Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Genel İzleyici

Uzun zamandır hiç iyi değildim. Daha doğrusu yaşamıyordum sanki, sadece günlerimi geçiriyor, oturup hayatımı seyrediyordum. Her sabah kalkıp istemediğim bir işe gitmek bir yana, daha da kötüsü akşamları da yine nefret ettiğim işimden eve dönmek için bir sebebim yoktu. Evde de televizyon karşısında sızana kadar dizi seyrediyordum. Yani hayatımı yaşamak yerine sadece seyrediyordum. Tabii ki komediye ve aksiyona yer yoktu. Her şey bolca dram ve az biraz da gerilimden ibaretti.


Bir hukuk bürosunda stajyer avukat olarak çalışıyordum. Buna ne kadar çalışmak denirse tabii. Stajımı tamamlamaya 2 ay kalmıştı ve ben ileride hayatıma avukat olarak devam etmeyi umuyordum. Her akşam eve gelip televizyonun karşısında yerimi alıyor, sabah ekran karşısında tam anlamıyla uyanamadan apar topar giyinip yola düşüyor ve metroya binene kadar kahve ve sigaradan oluşan kahvaltım sayesinde az biraz da olsa uyanıyordum. 


İnsanın hayatı bu kadar sıkıcı olunca, seyrettiği diziler hayatının bir parçası oluyordu artık. Neredeyse her hafta yeni bir diziye başlıyor, bitirene kadar da adeta dizinin içinde yaşıyordum. Öyle karşıma çıkan her şeyi de izlemiyordum. Seçiciydim bu konuda çok. Çünkü etkileniyordum bitirdiğim dizilerden. Geçen haftaya kadar yıllardır böyleydi hayatım.


Her şey karşı dairemde oturan kızların bir köpek sahiplenmesiyle başladı. Tam da benim Wilfred dizisini bitirdiğim döneme denk geldi bu olay. Şaka gibiydi gerçekten. O zamana kadar pek bir muhabbetim yoktu kızlarla. Sadece ev sahibimizin aynı olduğunu biliyordum, Fatma Teyze. O da bizim hemen karşı binada oturuyor ve her ayın birinde kirayı almak için resmen kapıya dayanıyordu. Kaç kere bankadan göndermeyi teklif etsem de bir türlü ikna edememiştim onu. 


İkimizde biliyorduk ki bu bir denetleme şekliydi aslında. En azından eve girmiyordu, kapıdan içeriye şöyle bir bakıp parayı sayıyor ve karşı daireye geçiyordu hemen. Zaten ilk o zaman öğrenmiştim onların da kiracı olduğunu ve belli ki orada daha ciddi bir inceleme söz konusuydu. Muhtemelen onlar da benim gibi başka bir ev bulamadıkları için tutmuşlardı bu daireyi. Ben de mezun olana kadar öğrenciyken ev bulmak zor zannederdim. Bekarken ev bulmak çok daha zor maalesef. Türkiye’de evlenmek kelimenin tam anlamıyla kullanılıyor. 


İlk zamanlar pek sevememiştim onları, bana yaşlandığımı hissettiriyorlardı. Özellikle sınav dönemlerindeki halleri beni geçmişe götürüyordu. Özge bir hafta sonu elinde yavru bir köpekle kapımı çalana kadar evde sadece başka bir tıp öğrencisiyle kaldığını bile bilmiyordum. Onlardan o kadar habersizdim yani. Özge hoş bir kızdı aslında. Gerek hali tavrı, gerek cana yakın tavırlarıyla bana eski bir arkadaşımı hatırlatıyordu. Ama arkadaşı Tuğçe, tam bir soğuk nevaleydi. Haliyle benim gibi televizyon karşısında yaşayan biri ile konuşmaya çekinmişlerdi anlaşılan. Gözden bakmayı bıraktığım an zile tekrar bastı Özge. Ben kapıyı açar açmaz da konuşmaya başladı:


 — Can, merhaba! Nasılsın? Rahatsız etmiyorum değil mi?


Bu soruyla dışarıdan rahat görünen ama bir o kadar da sıkıcı hayatıma son vereceğini o da bilemezdi kuşkusuz. Rahatsız etmiyordu ama elinde bir köpekle çıkagelince de ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hemen heyecanlı heyecanlı bu tatlı Golden Retriever’ı nerede, nasıl bulduğunu anlatmaya başladı içeri girer girmez. Gerçekten çok tatlı, çok da hareketli bir şeydi. İlk zamanlar sahiplenecek birilerini buluruz hemen diye düşünmüşler. Tuğçe’yi de öyle ikna etmiş ama bir haftadır bulamamışlar güvenilir bir kimseyi. 


Tuğçe de artık yavaş yavaş laf yapmaya başlıyormuş. Tam da benim evde Wilfred varmış da onunla oturup beraber dizi seyrediyormuşum gibi hissettiğim bir anda, ilaç gibi geldi bu teklif. Aslında bana sadece işten arkadaşlarımdan sahiplenmek isteyen olur mu diye sormuştu ama nedense ben bu teklifi kendi istediğim gibi anlamıştım. Özellikle de ona Tarçın diye seslendiğini duyduktan sonra, sinirim bozulmuştu. Sonra bu konuşmayı daha fazla uzatmamak için “Ne kadar güzelsin!” demiştim köpeğe ama Özge bu iltifatı üzerine alındı. Teşekkür etti. Sonra ona da dikkatlice baktım ve gerçekten de yüzünde abartılı bir makyaj vardı. Saçlarını da yaptırmıştı galiba. 


Benim bunu köpeğe söylediğimi anlamamasına mı daha çok kızdım yoksa durduk yere abartılı bir iltifat etmişim gibi bir duruma düşmeme mi bilmiyorum. Bir yandan da her an benim bunu Tarçın’a söylediğimi anlayabileceği endişesi vardı ki en berbat durum da bu olurdu. Can Bonomo’nun şarkısındaki gibi devamında gerçekten aferin, demek geldi içimden ama o kadar da rezil etmedim kendimi.


Hatta birden gaza gelip durumu biraz da olsa kurtarmak amacıyla köpeğe benim bakabileceğimi söyledim. Zaten bu aralar sabahları yürüyüşe çıkmayı planladığımı da ekledim hemen. Halbuki böyle bir şey yoktu. Sabah işe zor kalkıyordum ama artık o günler geride kalmış gibi hissediyordum. Hem isterseniz ben işteyken sizde de kalabilir, deyince Özge de bunu bekliyormuş gibi sevinçle kabul etmişti. 


Zaten böyle yavru bir Golden’ın evde tek başına kalıp kalamayacağını da hiç bilmiyordum. Ayrıca kendimi hep kedi insanı diye tanımlardım bu zamana kadar. Daha doğrusu bir kedimiz vardı çocukken, Limon. Evet, biz de sırf renginden dolayı ona Limon demiştik ama o isim ona yakışıyordu. Evin tek çocuğu olmama rağmen canımın sıkılmamasının en büyük nedeniydi Limon. Öldüğünde çok üzülmüştüm. 


Arada sırada aklıma geldiğinde, ne kadar üzüldüğümü hatırladıkça yeni bir kedi sahiplenmekten hep vazgeçtim. Hatta belki de bir süre hiçbir şeyi sevememe sebebim buydu. Sevmekten, alışmaktan, bağlanmaktan çocuk gibi korkar olmuştum. Yıllardır nasılsa hiç aklıma gelmemişti bunlar, sanki hafızamdan silmiştim ya da çok derinlerde saklıyordum belki de. Artık bütün bu hatıralar bir bir canlanıyordu gözümde.


Özge hemen evinden köpeğin mama ve su kaplarıyla çıka geldi. Ne ara gittiğini bile anlamamıştım. Sonra tekrar teşekkür etti ve evden çıkmadan bu sefer bana sıkı sıkı sarıldı. Bu olayı çözdüğüne çok mutlu olmuştu anlaşılan. Yoksa yersiz iltifatım mı hoşuna gitmişti? Şuan bu konu çok da önemli değildi aslında. Şimdi daha önemli bir mevzum vardı: Limon.


Limon’u babam ben 6 yaşındayken getirmişti eve. Daha okula bile başlamamıştım yani o zamanlar. Kediler hakkında da hiçbir şey bilmiyordum. O benim için bazen bir evcil hayvan, bazen bir oyun arkadaşıydı. Ve sadece 5 sene yaşamıştı. Yani neredeyse sokak kedilerinden bile daha az. O yaşta bunun farkında değildim ama sonradan bunu öğrendiğimde büyük bir depresyona girmiştim. Acaba ona iyi bakamamış mıydım? İyi besleyememiş, yeterince özen gösterememiş miydim? Tabii ki onun bütün sorumluluğu bende değildi ama geçen onca yıla rağmen hâlâ kendimi suçluyordum.


Aslında bu kendimi suçlama olayını bırakmış, hatta Limon’u neredeyse unutmuştum. Ama Tarçın’ı görünce birden anılar depreşmişti. Saatler akıp gitmiş, neredeyse gece yarısı olmuştu ve ben kendimi küçük bir çocuk gibi yavru bir köpekle evde koştururken bulmuştum. Televizyonu açmak aklıma bile gelmemişti. Sahi bu akşam dizi seyretmemiştim. Zaten hangi diziye başlayacağımı da bilmiyordum ya belki de o yüzdendi. Bir diziyi bitirince ya hemen hiç düşünmeden yenisine başlamak gerekiyordu ya da oturup biten dizinin güzel sahnelerini yeniden seyretmek. Karşımda da Tarçın varken kalkıp da bitirdiğim Wilfred’i yeniden seyredecek halim yoktu. 


O sırada kapımın dışarıdan zorlandığını hissettim. Hırsız mı acaba diye korkuya kapıldığım anda Özge’nin anahtarla yavaş ve dikkatli bir şekilde kapıyı açıp içeriye girişine şahit oldum. Özge’de evimin anahtarlarının ne işi vardı? Ben işteyken Tarçın’a bakacağı için ben mi vermiştim? Tabii ki ben vermiştim, başka kimden alacaktı? Kafamın bu karışıklığına bir de bu saatte neden geldi şimdi diye düşünmek de eklenince iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştı durum. Ancak gördüğüm kadarıyla o da en az benim kadar şaşkındı. “Bugün beni mi bekledin başlamak için yoksa hangi diziye başlayacağına karar veremedin mi daha?” diye sordu. 


Neden bahsediyordu Özge böyle? Normalde bugün benim yeni bir diziye başlayacağımı da nereden biliyordu? Baktı ben bir cevap veremiyorum, mutfağa geçti. Buzdolabını açtı ve sanki içeceklerin nerede olduğunu daha önceden biliyormuş gibi doğruca şişelere doğru yöneldi. Elinde iki birayla geri döndü. İyi ki Tarçın’ı vermişti, bu ne rahatlıktı böyle? Sanki kendi evindeymiş gibi nasıl bu kadar rahat hareket edebiliyordu?


Aklımda bu sorularla teşekkür edip, içmeyeceğimi söyledim ve bir sigara yakıp balkona geçtim. Garip bir şeyler oluyordu ve bu durum beni gittikçe daha fazla rahatsız ediyordu. “Neyin var senin?” diye sordu Özge bu sefer. Hiç, diye yanıt verdim ama bunun yeterli gelmeyeceğini düşünerek, “Uykum geldi de biraz, yarın da Tarçın’ı gezdirmek için erkenden kalkmayı düşünüyorum.” dedim. Benim bu cevabımı duyunca Özge’nin suratı değişti ve “Uyku haplarını falan mı aldın yoksa? Sen bu saatte uyuyamazsın ki!” diye sitem etti.


Benim uyku haplarımdan nereden haberi vardı? Ayrıca ben o hapları bırakalı neredeyse bir ay olacaktı ve benim ne zaman uyuyup uyamadığımı nereden biliyordu bu kız böyle? “Neyse tamam, mesaj alındı. Ben gidiyorum o zaman.” dedi isteksiz bir şekilde. Sabah görüşürüz, diyebildim sadece ve dış kapıyı sessizce açtı. Yine aynı titizlikle kapattı ve çıktı. 


Kafam karma karışık olmuştu. Özge neden sanki yıllardır beni tanıyormuş gibi davranmıştı böyle? Sonra ben hiç onla oturup dizi falan seyretmemiştim ki bu zamana kadar. Öyle dizi-film falan konuştuğumuz bir ortamımız de yoktu onla. Tarçın’a baktım uzun uzun. Sigaramdan bir nefes daha alıp yarım bıraktığı bira şişesinin içine atarak sönerken çıkardığı ses eşliğinde şişeyi çalkalarken daha fazla bu saçmalıkları düşünmemeye karar verdim. Çünkü yarın sabah hiç kalkmadığım kadar erken kalkmam gerekecekti…


Gece boyunca yatakta döndüm durdum. Gözüme uyku girmiyordu. Daha fazla dayanamayıp güneş bile doğmadan yataktan çıktım. Saat kaç olursa olsun dışarıya çıkmaya karar vermiştim. Belki de heyecandan uyuyamıyordum ve ilginç bir şekilde bir gram da uykum yoktu. Üzerime bir tişört geçirdim. Bir bardak su içtim. Gel bakalım Tarçın, dedim ve boynundaki küçük tasmaya gezdirmek için tasarlanmış ipi takmak için onu kucağıma aldım. Limon’un da aynı bu şekilde üzerinde küçük bir çanı olan güzel bir tasması vardı ama o tasma takmaktan pek hoşlanmazdı. Yine de ilk birkaç ay zorla da olsa tasmasını takmıştık. Çünkü bir kedi alışana kadar evdeki hemen hemen her yere girer ve doğal olarak her yerden de çıkabilir. Saatlerce onun nerede olduğunu aramak, çok da sağlıklı bir şey olmayacağı için zaten veteriner tembihlemişti ilk zamanlar tasmayı mutlaka takmamızı. Dışarı çıkınca da Tarçın’ı yavaşça yere bıraktım ve en yakın parka doğru yürümeye başladık beraber. 


İçinde ne bir salıncak, ne de bir kaykay bulunan sadece birkaç banktan oluşan böyle parklara çocukken hiç anlam veremezdim. Çok saçma değil miydi böyle parklar. Hatta bunlara park denmesi bile saçmaydı. İnsanlar madem sadece oturacaklar, neden bunun için parka kadar yürüsünlerdi ki? Şimdiyse içinde çocukların bağırış çağırış koşturduğu parklara tahammül edemiyordum. Açıkçası pek çocuk da sevmiyordum ben. Özellikle ağlamalarına katlanamıyordum. Bir yaşa gelene kadar da her şeye ağlıyorlardı zaten. 


Daha önce bu saatte dışarıya belki de hiç çıkmadığımı fark ettim. Gökyüzü bulutsuz, koyu lacivert renkteydi ve hafif bir rüzgar esiyordu. Parkta sadece birkaç kedi ve biz vardık. Sahi nasıl olmuştu da ben Limon’un yokluğuna alışmış, o depresif günleri atlatabilmiş hatta neredeyse tamamen unutabilmiştim? Gittiğim terapistin ve onun bana yazdığı ilaçların da bunda etkisi olmuştu kuşkusuz ama onun da üzerinde uzun zaman geçmişti. Yani onu da artık çok fazla hatırlamıyordum.


Banklardan birine oturdum ve bir sigara yakıp düşünmeye başladım. Biz evimizi tamamen Limon’a göre dizayn etmiştik o zamanlar. Çünkü evde bir kedi varsa, ev sahibi odur her zaman. İstediği gibi koltukları, perdeleri tırmalar yine de hiç kızmazdık ona. Evde öyle çok fazla aksesuar falan da olmazdı zaten. Her şey bir patiye bakardı. Televizyonu, dolapları, daha doğrusu yıkılabilecek ne varsa hepsini sabitlemiştik duvarlara. Hem böylece otomatik olarak olası bir deprem riskine karşı da tedbir almış oluyorduk. Sonra evde iki tuvaleti, ikişer de mama ve su kapları vardı, evin ayrı köşelerinde. Yani veteriner ne dediyse hep yapmıştık. Aşıları da tamdı. Herhangi bir hastalığı da yoktu. Ölmesi için hiçbir sebep yoktu.


Ortaokula yeni başlamıştım o zamanlar. İlk defa aşık olmuştum. Belki de Limon’un acısını sınıfın en güzel kızını tavlarsam dindirebileceğimi düşünüyordum. Tabii ki yanılmıştım. Her şey çok güzel giderken, bir anda o kadar saçma sapan bir şekilde reddedilmiştim ki! Bir daha kimseyi sevemeyeceğime inanmıştım. Kimsenin beni sevmeyeceğine. Hatta bir daha yüzüm gülmeyecekti. Bundan sonra nasıl gülebilir, mutlu olabilirdim ki?


Yıllar içinde bunun da bir yolunu öğrendim. Televizyon karşısında dizi üstüne dizi bitirmem de ilk o zamanlarda başlamıştı. Özellikle yirmişer dakikalık komedi dizilerine bağımlı olmuştum resmen. Bir ay sürmeden 10 sezonluk Friends’i bitirmiştim mesela. İki gülelim diye başladığım dizi bitince yine hüzünlenmiş, boşluğa düşmüştüm.


Fazla ara vermeden Joey’e başlamıştım ama büyük hayal kırıklığı olmuştu. Onu öyle bir çırpıda bitirememiştim mesela ama yine de güldürüyordu ara sıra. Demek ki çok tutan bir dizinin ana karakterlerinden birini alıp yeni bir dizi yapsanız bile bu, o dizinin o kadar da iyi olacağı anlamına gelmiyordu. Burada da büyük bir hayat dersi işleniyordu yani.


Sonra Scrubs diye bir diziye başladım. 9 sezonu nasıl bitti anlamadım. Gerçekten çok komik bir dizi olsa da özellikle bir bölümü vardı ki, hayattan tamamen soyutlamıştı beni o zamanlar. Onda da House’la sağlam dalga geçiyorlardı ve tespitlerinde de haklıydılar. En azından o dönem ben de hak veriyordum onlara. 


Tarçın’la bu kadar iyi anlaşabildiğimi gördükçe de aklıma How I Met Your Mother’da ki Robin’in son bölümde pencereden köpekleriyle bakışı geliyordu. Benim sonum da öyle mi olacaktı? Eğer bir son seçme şansım olsaydı The Big Bang Theory’nin Leonard’ı gibi olabilirdi mesela. Ama benim hayatım daha çok Black Books’taki Bernard’ın hayatına benziyordu. Tamsin Greig de ne kadar iyiydi o dizide. O zaten nerede oynasa çok başarılıydı ya. 


Friends’in Joey’si Matt LeBlanc ile birlikte yer aldığı Episodes da mesela harikaydı. Orada da sık sık üstü kapalı şekilde alay edilen Wilfred, bahsedildiği gibi tam bir çocuk dizisi izlenimi veriyordu. Daha hiç bir bölümünü seyretmeden seyredilmeyecekler arasında yerini almıştı benim için o günlerde.


Oysa şimdi diyorum ki, yıllar sonra da olsa iyi ki geçen hafta başlayıp bitirmişim Wilfred’i. Belki de tam zamanında izleyip bitirmiştim onu da. Kim bilir. Onun gibi izlediğim bazı diziler gerçekten geçmişe götürüyor beni. Sorulmaması gereken soruları takıyor aklıma. Sonra bir şeyi daha fark ediyorum, önceleri hiç sevmediğim, hiç şans vermediğim şeyleri sonradan sevmeye başlayabiliyorum. Hatta bildiğin hayranı oluyorum bazen. 


Etrafımda benzer şeyleri yaşayanları da görebiliyorum artık. Bu aslında çok tehlikeli bir şey değil mi? Şuan her neyi seviyorsak, yıllar sonra ondan nefret edebileceğimiz gibi hiç sevmediğimiz bir şeyin hastası da olabiliyoruz zaman içinde. Ve kimsenin bununla ilgili bir şikayeti yok! Seyrettiğimiz dizilerdeki gibi oturup seyrediyoruz kendi hayatımızı. 


İşin kötüsü çevremizde de sürekli olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar sergileniyor. Şiddet ve korkuyla bizi yönlendirmek istiyorlar. Başta direniyor gibi oluyoruz ama sonra bir bakmışız genel izleyici kitlesinin en ön saflarındayız. 


Anayasa Hukuku hocamız genel oyla eşit oyun farkını ezberletmek için tüm sınıfa defalarca şu iki soruyu sorardı: Herkesin kullandığı oy? Tüm sınıf tek bir ağızdan cevaplardı: Genel oy! Bir şeyin kafada yer etmesi için duygulara da hitap etmesi gerektiğini çok iyi bilen hocamız bu sefer güldürmek için alakasız gibi görünen meşhur ikinci sorusunu da sorardı: Herkesin gittiği ev? der, biz gülerken o cevaplardı: Kendi evi.


Ben de her ne kadar kiracı da olsam, kendi evimde herkesin seyrettiği dizileri seyreder, herkesin inandığı yalanlara kanar, herkes gibi düşünür olmuştum. Herkes gibi düşündüğünüzde, aslında düşünemediğinizin de farkında olmuyorsunuz. Tabii çeşitli platformların da bunda etkisi büyüktü. Zaten kendimizi ne kadar bir kalıba sokmamaya çalışırsak çalışalım, bunu yaparken de aslında başka bir kalıbın içine girmiş olmuyor muyuz?


Yavaş yavaş ortalık aydınlanmış, Tarçın da belli ki buradan sıkılmaya başlamıştı. Bu arada benim gibi köpeklerini gezdiren iki kişi daha gelmişti parka. Artık eve geçme vakti gelmişti yani. İnsanın köpeğiyle yürümesi, oynaması, koşması hatta konuşması gerçekten muhteşem bir histi. Kediyle mesela pek mümkün değildi bu. Kedinizi sadece kediniz istediğinde sevebilirdiniz. Limon öyleydi en azından…


Parktan çıkıp eve doğru yürümeye başlayınca, gece yaşananlar geldi aklıma. Sonra çok da büyütmemeye karar verdim. Kız muhtemelen Tarçın’ın yokluğuna alışamamış, ne yapacağını şaşırmış ve masum bir komşu ziyaretinde bulunmuştu. Bense resmen kapı dışarı etmiştim onu. Böyle düşününce kendimi biraz kötü hissetmeye başladım. Onu aramayı düşündüm ama belki uyanmamıştır diye mesaj atmaya karar verdim:


“Günaydın. Tarçın’ı bırakmak için gelsem, müsait misin?”


Çok mu resmi oldu acaba diye düşünürken online olduğunu görünce uzun uzun yazıyormuş gibi görünmemek için hemen gönderdim ve mesajın iletildiğini gösteren iki tik, iki saniye içinde maviye döndü. Ama hanımefendi telefonuna iki tıklayıp cevap yazmaya tenezzül etmiyordu. Arasam mı acaba diye düşünürken, cevap geldi:


“Senin evde kalsın, ben 1–2 saat sonra alırım senden. Tuğçe uyuyor şimdi hiç uyandırmayalım.”


Doğru ya, evin anahtarı da vardı onda. Yine unutmuştum. Neyim vardı benim böyle? Neyse en azından aramamam isabet olmuş diyerek kendimi yeniden hayatın akışına bırakmaya karar verdim. Hem artık yalnız da değildim. Günüme neşe katan bir can dostum vardı yanımda: Tarçın…


Onu eve bırakıp işe vardığımda herkes bendeki değişikliği fark etmişti sanki. Ben de onlardaki bıkkınlığı, yeknesaklığı, yaşama karşı olan kayıtsızlığı daha net görebiliyordum artık. Saatler geçmek bilmemişti öğlene kadar. Uykum da gelmişti. Sahi ben bu gece hiç uyuyamamıştım. Yine iyi ayaktaydım hâlâ. Öğlen yemek arasında hemen kuytu bir köşeye çekilip ufak bir şekerleme yaptım. Rüya bile gördüm o arada. Hatta Limon’u gördüm galiba. 


Çok iyi gelmişti bu uyku. Tazelenmiştim tamamen. Yine de yaptığım işe karşı yaşadığım soğukluk devam ediyordu. Halbuki 2 ay sonra avukatlık ruhsatımı alacak, mesleğe ilk adımımı atacaktım. Bunun için 6 ay adliyede staj yapmıştım ki o dönem çok daha zor ve bir o kadar da sıkıcıydı. Resmen yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiştim. Onca yıl okumayı, sıralamaya girdiğim sınavları hiç saymıyorum bile. Her şey bu ilk adım için miydi? Bir ömür böyle geçer miydi peki? Bizde öyle dizilerdeki gibi jüriler, havalı avukatlar falan da yoktu ki. Bu düşünceler ışığında günü tamamlamış, gelecek hakkında daha fazla tasalanmamak için kulaklıklarımı takmış ve yüksek sesli müzik eşliğinde metronun yolunu tutmuştum. 


Yaklaşık 10 dakikalık ya da iki buçuk şarkılık yürümenin ardından istasyona varmış, kelimenin tam anlamıyla yerin dibine girmiştim. Birkaç durak boyunca telefonum da çekmeyecekti artık. İnternet de yoktu haliyle. Tekrar düşünmeye başlamıştım.


Dediğim gibi ben kendimi kedi insanı sanırdım hep. Köpeklerle aram pek yoktu yani. Öyle evde beslenebilecek bir hayvan gibi gelmezdi bana köpek ama Tarçın başkaydı. Gözlerinde beni ne kadar çok sevdiğini görebiliyordum. Yaşamayı ne kadar çok sevdiğini, koşmayı, oynamayı, coşkuyla atmayı adımlarını. Şimdiden özlemiştim onu. Özge’ye bir mesaj daha göndermeye karar verdim.


İnternetle olan bağlantının geldiğini etrafımdaki insanların hızlıca telefonlarına dönmesinden anlayabiliyordum. Nasılsın diye sordum sadece. Tarçın’la birlikte bir selfie gönderdi cevap olarak. Yüzü gülüyordu ve bu iyiye işaretti. Ben de iki durak sonra yeryüzüne çıkacaktım. Yürüyen merdivende sağda duranlar neyse de solda dikilenlerin de olduğunu görünce yürüyemeyen insanları sollayıp yürümeyen merdivenlere yöneldim. Gün ışığına kavuşunca bana da bir kuvvet gelmişti sanki. İnsan günde yarım saat uykuyla bu kadar zinde olabiliyorsa eğer, ben nasıl her gün saatlerce uykuyla o kadar halsiz hissediyordum yıllardır? Ya da neden her gün böyle yapmıyordum? Sonra daha önce kalan o boş vakitte hayata tutunmak için bir amacım olmadığını hatırladım. Daha düne kadar hayatımda Tarçın yoktu ki.


Eve geçmeden önce planladığım gibi markete girdim ve doğruca köpek mamalarına yöneldim. Küçük konservelerden 4 farklı çeşit aldım, ihtiyaten belki beğenmezse diye başka bir şey almadım. Sahi dün Özge getirmişti mama kaplarını, ağzına kadar da doluydu. Ben daha doğru dürüst teşekkür bile edememiştim. Üstüne üstlük soğuk davranmıştım. Bir kapı dışarı etmediğim kalmıştı. Ona da bir şeyler almam lazım diye düşündüm. Zaten sabah da görüşememiş, kendimi affettirememiştim. 


Çıkıp adam akıllı bir çiçek falan mı yaptırsam diye geçirdim içimden ama o da abartı olmaz mıydı şimdi durduk yere? Ben zaten hediye almakta hep zorlanırdım böyle. Sonra da gidip en olmaz şeyi alırdım. Tekrar dün gece geldi aklıma. En iyisi bira almak diye düşündüm. Hem o bahaneyle dün de içemedim, kusura bakma falan diyerek konuyu açabilirdim. 


Apartmana vardığımda merdivenlerden hızlıca ikinci kata çıktım. Evimin kapısının önünde duraksadım. Acaba önce Özgelere mi uğramalıydım. Belki de benim evdeydi. Eğer öyleyse garip bir durum olurdu. O yüzden anahtarımı çıkarıp kendi daireme yöneldim. Kilitliydi, hem de iki kere. Ben hiç iki kere kilitlemezdim, demek ki evde değildi. İçimi rahatlattı bu düşünce ve köpek mamalarını evde bırakıp diğer poşetle birlikte kapılarını çaldım. 


Kapıyı Tuğçe açtı. “Özge dışarıda şuan, köpeği yürüyüşe çıkardı. Birazdan gelir.” dedi. Ben de “İçecek bir şeyler getirdim.” diyerek poşeti bırakmaya yeltenirken Tuğçe kızgın bir sesle “Bizim evde içki ve sigara içilmiyor ve sen de bunu çok iyi biliyorsun!” dedi. Bilmiyordum, hatta bu konuda hiçbir fikrim yoktu. Yurtta mı kaldıklarını zannediyordu bu kız, derdi neydi böyle. “Bizim işimiz sadece insanları iyileştirmek değil, aynı zamanda kendilerine zarar vermelerini de engellemek. Sizin gibi yalan söyleyerek insanları kandırmamız için para vermeyecekler bize.” diyerek kapıyı suratıma kapattı. Artık aramızdaki savaşı da resmiyete dökmüş oldu böylece.


Zaten iş yerinde yeterince canım sıkılıyordu, bir de Tuğçe’nin bu patavatsız sözleri üstüne tuz biber olmuştu. Kelimenin tam anlamıyla nefret ediyordum ondan. Eve geçince biraları buzdolabına yerleştirirken, içlerinden soğuk bir tanesini aldım ve telefonumdan bol küfürlü bir rap şarkısını son sesine kadar açıp sesimi de değiştirerek söylemeye başladım.


Sesimi değiştiriyordum çünkü kendi ses tonumla bunları söyleyemezdim. Bu biraz da Sagopa’nın zamanında küfürlü şarkılarını söylerken yaptığına benziyordu. Sonra bir şeyi hatırladım. Ben rap müzikten de nefret ederdim eskiden. Sanki arkada hep aynı müzik durmadan çalıyor ve üzerine telefonda konuşan bir adamın sesini zorla bize dinletiyorlarmış gibi gelirdi. Tabii o zamanlar şimdiki gibi biladerim için yapmıyorlardı bu müziği. En azından 13 yaş ve üzeri içindi yani. Şimdiyse adeta rap müzikle içimdeki nefreti kusuyordum.


Sonra sadece dinlemeye başladım. Ben susmuştum ama kafamın içindeki düşünceler susmuyordu bir türlü. Ben lisede Limon’u nasıl unutmuştum tamamen? Sanki hiç var olmamıştı. Hiç öyle filmlerdeki gibi sonradan hayalini falan da görmemiştim. Rüyalarıma da girmez olmuştu bugüne kadar. 


Sadece bütün gün rap dinliyordum. Sagopa vardı artık. 2003 yılında “Nümizmatik bile bulamadı değerini liramın” diyen adam, o dönem gelecekteki haline diss atabilen nevi şahsına münhasır biriydi. Bugünleri görse ne derdi acaba diye düşündüm. Lisede zaten ya Sago’cuydunuz, ya Ceza’cı. İkisini birden dinlemek yasaktı sanki. 


Ben yasakları delmek için belki de ikisini de dinlerdim inatla. Sago o zamanlar daha çok yeraltına hitap ettiği için onu dinlediğimi gören bazı arkadaşlarım “Can, bu adam Türk değil mi? Ne biçim adı var öyle?” diye sorarlardı bana sürekli. Sonra sigara içmesinden, küfürlü şarkılarından söz ederek adeta RTÜK gibi sansürlemeye çalışıyorlardı onu. Üstelik bunları yapanlar dışarıdan bakınca gayet aklı başında insanlardı. 


Sonra bir kız vardı fakülteden, Elif. İlk aşkım değildi ama ilk defa ciddi ciddi Sagopa dinleyen bir kızla tanışmıştım. İlk aşkımın da adı Elif’ti zaten. Belki de o yüzden ondan o kadar etkilenmiştim. Öyle Sagopa’nın hayranı denilebilecek biri değildi. Genel dinleyiciydi daha çok. Kulağa güzel gelen her şeyi dinlediğini söylerdi. Ama Müslüm Gürses gibi bir usta kulağına güzel gelmiyordu anlaşılan. 


Bir gün kulaklığımın tekini aldığında Müslüm Babayı duyunca, “Bunları dinleyip jiletlemiyorsun kendini değil mi?” diye dalga geçmişti. O zaman hiç kızmamıştım bile ona, itirazım var, diyememiştim. Şaka yapmıştı diye düşünmüştüm. Başkası olsa ters bir cevap verirdim kesin. Oysa Müslüm filminden sonra Timuçin Esen’in seslendirdiği şarkıları durmadan paylaşıp durmuştu. Artık takip etmiyordum Elif’i ama yapay zeka sağ olsun çıkarıyordu işte bazen karşıma.


Takip ettiğim zamanlar da vardı tabii. Arkadaş olduğumuz günler… Face’ten meczup diye bir şarkı paylaşmıştı bir gün mesela. Ben de daha seyretmeden beğenmiştim. İlk defa dinliyordum tamamını ama duymuştum daha önce. Deli deli hareketler yapan saçma sapan biriydi söyleyen benim gözümde. Ama dinledikçe sevmeye başlamıştım. Klip zaten başyapıt gibi bir şeydi. Adaşım da olduğu için ayrı bir bağ kurmuştum sanki kendisiyle. Sonra benim onu dinlediğimi gören bir arkadaşım “Bu adam Yahudiymiş” dedi. Dinleme diyordu yani aklı sıra. Ee, demiştim, ne alakası var? Cevap da veremiyordu.


O zamanlar sadece arkadaştık Elif’le. Ne garip, kağıt üzerinde bu saçma sapan soruları soranlarla da, kapı komşum Özge’yle de arkadaştık. Hatta maalesef Tuğçe’yle de arkadaştık belki de ve ne yazık ki Elif’le de sadece arkadaşmışız. Bir kelimeye bu kadar işkence edilebilir miydi?


O klibi her seyredişimde, acaba bana mesaj mı veriyor bu şarkıyla, sen meczup gibi bir şeysin, seninle olmaz mı demek istiyor diye düşünmüştüm. Keşke haklı olduğumu daha önceden bilebilseydim. Sonradan açılınca, sevgilisi olduğunu söylemişti bana. Oysa beni sevmesi için her şeyi yapmıştım. Evi onun en sevdiği renk olan lilaya boyamıştım mesela. Güya çok beğenmişti ama bana kalırsa evi karanlık yapmıştı. Yine de onun beğenmesi yetmişti bana. İstediği gibi bana kızıp, bağırıp çağırmasına izin vermiştim. Her çağırdığında da yanında oldum hep. Her şey tek bir sözüne bakardı. Artık yere daha sağlam basıyor, hayal dünyasında da yaşamıyordum mesela. Diğer bütün kızları çıkarmıştım hayatımdan. Hem böylece olası kıskançlıkları da önlemiştim. İlk birkaç ay zorlansam da sonunda onun da bana alıştığını, beni sevdiğini hissedebiliyordum. Her derse beraber girer, her diziyi beraber seyreder, her yerde karşısına çıkardım bir şekilde. Yani sadece o değil, en yakın arkadaşları da ne dediyse hep yapmıştım. Ben bütün bunları yaparken iyiydim, hiçbir sorun yoktu. Sonra kalkıp bana şehir dışında bir sevgilisi olduğunu söylemişti.


Ben de tamamen çıkarmıştım onu hayatımdan. Artık arkadaş da kalamazdık çünkü. Onun yüzüne bakmak bile artık bana acı veriyordu. İnanamıyordum ona, söylediklerine. “Yalana bak” diye geçirmiştim içimden. Sevgilisi varsa bu zamana kadar neden hiç bahsetmemişti? En çok da beni bu şekilde, ucuz bir yalanla reddetmesine kızmıştım.


Tabii Can Bonomo’dan da nefret ediyordum artık. Bir yandan da daha önce kendimle özleştirdiğim birini artık sevmemek garip geliyordu. Yapacak bir şey yoktu, bana Elif’i hatırlatıyordu işte. En iyisi bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi davranmak, o şarkıları da bir daha hiç dinlememekti. Zaten insanlar kalplerinden gelen sesi dinlememek için şarkıları dinlemiyor muydu? Ben dinledim de ne olmuştu sanki?


Tam bir sene sonra bu Can Bonomo’yu Eurovision’a gönderdiler. Zamanını çok iyi hatırlıyorum çünkü sanki bana mesaj verir gibi Love Me Back diyordu. Zaten o gün bugündür Eurovision’a da katılmıyoruz. İstemsizce hatırladım Elif’i ve acaba ne yapıyordur diye merak ettim, bir baktım İnsta’dan. Evlenmiş, düğün, kına artık ne varsa çeşit çeşit fotoğrafları paylaşmış. Yüreğim daha fazla el vermedi, kapattım hemen. Bir yandan da garip bir şekilde sevinmiştim, demek ki gerçekten sevgilisi varmış diye düşünmüştüm. Yoksa insan mezun olur olmaz ne ara evlenecekti? En azından yalan söylememiş diye sevinsem de madem öyle neden son ana kadar bunu sakladı diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Basitçe daha en başından seni sevmiyorum deseydi daha iyi olmaz mıydı? Belki de olmazdı. Bendeki şans da bu kadar işte, ilk defa olabilecek birini sevmiştim o da bir sene sonra başkasıyla evlendi.


Olabilecek derken, şimdi de ilk aşkımdan da bahsetmem lazım ki ne demek istediğim anlaşılsın. Bu hikaye tabii daha çok 7 yaş ve üzeri için. Onun adı da Elif’ti, yine aynı sınıftaydık. Ortaokul falan işte, çocukluk aşkı. Hem sınıfın en güzel kızı, hem de bir sıra önümde oturuyor hemen. Bütün gün konuşuyoruz sürekli. Bak yine jeopolitik konumun önemi burada da büyük etken. İnsan birisiyle sürekli karşılaşır, sürekli konuşursa ister istemez bir çekim oluşuyor galiba. Hatta başta negatif olsa bile o enerji, sonradan iş değişebiliyor.


Yani ilk aşkımla her şey mükemmel gidiyordu ve onunla sadece konuşmak bile bana yetiyordu ama bir gün kalkıp dedi ki bana: “Biz aleviyiz. Bizde alevi olmayana kız verilmez.” Sanki ben seni istemeye geleceğiz akşam falan demişim gibi. Ne diyeceğimi bilememiştim o zaman. Bir şey de diyememiştim galiba ama şimdi takdir ediyorum onu. Kız en azından baştan kapattı bütün kapıları. Arada sıkıştırmadı beni. İnsan bazı şeyleri yıllar sonra daha iyi anlıyor.


O günlerde de kendimi eve kapatmıştım. Şarkıları hayatımdan çıkarmış, filmlere sarmıştım. Her gün en az bir film bitirip günlerimi öldürüyordum. Bu günlerin birinde de adından dolayı merak edip Ölü Ozanlar Derneği’ni seyretmiş ve çok beğenmiştim. Sonra aynı isimle yazılmış bir kitabın da olduğunu öğrenmiş ve kendime de biraz meşgale uydurmak için her yerde günlerce aramıştım.


Sahafın birinde “Ölü Ozanlar Derneği var mı?” diye sorduğumda adam ters ters bakıp “Alevi misin sen?” diye sormuştu. Şaka gibiydi gerçekten! “Ne alaka?” diye terslediğimde “Onlar okur genelde böyle şeyleri, ozanları falan.” demişti. Bu cehalet karşısında da yine ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hiç açıklama yapmadan çıktım oradan. Sonradan internetten buldum N. H. Kleinbaum’un kitabını. Belki de böyle tatsız bir anı yüzündendir bilmiyorum ama kitabı pek de beğenmemiştim. Filmi çok daha iyiydi. Zaten kitaptan uyarlama değil de kitap filmden uyarlama yazılmış. Bunun da etkisi olabilir.


Yine yaklaşık bir sene sonra, ben de artık ilk aşkımı unutayazmışken yani, Sagopa belki de Türkçe Rap tarihinin en iyi albümü olan Bir Pesimistin Gözyaşları’nı çıkartmıştı. Ben de yeniden şarkı dinlemeye başlamıştım mecburen. Albümle aynı adı taşıyan şarkısında şöyle bir replik de geçiyordu:


“Vakit varken tomurcukları topla, zaman hala uçup gidiyor ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüyor olabilir.”


O yıllarda ülkemizde pek de bilindiğini düşünmediğim Ölü Ozanlar Derneği’ni bana yeniden hatırlatmıştı Sago. Öncesinde yine kült bir film olan Forrest Gump’tan adeta Ceza’ya sesleniyordu. Ceza’ya kıyasla hep daha bir kendini beğenmiş, araları da bozulduktan sonra onu aşağılayan, küçümseyen bir tavır takınan Yunus Özyavuz, bu şarkısını Ceza annesini kaybettikten sonra bir günde yazmıştı. Bu albümle birlikte yeniden müziğe sarınca deli gibi film seyretmeyi bırakmıştım. Bunda Elif’i unutmamım yanı sıra liseye başlamamın da etkisi vardı kuşkusuz.


Şimdilerde ise kimse yok hayatımda. Bütün bu dizileri de hep Elif’le beraber seyrederdik. Tek başına bir şey seyretmenin hiç tadı olmuyor. Bir süre sonra uykuya dalıyorum öyle olunca. Bazen de hafif içim geçiyor, bakıyorum dizi hiç olmayacak yerden devam ediyor. Geriye falan sarıyorum ama yok, hiç hatırlamıyorum bile gösterilen sahneleri. Sonra önceki bölüme dönüyorum. Bazen onu bile hatırlamadığım oluyor. İşin kötü yanı, artık bunlar gerçek hayatta da başıma gelmeye başlıyor sanırım. Yoksa bugün olanların başka ne gibi bir açıklaması olabilir?


Tüm zamanlar içinde de en favori dizim House MD olmuştu. Bunda finali de dahil her bölümünü Elif’le birlikte seyretmemizin de payı vardı kuşkusuz. Yerli dizileri istesem de seyredemiyordum bundan sonra. Filmleri de bırakmıştım tamamen. House’un her bölümü bir film kalitesindeydi zaten. Gerçek hayatta hiç katlanamayacağım narsist bir karakteri seyretmek bana neden bu kadar güzel geliyordu, yoksa ben de mi hastaydım? 


Ben o dizide en çok House’la onun tek arkadaşının diyaloglarını seviyordum aslında. Sherlock için Doktor Watson ne kadar önemliyse, House için de Doktor Wilson en az o kadar önemliydi. İşin garip yanıysa gözüm onu bir yerden ısırıyordu sanki. Evet, haklıydım: Ölü Ozanlar Derneği’ndeki Neil Perry’nin ta kendisiydi. Oyuncu olmak isteyen ama babası tarafından doktor olmaya zorlanan bir karakterin yıllar sonra bu dizide karşıma doktor olarak çıkması, kesinlikle bir tesadüf olamazdı. Belki de hiç farkında olmadan bu diziyi bu kadar sevmeme neden olan şeylerden biri de buydu. 


Dile kolay tam 8 sezon, toplamda 177 bölüm sonunda güzel bir finalle 2012 yılında bitmişti House. Bitmişti ama benim için bitmemişti aslında. Çünkü bu diziyi istediğiniz zaman rastgele bir bölümünü açıp aynı heyecanla seyretmek de mümkündü. İzledikçe de Elif’in tepkilerini, yorumlarını, keşke beraber tıp okusaydık serzenişlerini hatırlıyordum. Her şeyi konuşmuştuk onunla da bir türlü konu onun sevgilisine gelmemişti ya hâlâ aklım almıyor nasıl olur böyle bir şey. Ne yalan söyleyeyim tam yedi senedir bu taktikle tekrar tekrar seyrediyordum bu diziyi ara ara. Bir yandan da nerede hata yaptığımı sorguluyor, beni gerçekten hiç sevip sevmediğini anlamaya çalışıyordum. Sonradan bu dizinin ciddi ciddi bizde de uyarlanacağını öğrenince bıraktım artık bu kötü alışkanlığı.


Bunun gibi haberler daha önce de çok çıkmıştı. Hiçbirine inanmamış, böyle bir dizinin bizim ülkemizde yayınlanamayacağını düşünmüştüm hep. Ancak kadrosu şekillenip de ciddi ciddi yayınlanacağını görünce ister istemez merak etmeye de başlamıştım.


Bu arada kapı çaldı. Daha doğrusu çalıyordu, ısrarla da çalmaya devam ediyordu. Kimdi bu böyle? Özge olsa bu kadar gürültülü çalmazdı kapıyı. Müziği kapattım ve o sırada kapının bu kadar gürültülü çalmasının nedeninin az önce kapattığım şarkı olabileceğini anlamamla kapıdaki yabancı biriyse diye utancımdan yerin dibine girdim. Acaba benim sesimi de duymuş muydu? Zilin hâlâ hiç susmadan çalması yüzünden gözden bile bakmadan tek hamleyle kapıyı sonuna kadar açtım ve karşımda duran Tuğçe’yi görünce kızmamak için kendimi zor tuttum. Neyse ki Tarçın da yanındaydı ve belli ki onu bırakmak için gelmişti. 


“Bir daha sakın Özge’yi üzeyim deme!” dedi. “Ne üzmesi?” dedim. “Onu terk etmeyi düşünüyorsan da aklından bile geçirme!” deyince artık benim de cinlerim tepeme çıkmıştı. “Ne terk etmesi, biz birlikte değiliz ki!” dedim. “Ne yani, her gece oturup sadece dizi mi seyrediyorsunuz?” diye alaycı bir tavırla sordu bu kez. Yine konu benim dizilerime gelmişti bir şekilde. Neyi vardı bu insanların böyle? Her gece derken de neyi kastediyordu? İlk defa dün bana gelmişti o da Tarçın yüzünden değil miydi? Bütün bunlar Tuğçe’nin arkadaşını kıskanmasından ya da çekememesinden uydurduğu hezeyanlardı belki de. En iyisi hiç tartışmayı uzatmadan konuyu kapatmaktı belki de. “İyi akşamlar” deyip aklımda tonla soruyla Tarçın’ı içeriye aldım.


Bu sırada Tuğçe, Özge’nin bugün dizi seyretmeye de gelmeyeceğini, sadece köpeği bırakmak için kendisinin geldiğini söyledi yarım ağızla. Bunlar bana bir oyun oynuyorlardı ama yakında çıkardı nasılsa kokusu. Şimdi hiç Tuğçe’yle tartışacak durumda değildim. Zaten tartışıp da galip gelebileceğin biri değildi ki. Hep böyle kendini beğenmiş, başka insanları küçümseyen ve düşüncelerini hiç çekinmeden karşısındakinin yüzüne söyleyebilen sinir bozucu tiplerdendi. Hatta şimdi böyle düşününce bildiğin Gregory House’un kadın versiyonu gibi bir şeydi. Bastonu eksikti sadece.


“Ben kendimi daha çok mucize doktor olarak görüyorum!” dedi ben kapıyı kapatırken. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Mucize Doktor’u demiyorum, o da Müslüm Baba’nın kardeşinin oynadığı başka bir uyarlama diziydi. O kadarını biliyordum ama hiç seyretmemiştim. Benim demek istediğim bu kız şimdi de benim aklımdan geçenleri de mi okuyabiliyordu? Yoksa sesli mi söylemiştim onları. Eğer öyle bir aptallık yaptıysam bu yandığımın resmiydi. Şaşkınlıktan kapı kolu elimde, öylece kalakaldım. Tuğçe kapıyı kapatırken “Dinlediğin o dandik şarkılara alıştık artık senin yüzünden ama bari sen söylemeyi bırak. Ona alışabileceğimizi hiç sanmıyorum!” dedi ve kapıyı hızlıca çarparak kapattı. 


Ben de Tarçın’ı kucağıma alıp doğruca mutfağa yöneldim ve konservelerden birini mama kaplarından birine boşalttım. Kutuda yazana göre tavuklu ve havuçluydu bu mama ve ben havucu yemeklerde hiç sevmezdim. Tarçın’ın sevip sevmeyeceğini merak etmiştim şimdi ve sanki beğenmezse daha çok mutlu olacaktım. Madem öyle neden almıştım ki bu mamayı diye düşündüm bu sefer. Almıştım çünkü seçeneklerin içinde paralize olmuş ve daha fazla düşünmek istememiştim. İnsanın çok fazla seçeneğe sahip olması o kadar da iyi bir şey değildi anlaşılan.


İnsanın neyi, neden ve nasıl sevdiğiyle ilgili acayip bir deneyimi daha yeni yaşamıştım aslında. Hekimoğlu mesela, ismiyle 1–0 yenik başlamıştı bile. Hatta bununla ilgili Can Bonomo bile dalga geçmişti yanlış hatırlamıyorsam. “Niye Hekimoğlu? Çünkü doktor.” demişti. Ama ne olabilirdi ki peki? Ev olacak hali yoktu ya. Bu arada Can Bonomo da bir röportajında çocukluğunda gitarıyla birlikte söylediği ilk şarkının Hekimoğlu Türküsü olduğunu söylemişti…


Hekimoğlu’nu da Timuçin Esen oynayacaktı. Tip olarak benzetmeye çalışmamışlardı bile. Bu radikal bir karardı aslında. Uzun saçlarıyla, değişik çay içişiyle ve tantuni sevdasıyla bize özgü bir karakter olmuştu. Sırf meraktan nasıl olmuş acaba diye başladığım dizi, takip ettiğim tek yerli dizi olmayı başarmıştı.


Tabii 2 saatten fazla sürmesi ve saçma sapan reklamları büyük bir handikaptı. Aynı şekilde House’taki şarkıları insan aramıyor değildi. Ama yine de seyrettiriyordu kendisini. Ben en çok da finalini nasıl yapacaklar diye merak ediyordum ki, son bölümün orta yerinde o diyalogla seyirciye pas attılar:


— Bitiriyorlarmış dizimi, final, son bölüm. Bir dizimiz vardı…
 — Belki dijitale geçer.


Bir zamanlar kelimenin tam anlamıyla silahsız kuvvet olan Sagopa’nın şarkısıyla dizinin bitmesi ise benim için büyük bir sürpriz oldu. Yaşlandığımı hissettim yeniden. Yıllar önce Sago’nun bir şarkısını televizyonda bir dizinin finalinde dinleyeceksin deseler inanmazdım. Şarkıyı duyunca Elif de şaşırmıştı hatta. “Bak senin için sanki özel olarak ayarlamışlar.” demişti. Bir saniye, Elif değil, Özge’ydi bunu söyleyen. Elif’le House’u seyretmiştik. Hekimoğlu’nda yanımda Özge vardı. Yani finalinde sadece, galiba. Evet, evet. Final diye beraber seyretmiştik sanırım. Yine kafam karışmaya başlamıştı. Doğru ya, ben yarım saatlik uykuyla duruyordum ayakta. Hep bu yüzdendi sanırım bu kafa karışıklığı. 


Tarçın da mamanın sadece tadına baktı sanki. Yani ya hiç aç değildi ya da o da benim gibi yemekte havuç sevmiyordu. Benim mutfaktan çıktığımı görünce peşimden geldi hemen. Belki havuç sevmiyordu ama beni sevdiği kesindi. Evet, bir insan değildi ama seviyordu işte. Hatta köpek gibi seviyordu. Böyle bir şey vardı gerçekten. İnsan hissediyordu. Sagopa da bir röportajında sorulan “Derdime çare baytarım yok” derken ne demek istiyorsunuz gibi saçma bir soruya, o kadar çok sevmiştim ki artık insanlıktan çıkmış, köpek gibi sevmiştim gibi bir şey söylemişti. Bu arada benim de Tarçın’ın aşıları için en kısa zamanda bir veteriner bulmam gerekiyordu. 


Bu düşüncelerle üstümü çıkarıp yatak odasına geçtim. Tarçın da benimle birlikte odaya girmişti ama neyse ki yatağa çıkamıyordu. Yerde yastıklardan güzel bir köşe hazırladım ona. Şimdilik burada yat, yarın sana daha güzel bir yer ayarlarım diyerek bir anlamda onun da onayını aldım sanki ve ışığı söndürüp kendimi yatağa bıraktım…


Sabah alarm çaldığında gözlerim açılmamak için adeta yalvarıyordu. Alarmı kapatmaya bile mecalim yoktu. Dünün acısı bugün çıkacaktı anlaşılan. Beş de biraz erken olmuştu galiba ama dün daha erken çıkmıştım ve zaman su gibi geçmişti. Alarm çalmaya devam edince Tarçın da havlamaya başladı. Hadi artık kalk der gibiydi. Bu bana az da olsa güç verdi. Kalkıp doğruca banyoya girdim. Soğuk su uyanmama yardımcı olmuştu. Hemen üzerime bir şeyler giyip sigaramı ve telefonumu cebime attım. Çıkarken kapıyı da bir kez kilitleyip Tarçın’ı kucağıma aldığım gibi merdivenlerden hızlıca inmeye başladım. Sabah sabah daha afyonum patlamadan kimseyle karşılaşmak istemiyordum.


Dışarı çıkınca tasmasını da taktım ve bugün rotayı biraz da onun belirlemesine müsaade ettim. Çünkü dün gittiğimiz parktan pek hoşlanmadığını düşünmüştüm nedense. Tarçın’ın da keyfi yerindeydi anlaşılan. Hiç durmak gibi bir niyeti yoktu. Muhtemelen birkaç kilometre de yürümüştük ve ben artık yorulmaya başlamıştım. Güneş de yeni doğmuştu ama hava henüz aydınlanmamıştı. Etrafta neredeyse bizden başka kimse yoktu. Bazı pastaneler yeni açılıyordu. Bir de fırınlar açıktı. Bir de çöpçüler vardı, kör olası çöpçüler. Ellerinde süpürgelerle hızlı hızlı yerleri süpürüyorlardı. 


O sırada küçük, şirin bir park gözüme çarptı. İlk defa görüyordum burayı. Zaten normalde buralara pek yolum da düşmezdi hani. Hemen arkasındaki bu ihtişamlı rezidansları biliyordum ama. İki senedir inşaatı devam ediyordu ve geçen sene nihayet tamamlanmıştı. Hemen yanından metro geçen bu sitelerin parkı olmasa eksik kalırdı zaten. Bu park da muhtemelen o sitelerden birinin bloğuna ait gibi duruyordu. O yüzden böyle yeni ve temiz duruyordu. Ben hem bir sigara yakarım, hem de bu bahaneyle dinlenirim diye parka doğru yöneldim. Sonuçta bizi buraya kadar getiren de Tarçın olmuştu. Benim de onu bu kadarcık yönlendirmeye hakkım olmalıydı.


Banka oturduğumda ne kadar çok yorulduğumu da anlamış oldum böylece. Aynı zamanda çok fena uykum da gelmişti yeniden. İçimin geçebileceğini hissedince tasmayı koluma sardım iyice ve ufak bir düğüm attım. Sonra onu da alıp bankta yanıma oturttum. Sana da artık bir veteriner bakmamız lazım, dedim sanki beni anlıyormuş gibi. Muhtemelen köpeklerin daha fazla aşısı vardı kedilerden. Bir köpek sahiplenerek ne kadar büyük bir sorumluluk aldığımı tekrar anladım ve gözlerimi dinlendirmek için hafifçe kapattım…


Kendime geldiğimde parkta bir sürü küçük çocuk, sağa-sola koşturuyor, deli gibi oynuyorlardı. Salıncakların ikisi de dolmuş, ikisinde de birer çocuk sırf sıra onlara gelecek de sallanacaklar diye ayakta öylece bekliyorlardı. Hipnotize olmuş gibi seyrettiğim bu saçmalığı bırakıp saatime bakmayı akıl edebildim. Neredeyse 8 olacaktı ve benim çoktan işe gitmek için yola çıkmış olmam gerekiyordu. 


Şuanda hemen taksiye atlasam bile, geç kalacağım kesindi. Geç kalıp laf yemektense hasta olduğumu söylemek ve izin istemek daha mantıklı bir seçenek gibi duruyordu. Bütün bu durumdan tek bir mesaj atarak sıyrılabilir, öğleden sonra da rapor almak için bir doktora gidebilirdim. Bugünü belki de Tarçın’a ayırmam gerekiyordu ve bu da veterinere gitmek için güzel bir fırsat olabilirdi. Mesajı atarken ayağa kalkıp Tarçın’ı da serbest bıraktım. Parkta çocuklar gibi koşup, çimenlerin üzerinde yuvarlandık. Öyle mutluyduk ki çocuklar bile bizi kıskanıyordu. 


Ufaklıkların biri elinde bir tenis topuyla yanımıza geldi ve “Adı ne?” diye sordu. Tarçın, dedim. “Ben de Tarçın’ı sevebilir miyim?” diye sordu bu sefer. Hayır demek gelmedi hiç içimden. Onun adının bu ufaklığın ağzından çıkması hoşuma bile gitmişti. “Topu atsam, geri getirir mi?” diye sordu Tarçın’ın başını okşarken. “Bilmem, dene bakalım.” dedim. Gerçekten de ne olacağını hiç bilmiyordum ama Tarçın’ın da bu çocuğu sevdiğini görebiliyordum. 


Topu fırlattığında Tarçın başta hiç oralı olmadı, dönüp bana baktı sanki izin istiyormuş gibi. Kafamla işaret ettiğimde çılgın gibi topa doğru koştu ve topu yakaladığında tekrar tekrar ısırıp topla birlikte yuvarlanmaya, adeta yerde taklalar atmaya başladı. “Gel biz yanına gidelim, onun geleceği yok.” dedim ufaklığa. Bu arada da garip bir sessizlik olmasın diye klasik soruyu sordum: “Okula gidiyor musun sen?” 


“Okullar kapalı şuan.” dedi çok bilmiş velet. Sanki ben onu soruyordum. “Ama seneye anaokuluna başlayacakmışım!” diye de asıl vermesi gereken cevabı verdi geçte olsa. “Aferin sana!” deyip Tarçın’ın ağzından topu aldım ve çocuğa uzattım. O sırada olmayacak bir şey oldu. Aklım yine bana oyunlar oynuyordu anlaşılan. Yıllar sonra ilk defa O’nun sesini duymuştum, bana seslenişini ama bu gerçek olamazdı. Dünden beri başıma gelenler neydi böyle? Belki de serap görüyordum. Hani olur ya hep klasik örnek anlatılır, çölde kalırsın da bir su birikintisi falan görürsün. Ama adı üstünde bu görmeyle ilgili bir şey değil miydi? Ben duyuyordum. Üstelik benim adımı söylüyordu. İşin daha garip olan kısmı ise henüz o garip kısmın yaşanmamış olmasıydı ve ben bunu bile bilmiyordum.


Elif bir kez daha seslendi: “Can, buraya gel!” Yanımdaki ufaklıkla aynı anda arkamıza dönüp baktık. Evet, bu Elif’ti. Sesi aynıydı, tıpkı yıllar önceki gibi. İnsanın sesi değişmiyordu demek. Ama seslenişi farklıydı, zaten belli ki bana bağırmamıştı öyle. Beni tanıyıp tanıyamadığından bile emin değildim. 


Evet, sesi aynıydı ama görüntüsü başkaydı. Bu Elif’ti ama kesinlikle başka biri gibiydi. Anne olmuştu demek. Artık daha iyi anlıyordum: Herkes yalan söylüyordu.

4

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli