpınışlarımı hatırlıyorum da, neredeyse ben de o eklere girecek yazılarla car car konuşanlar kervanına katılacaktım. Şimdi en azından böyle güzel kitapları bitirmiş oluyorum yazabilmek için. Yoksa kimsenin bana çıkıp, çok uzattın artık sus diyeceği yok maalesef.

“‘Susun ulan’ diyesi geliyor insanın; Mehmet Akif’in gözyaşları geliyor aklıma ‘Sus ey Bülbül’ diyen merhamete boğulmuş kalbi.”

Rüzgarlı Pazar, okuduğuma mutlu olduğum bir kitap olmuştu benim. Her ne kadar yoksulluğu, imkansızlığı işlese, görme engelli iki kişinin hayatta karşılaştığı zorlukları konu alsa da bana göre mutlu bir sonla bitiyordu ve acaba daha sonra ne olacak diye düşünmemiştim hiç.

“Duran sessiz.
Yol boyu bir soru sordu sade:
Bunca araba nere gidiyor, diye. Yahu bu ne amansız soru böyle. Sorunun padişahı.
Vay garip Duran vay. Ben ne desem sana şimdi. Uluslararası finans kapitalden mi söz açsam; küreselleşmeden mi; yoksa buhar makinası ile benzin motorundan mı? Sam Amca’nın yaşam tarzından mı?
Hem bu laflardan ben bişey anlamıyorum, sen ne anlayacan.
İnsanlar nereye gittiklerini biliyor mu acaba? Nereden gelip nereye gittiklerini. Duran çocuk; şunu bil ki, işte bu yollar, bu arabalar, bu sel olmuş akan sarı-kırmızı ışıklar arasında âdemoğlu bu sorunun cevabını unuttu. Hatırlamak da istemiyor. Hatırlamak isteyenleri tersliyor, saf dışı bırakıyor. Amaan… Boşver. Ne demiş köylümüz: Sür eşşeği küllüğe, debelensin.

Görmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu ancak kaybettikten sonra anlayabilir insan. Yoksa buradan hiç yaşamadan anlatmaya kalkmak ancak küllükte debelenmeye benzer. Ama bu kitap sayesinde en azından başımı çevirip görmezden gelmedim onları. Yaşadıkları zorlukları, önyargıları ve haksızlıkları bir parça da olsa hissettim okurken.

“Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider.”

Kitaba başlarken uzun uzun anlatmıştı ya yazarımız iğde ağacını, düşünün bir de acaba bir çiçeği anlatsaydı kaç sayfa sürecekti. Mutlu olmak acayip bir şey, insan hayata başka gözlerle bakıyor adeta. Bunun için zaten fiziksel göze de ihtiyacımız yok aslında. Kalp gözü gibi bir şey burada ihtiyacımız olan. Kalpten kalbe bir yol vardır diyor ya Neşet Ertaş, işte onu görmeye yarıyor bence o kalp gözü de. O yolu görünce, o yola çıkınca önünüzdeki bütün engeller yok oluyor sanki. Bütün kapılar tek tek açılıyor. Aşağıdaki satırları okurken bunları hissetmiştim ben:

“Bir çiçekle karşılaşınca, ona dokununca, koklayınca ne hissedersiniz. Hadi düşünün, anlatın bakalım. Ne kadar anlatsanız bir yanı eksik kalır. Çiçek içinizin pasını alır, siler, temizler sizi. İyilikle güzellikle doldurur kalbinizi. Çiçekten kaldırınca gözlerinizi, dünya-insanlar-hayat nasıl parıldamaya başlar; nasıl memnun ve mesut kılar sizi. Damarda yürüyen kan hızlanır, adımlarınız hızlanır, bir oynak türkü gelip yüreğinizin başına konar, önünüze çıkan ilk âdemoğlunu sarılıp öpeceğiniz gelir.”

Çok renkli bir yer aslında Rüzgarlı Pazar. Okurken o masalsı diyarı görmüş kadar oluyorsunuz. Çeşit çeşit insanlar, ekmek kavgasında, hayatta kalma mücadelesi içerisinde sürekli. Hayatın size kötü davrandığını düşünüyorsanız eğer, merdivenden çıkarken kayıp düştüğünüzü ve burnunuzun bile kanamadığını hayal edin önce. Tıpkı kitaptaki karakterimiz gibi. Ama kafanıza aldığınız darbe sonucu da kör olduğunuzu. İşte böyle acı bir durumla karşılaşıyor baş kahramanımız. Yani ne kadar sıradan bir olay sonucu ne kadar vahim durumlar oluşabilir hiç düşündünüz mü? Her an pamuk ipliğine bağlı yaşıyoruz aslında. Hem de birbirimizin çektiği acılardan, zorluklardan bihaber şekilde, sanki yaşamak sadece bizim için zormuş gibi. Yine de herkes kendi hayatını bir şekilde kolaylaştırmayı başarıyor. İnsan zamanla her şeye uyum sağlayabiliyor.

“Böylece haraç yerine ucuz bir gözlük ile bu vartayı atlatacağını umuyor. Güya nadide parçaları sakladığı bir kutuyu arıyor, sonra nasılsa buluyor, kutudan bir kutu daha çıkarıyor -görüyorsunuz değil mi, şu sokak gözlükçüsü bile insan halinden -nefsinden mi deseydik acaba- nasıl da anlıyor- onun içindeki tek kutuyu Ateş’e uzatıyor: 
- İtal bu abi İtalyan.”

Bu da son alıntımmış kitaptan. Hatırlıyorum şimdi yavaş yavaş. Halbuki daha ne kadar çok güzel yer vardı ama onları not almamışım nedense. Hiç alakasız, buraya yazsam da sadece benim anlayabileceğim küçük bir bölüm daha kaldı sadece. Onu da kendime saklıyorum. Zaten bu kitap mutlu bir sonla bitiyor. İnanabiliyor musunuz? Soruyorum çünkü buna inandıramamıştım birini. Nasıl yani gözleri mi açılıyor diye sormuştu. Sanki Türk filmiymiş gibi. O zaman aslında uyanmam lazımdı benim de bir şeylere ama benim de gözüm körmüş demek ki, görememişim. Şimdi görebiliyorum ve hayır, kahramanımızın gözü açılmıyor maalesef ama mutlu bir son olması için illa sonunda görmesi mi gerekiyor? Kör göze parmak sokar gibi öyle her şey düzelsin istenir mi? Şu sokak gözlükçüsü kadar insandan, insanın ruhundan anlamıyoruz maalesef. 

Ben de iyice çekilmez bir adam oldum, her yazım böyle olumsuz bitiyor kaç haftadır. Ama bu son olsun, buradan kendime de söz vermiş olayım, inşallah bundan sonra daha olumlu bitireceğim bu yazıları. Hiç olmadı yeniden her gün beni mutlu eden şeyleri yazarım tek tek. Zaten hakkında yazacak başka kitabım da kalmadı.

4
Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Hiç böyle bir yorum beklemiyordum, çok teşekkürler güzel tavsiyeleriniz için. Kitapta da geçtiği gibi iyi insanların kökü kesilmiyor cidden. Yazarken ki ruh halim o an öyleymiş demek ki. Şimdi çok daha iyi hissediyorum. Tekrar kitap okumaya başladım, onun da mutluluğu var üzerimde. Zaten böyle içten bir yorum okuyup da mutlu olmamak mümkün değil. Tekrar teşekkürler.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli