Mücahit Muhammet Karakuş @Mucahit_Muhammet_Karakus

Sevgili Arsız Ölüm, Başka Şeylerle Konuşmak ve Şiirlerimi Yırttılar!

Yazmak çok değişik bir süreç. Sadece içten gelen bir şey değil. Burada yazmak mesela, şu fotoğraf koyma zorunluluğu. Kitabın resmini çekmeye üşenmem. Acaba aklımdaki yazıya uygun bir başlık bulabilecek miyim diye düşünmem yetmezmiş gibi bir de buna kafa patlatıyorum. Halbuki ben yazmayı seviyorum sadece. Aklımdan geçenleri kelimelere dökmeyi. O halde diğer her şeyi bırakıp, yazmaya odaklanmalıyım. Ki bu hafta da bir yazı çıksın ortaya.

Son zamanlarda romanlar hakkında yazamaz oldum ve bu beni rahatsız ediyor. Bunun nedeni okuyamamam değil, yazamamam. Kısa hikâyelerden, küçürek öykülerden bile o kadar çok anlamlar çıkarıp sayfalarca yazınca tabii ben de ister istemez romanlarla arama bir mesafe koydum. Hem hakkında yazmak da çok zor oluyor diyerek bu yoğun günlerimde ayda bir roman ya okuyorum, ya okumuyorum ama geçen ay öyle bir roman okudum ki bunca zamandır neleri ertelediğimi görünce yeniden hayatımı düzenlemeye karar verdim. Artık okumaya daha çok zaman ayıracağım!

Bana bu kararı aldıran kitaplar oluyor böyle bazen. Okunacak çok güzel şeyler var diyorum. Bir de hep adını duyduğum, ertelediğim ve bir gün denk gelirse okurum dediğim kitaplar var. Sevgili Arsız Ölüm de onlardan biriydi eskiden. İçinde ölüm geçince, intiharla falan alakalıdır diye pek okuyasım gelmemişti. Ama bana ısrarla tavsiye edilince dayanamadım ve bu büyülü gerçekçilik denilen dünyaya adımımı attım.

Kitap o kadar değişikti ki anlatamam. Kesinlikle son zamanlarda okuduğum en ilginç kitaptı diyebilirim. Anlatımı, üslubu çok ilginç. Kısa kısa cümleler diyeceğim şimdi ama olmayacak, uzun olanlar da var. Ama hep bir olay, hep bir şöyle oldu, böyle oldu şeklinde biten cümleler. Bildiğin kurallı iş, oluş, eylem bildiren cümleler yani. Ne var bunda diyebilirsiniz belki ama bütün kitap böyle devam ediyor. Bölüm bölüm de yazılmamış ama 247 sayfada sanırım birkaç kere yeni bir bölümmüş gibi yeni sayfadan devam ediyordu hikâye. Ben birkaç günde bitirdim ama sonlarına doğru artık bitmesin diye yavaş yavaş okuduğumu hatırlıyorum. Ayrıca o diyaloglar yok mu, zaman zaman güldüren espriler, şakalar. Şu konuşmayı okurken mesela çok gülmüştüm ben:

“ — Baba lan! Hee, nasıl taşlardım. Nasıl ejderha gördüydük de kaçtıydık.
 — Yalancı it! Ne vakit kaçtık lan!”

Bir yandan da olayları karıştırmamaya çalışıyorum. Geçen isimler, tek tek bu kimdi diye önceki sayfalara dönüyorum. Ana karakter kim, biz şimdi kimin hikâyesini okuyoruz diye afallarken, o telaffuzu zor köyü okuyamayıp hızlıca göz ucuyla geçerken köyün adının değiştirilmesi tarifsiz bir duygu. Bunu yalnız okuyanlar anlayabilir. Bu arada geç de olsa uyarayım, kitabın içeriğine giriyorum yavaştan. Her zamanki gibi tat kaçırmamaya dikkat etmeye çalışacağım ama spoiler içerir bu yazı. Zaten kitabı okuyanların tat alabileceği bir yazı olacaktır muhtemelen. Yoksa burada yazdıklarım çok fazla bir şey ifade etmeyecek kalanlara. Çünkü bir sonraki alıntım da şu mesela:

“O kış herkes üşüdü Dirmit üşümedi.”

Yine kısacık, küçücük bir cümle. Ama ne kadar sıcak. Bilmiyorum çok mu abartıyorum ama bence öyle. Bu arada bu kitap yazarın ilk kitabıymış ve pek çok dile çevrilmiş. Yani kesinlikle abartmıyorum. Büyülü bir dili var bu kitabın.

Bana göre bu kitabın kahramanı Dirmit. Hatta kitabın sonuna kadar bir üst kurmacayla bu hikâyenin onun kaleminden çıkmış olmasını bekledim ben. Ama öyle değilmiş sanırım. Ya da belki okuyucuya bırakılmış da olabilir. Bu konuda sizin düşüncelerinizi merak ediyorum aslında. Konuyu biraz da onun için açtım. Yazarsanız sevinirim.

