Abdullah Efendinin Rüyaları, Çelişkiler, Eşya ve Öbür İnsanlar
Tanpınar’ın sadece Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumuştum yıllar önce. Sonra bir radyo tiyatrosu versiyonuna denk gelmiştim ve çocukluğuma dönmüştüm dinlerken. Tek kelimeyle muhteşemdi. Böyle bir kitap, nasıl olur da tüm dünya tarafından bilinmez, okunmaz diye hayıflanmıştım.
Ancak sonra bir daha okumadım hiç yazarın başka bir kitabını. Okunacak şeyler o kadar birikiyor ki bazen, insan beğeneceğine emin olduklarına bile zaman ayıramıyor. Bende çözümü şu şekilde bulmuştum kendimce: Bazı kitaplar için fırsat kollayacaktım. Nerede karşıma çıkarlarsa, bunu bir fırsat olarak görüyorum artık ve hemen kitabın adıyla bir taslak açıyorum. Başladıktan sonra kitap bitiyor bir şekilde ama bu yazılar kalıyor hep. Kaldıkça da rahatsız ediyor beni. Sonra bir an geliyor ve artık yeter diyorum, vakit geldi. Okunsun diye paylaştığım önceki yazılarım pek iyi olmadı, yenisini yazayım da hem onlar belki gözden kaçar diye düşünüyorum. Merak da ediyorum bu çelişkiyi yaşayanlarınız var mı benim gibi. Varsa yazın lütfen, yalnız olmadığımı bileyim en azından.
“İşte şimdi, o kadar ürktüğü ve bununla beraber beklediği saat gelip çatmıştı.”
Abdullah Efendinin Rüyaları, hiç ummadığım kadar fantastik bir hikâye çıktı. Ama kesinlikle sadece o kadar değil. İşin içinde psikoloji var, mitoloji var, felsefe var, türlü türlü gerçeklikler ve yalanlar var. Var da var anlayacağınız. Herkese hitap etmeyebilir ama her okuyanın farklı tatlar alacağı kesin.
“‘Bir ömür bitebilir’, diyordu. ‘İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı...’”
Ben bir de böyle fantastik şeyleri hiç yazamıyorum ama okumayı çok seviyorum nasıl oluyorsa. Âmâk-ı Hayâl’i ilk okuduğumda bundan emin olmuştum. Şimdi kesinlikle bu türde de bir şeyler yazmayı kafama koydum diyebilirim. Sadece öncesinde başka bir yere gitmem gerekiyor sanırım. Ya da bazı şeyleri unutmam gerekiyor. İkisi de aynı şey değil mi zaten? İnsan unutmak için gider çoğu zaman.
“Evet, gitmeli, bir başka yere gitmeliydi! Bu gecenin münasebetsiz talihini muhakkak yenmek, tatmin edilen etin yorgunluğu içinde bütün bu kötü tesadüfleri unutmak lazımdı. Unutmak, bu ancak aşkla mümkündü: Ömrün büyük ve serin pınarı, her tecrübeden bizi daha genç, daha diri, dünyaya henüz gelmiş gibi dinç ve rahat çıkaran oydu.”
Unutmak nasıl aşkla mümkün olur? Onu anlayamadım açıkçası. Zaten burada hep anladığım şeyleri yazmadığım için sorun değil diye düşündüm. Belki anlayan biri çıkar, orada aslında yazar şöyle demek istemiş der, aydınlatır beni. Ama ben alışmaya inanıyorum, sık sık da dile getiriyorum ve karşıma böyle satırlar çıkınca kaleme sarılmadan edemiyorum:
“Fakat bu da geçecekti; ‘elbette buna da alışırım’, diyordu. ‘İnsan nelere alışmaz ki...’ Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? ‘En sevdiğimiz mahlukları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca, senelerce görmemeğe, mutlak, kat’i bir gurbet içinde yaşamağa alışmıyor muyuz? Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim…”
Yazarımız zamana karşı takıntılıymış hep. Bunu yazdığı diğer eserlerinde de görebilirmişiz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü zaten başından sonuna kadar bunu anlatıyor ama Huzur’da da mesela işlemiş aynı konuyu ve bir yandan da huzursuzluğu anlatmış yazarımız. Okumadım onu maalesef ama bu sene içerisinde okumayı planlıyorum artık.
“Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkansızdı. Eşyanın açık dost, her zaman için güvenilir çehreleri!..”
Eşya şey kelimesinin çoğuluymuş aslında. Yani şeyler demekmiş. Bunu şimdi nereden okudum ya da birisinden mi duydum hatırlamıyorum ama değişik gelmişti bana o zaman. Yazarım bunu bir yerde diye düşünmüştüm. Çünkü ben eşyaya pek önem atfeden, malı kıymetli bir insan olamadım hiçbir zaman. Aksine kimsenin önemsemediği şeylere daha çok güven duydum nedense. Yıldızlar da bana hep çok uzak gelirdi eskiden ama Taşkın Tuna’nın kitaplarını okuduktan sonra onlara olan bakış açım tamamıyla değişmişti. Şimdi maddelere, hiç değişmez sandığımız eşyalara ilişkin de düşüncelerim karmakarışık. Hiçbir şey aynı kalmıyor, kalamaz gibi hissediyorum artık. Peki hangi yönde değişiyor?
“Buraya kadar olan kısmını pek beğeniyordu. Acaba Cervantes’ten ve Don Kişot’tan bahsetmeli miydi, ne lüzumu vardı? Kısa kesmek daha iyi idi. Yalnız bir noktayı anlatması lazımdı: ‘Bu mudil ruh makinesinin en mühim tarafı istikrah hissiydi. Abdullah büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu. Fakat Abdullah, aşkı o kadar idealleştirmişti ki, realitedeki manzarasına artık tahammül edemiyordu…’”
Biliyorum hiç anlatmadım rüyaları, bahsedemedim Abdullah Efendiden. Konu ne ara buraya geldi, hangi aşktan bahsediyorum ben de bilmiyorum. Ama çok karışıktı hikâye. Zaten öyle kısa da değil aslında, kırk küsur sayfaydı. Bir novella bile denilebilir yazmışlar bir yerde mesela. Bunun üzerine de Böyle Buyurdu Kültür, serisinde Nevzat Hoca anlatmış yarım saat. Şimdi burada onun söylediklerini tekrar etmek de istemiyorum. Ama hikâyeyi okuduktan sonra seyredin bence programı. Gerçi bu sefer de insan tekrar okumak istiyor en baştan. İyisi mi siz bildiğiniz gibi yapın.
Sonra evinizin çatısına yıldızların üzerine basa basa sevdiğiniz kadın gelsin. Arayın ve bulamayın, kimseyi beğenmeyin önce. Sonra beğendiğiniz biri çıksın, sevin ve maskesi düşsün, büyü bozulsun. Dost başa, düşman ayağa bakar derler. Yüzünüze bakmasın kimse, ayaklarla konuşun. Ayaklar dile gelsin, yüzler uzaklaşsın. Çok mutlu gözüken ölü çiftler canlasın, raks etsinler karşınızda, biz gerçekten mutluyuz der gibi inandırmaya çalışsınlar sizi. Sonra kendinizi görün, ölümünüzü, beyhude geçen ömrünüzü. Kendi cenazenize katılın, bir konuşma hazırlayın kendi dostlarınıza, kendi sesinizden okuyun ama tanımasınlar sizi. İyi bilirdik, desinler sadece. Bir damla suya muhtaç kalın, çocukluğunuz gelsin gözünüzün önüne, o bile acımasın size. Yarısı dolu bir bardak göstersin, yarısının boş olduğunu anlatıp ağlayıp sızlasın, onu teselli etmeye çalışın. Sonra uyanın ama mutlaka. Zaten burada kimseye beddua etmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Yalnızca kitabı okuyanların anlayabileceği karışık bir rüya alemi bu sadece.
Uyanın ve öbür insanları fark edin. Sizden başka herkes ne kadar da mutlu. Bunun büyük bir yalan olduğunu gördünüz az önce ama yine de buna inanın. Çünkü insan bazen yaşamak için kendini kandırmak zorundadır:
“‘Öbür insanlar gibi yaşamak…’ bu ne kadar güzel ve iyi bir şeydi. Öbür insanlar…”
İşte böyle bir hikâye Abdullah Efendinin Rüyaları. Bana bu kısıtlı zamanımda bile bu kadar çok şeyi yazdırdı ve kesinlikle ilham verdi diyebilirim. Bakalım ben de haftaya kadar bir fantastik hikâye yazabilecek miyim? En son bir çılgınlık yapıp şiir bile yazmaya çalıştığıma göre, çıkacak bir şeyler diye ümit ediyorum.
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
Henüz hiç yorum yapılmamış.