“Ona her şeyi merak ettiğini ama çok az şey bildiğini söyleyip yakındı. Kuşkuşotu ona akıl verdi. Kitap okursa bir dolu şey öğrenebileceğini söyledi. Dirmit kuşkuşotuna okuldaki kitaplıktan söz etti. Ama utandığı için gidip diğer çocuklar gibi orada kitap okuyamadığından yakındı. Kuşkuşotu Dirmit’i karşısına aldı. Ona utanırsa hep çok az şey bileceğini anlattı. Utanmaması için onu tembihledi. Dirmit’e kitaplığa girdiğinde yüreği çarparsa derin derin solumasını söyledi. Yüzü kızarırsa başını hemen önüne eğmesi için tembihledi. Ağzı kuruyunca dilini ısırmasını, elleri titrerse ellerini masanın altına saklamasını öğütledi. Dirmit kuşkuşotunun öğütlerini dinledi. Kuşkuşotuna kitaplık kapanıncaya kadar her gün gidip kitap okuyacağına dair söz verdi. Kuşkuşotunun yapraklarını okşayıp yanından ayrıldı.”

Babam askerdeyken ben köyde kalmıştım dedemlerle birlikte. 4–5 yaşlarındayım ama çok iyi hatırlıyorum o günleri. Tavuklarımız vardı mesela, içlerinden biri siyahtı. Sanki onu dışlarlardı diğerleri ama ben o kara tavuğu çok severdim. Babam bize mektup gönderirdi. Anlamazdım ne olduğunu ama annem bana okurdu. Ben de okuma yazma bilmediğim için gider o kara tavukla konuşurdum, anlatırdım başımdan geçenleri sanki bir mektup yazar gibi. O yüzden Dirmit’in o her bulduğu şeyle konuşması daha doğrusu konuşma ihtiyacı duymasını o kadar iyi anlıyorum ki. Yazar da bunu çok başarılı bir şekilde aktarmış, sanıyorum o da çok konuşmuş zamanına kendi kendine, bambaşka şeylerle.

Kitabı okurken hatırladığım bir diğer şey de çocukken o kadar küçük şeylerle inanılmaz mutlu olabiliyor olmamdı. Hem de öyle anlık mutluluk değil demek istediğim. Bildiğin coşkulu, içinin içine sığmadığı büyük patlamalardan bahsediyorum. Oysa ortaya pek bir şey de yok yani. Kitapta da bir ara mesela herkesin mutlu olduğu, sevindiği olaylar gelişiyor ve Dirmit’in şu düşüncesini okuyunca siz de mutlu oluyorsunuz:

“Onlar sevinince Dirmit, sevinçlerinden beni unuturlar, rahat rahat dalar düşünürüm diye sevindi.”

Bu arada birazdan adı da geçeceği için yazayım: Atiye, Dirmit’in annesi. Aslında kitabın ana karakteri o da olabilir şimdi biraz düşününce. Kızını alıp karşısına konuşuyor bir keresinde:

“Sonunda dayanamadı, Dirmit’i karşısına aldı. Genç kızların bir dertleri varmış gibi düşünceli durmalarının kötüye yorulacağını kızına duyurdu. Dirmit, ‘Niyeymiş, kız?’ diye terslendi. Atiye önemli bir sır veriyormuş gibi Dirmit’in kulağına eğildi, ‘Başına bir şey getirdiğini sanırlar, geberesice!’ dedi. Dirmit, ‘Git, kız, başımdan!’ diye söylendi.”

Bu yine en masum konuşmalardan biri aslında. Atiye çok dertli, evhamlı bir kadın. Bütün anneler gibi belki de. Sürekli olarak çocuklarıyla, eşiyle, komşularıyla ayrı ayrı sorunlar yaşıyor. Hiçbir şey yoksa da bulup çıkartıyor. Kendisi de zaten o kadar çok sıkıntı çekmiş ki zaten yazarımız da anlatmış ve roman olmuş. Şimdi ben de tekrar burada değinmeyeyim onlara ama sık sık kızıyorsunuz Atiye’ye okurken. Yeter ama artık diyorsunuz ama sonra üzülüyorsunuz da bir yandan. Abarttı artık diye sinirleniyorsunuz ama sonra iyi niyetinden de şüphe edemiyorsunuz. Yani ne bileyim, burada hiç eleştirmek istemiyorum mesela onu. Normalde olsa hemen sitem ederim burada, biliyorsunuz. Bu kadar da olmaz falan derim ama ona diyemiyorum. 

“Dirmit bağıra çağıra yaşadığı, tüm evlerin ahırlarını, damlarını, bahçelerindeki gül fidanlarının sayısını bildiği köyün, şimdi kalkıp gitse yolunu şaşıracağını düşünüp kederlendi. Yaşayıp bitirdiği her günün, tutulmaz bir kuş olup uçtuğuna, yavaş yavaş gözden silinip bir küçük kara noktaya dönüştüğüne karar verdi. Gözünü yumduğunda her yanını saran karanlığın, bu küçük kara noktalardan oluştuğunu keşfetti. Kendisiyle kara nokta oynamaya başladı. Gözlerini yumdu. Her yanını saran karanlıktan bir küçük nokta aldı. ‘Nokta, nokta nesin? Neredesin?’ dedi.”

Yazar aslında köyden kente göçü ve bu göç sonrasında ortaya çıkan yalnızlığı işlemiş bu kitapta. Sadece onları da değil, yoksulluğu, kardeşliği ve ölümü de anlatmış aslında. Ama benim aklımda kalanlar bunlar oldu. Tabii bir de unutamadığım “Şiirlerimi yırttılar!” sözü var. 189. sayfada geçiyor. Üşenmeyin, okuyun bence. Çünkü ben burada onun hakkında yazmaya kalkarsam bu yazı bir bu kadar daha uzar. O yüzden sadece başlığa ekliyorum. 

1

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli