LİMON
Kimi kitaplar vardır, yarım kalırlar, henüz aynı düzlemde değilsinizdir. Ama bir şekilde yolunuz tekrar birleşince bu kavuşma, yıllanmış dostların karşılaşması gibi olur. Yaşanan ortak anıların üstünden birçok deneyim geçmiştir. Eski, artık yeni bir boyut kazanmıştır.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği* de onlardan biri benim için. İlk sayfasına attığım tarihe bakılırsa 2018’de alınmış ve bir miktar okunmuş. Şimdi üzerinden iki yıl geçmiş ve tekrar okumaya başlayınca fark ediyorum ki; bu kitabı iki yıl önce kapatıp kitaplığa koyduğumu zannederken, kimi sayfalarını yanımda taşımış, anlamaya çalışmış, kimi fikirlerimle birleştirip yeni düşüncelere yelken açmışım. Kitaba tekrar başlayıp da bu sefer adamakıllı sonunu getirince yazma isteği duymam bu yüzden. Okuduğum çoğu kitabı konuşmak isterim ama bunun yeri daha bir ayrı sanki.
Ne zaman başladığını tam hatırlamadığım bir yargı var kafamda, iletişimi sorgulayan bir ses, son yıllarda sonucu gittikçe güçlenen bir dava.
Skam** dizisinde en sevdiğim karakter ile rehber öğretmenin konuştuğu bir sahne vardı. Kadın, insanları bir ada olarak betimliyordu. Bu adalar yalnızlığa mahkum gibi görünebilirler ama aralarında köprüler kurmak da mümkün. İnsanlar kelimelerle köprüler kurar diyordu öğretmen. Birilerinin bizi anlamasına ihtiyacımız vardı, bunun için de köprüler inşa etmeliydik. Konuşmalı, dinlemeli, anlamalı ve anlaşılmalıydık. Bu sahneyi çok sevmiştim, sözler sanki kalbime dokunmuştu. Demek ki iletişime olan inancım hala varlığını koruyormuş, büyük dava henüz açılmamış.
İletişim, bir süredir inanmadığım bir olguydu. Psikiyatri servisinde yattığım sürede gittikçe somutlaşan, grup seanslarında konuşmak istemeyişimi dayandırdığım nokta inançsızlıktı, iletişime duyulan sonsuz inançsızlık. Anlaşılmak mümkün değildi, öyleyse konuşmak, boşa enerji harcamaktı, boşa umutlanmaktı. Ama yine de kendimi tutamayıp konuşuyordum. Ağzımdan çıkan sözcükleri engelleyemeyince ise, kendime bulunduğum telkinle ayakta kalmaya çalışıyordum.
“Anlaşılmayacağımı biliyorum, bu yüzden umutlanmamalıyım. Anlaşılmaya dair en ufak bir beklentim yok.”
Bu telkin, konuşmayı anlamsız bir eyleme dönüştürüyor gibi görünebilir ama en azından anlaşılmadığınızı görünce yaşayacağınız hayal kırıklığı en aza inmiş oluyor.
İletişime duyduğum inançsızlığın varlığını kesinleştiren, sözcüklere döküldüğü ilk net an, Alphan Bey’le olan seanslardan birisiydi. Tam olarak neler söylediğimi keşke anımsayabilsem. Şimdi elimden geldiğince yazmaya çalışacağım.
Duygularımızı, düşüncelerimizi aktarmak için çoğunlukla kelimeleri tercih ediyorduk. Ama zihnimizdekileri kelimelere aktarırken çoğu yerde eksiklikler oluşuyordu. Eksiksiz bir ifade mümkün değildi. Ki bunun haricinde, bir çeşit otokontrol ile sakladığımız çok büyük parçalar da dikkate alındığında; ağzımızdan çıkan şey, aklımızdakinin küçük bir parçasının bozulmuş bir yansıması olmaktan öteye geçemeyecektir. Böylece gerçekten anlaşılmanın mümkün olmadığı, anlaşılsak bile, bunun, düşüncelerimizin tamamının anlaşıldığını/anlaşılabilirliğini göstermediği aşikâr.
Bütün beceriksizliğimizle kelimeleri sıraladığımızda, artık görev karşımızdaki kişidedir, kelimelerin anlaşılması gerekmektedir. Ama havada asılı kalan kelimelerin bulundukları yerden anlaşıldıkları noktaya ulaşana kadar aşması gereken uzun ve zorlu bir yol vardır. Öncelikle, karşınızdaki kişinin tüm dikkatiyle sizi dinlemiş, hiçbir noktayı kaçırmamış olması gerekir, bu da neredeyse imkansızdır. Zihin kimi yaşanmışlıklar ışığında yolunu bulmaya çalışır. Bu noktada o kadar değişken vardır ki… Kişinin yetiştiği aile, kullanılan dil, ağızlar, kitaplar, diziler, ahlaki ve kültürel değerler gibi bir çok el tarafından yoğrulmaktadır adeta zihnimize giren cümleler anlam kazanmak için. Bu yüzden dinleyen, havadaki kelimeleri (çoğunlukla tamamı değil, ancak dikkat verilebilen küçük bir kısmı) zihnindeki çamura bular ve bir çok el ile orasından burasından tuttuğu ezik büzük ifadeleri anlamlandırmaya çalışır. Böylece bizdeki ve karşımızdaki kişinin oluşturduğu gerçeklik (çamur), birbirinden tamamen bağımsız iki şey olup çıkar.
Limon gören iki insanın tepkisi bile birbirinden farklıyken, söylenen bir sözü aynı şekilde anlamaları nasıl mümkün olabilir ki? Size çok şeyler anlatan bir kelime (bunun sebebi bir olay, bir kitap ya da sevdiğiniz bir insan olabilir), karşınızdaki kişinin öylesine dikkatini çekmeyebilir hatta o kelimeyi duymama ihtimali bile vardır.
Kavramlar, şeyler öyle sübjektif ki… tam olarak anlayabildiğim iddiasında da bulunmam mümkün değil. Sonuçta iletişime bakınca gördüğüm şey şu oluyor:
Aynı kelimelerden oluşan farklı dilleri kullanan insanlar, birbirlerini anladıklarını sanıyor olsalar da havada asılı duran kelimelerin duyan insan sayısı kadar hatta daha da fazla (çeşitte çamur oluşturması) anlama gelebilecek olması bir gerçektir.
2018’de, bahsettiğim kitabı okurken, henüz bu düşüncem elle tutulur bir hal almamışken bile, anlatının çoğunu derinden hissedip kabullenmiştim. Şimdi davayı sonuçlandırmış bir hakim olarak kitabı tekrar okuduğumda bana düşüncelerimi destekleyen kimi şeyler sunduğunu görüyorum.
Her bölümde farklı birinin gözünden gördüğümüz olaylar, eylemler, söylemler öylesine renk değiştirebilir kudrette olduklarını gösteriyorlar ki… En çok da üç kısma ayrılmış bir başlık beni içine çekip sarmaladı:
Küçük “Yanlış Anlaşılan Sözcükler” Sözlüğü.
İki sevgilinin kullandığı ama asla birbirlerini anlamalarını sağlamayan kimi sözcükleri, bu sözcüklerin hangi eller tarafından nasıl yoğrulduğunu, sonunda da acımasızca nasıl farklı şekillere bürünebildiklerini gösteren bir sözlük, bir anlatma çabası.
İkinci okuyuşumda daha büyük bir tat almam da yabancı bir duygu değildi. Bunun üzerine düşününce anlaşılmaya olan inancım daha da köreliyor. Bir kitabı, farklı kişileri bir kenara bırakalım, aynı kişi bile farklı zamanlarda okurken farklı şeyler anlayabiliyorsa, bir düşünceye olan inancı onunla birlikte değişebiliyorsa, anlaşılmak ve iletişim kurma çabası da böyle kaygan, elde tutulamayan bir şeydir.
Bu sebeple de, her ne kadar kendimi “davayı sonuçlandırmış bir hakim” gibi görüp, anlaşılmaya inanmadığımı, iletişimin hiçbir zaman sağlıklı olmayacağını söylersem söyleyeyim, bu da söylendiği anda çürümeye başlayan, ellerimden kayıp giden bir limon olmaktan öte gidemiyor.
*
Bu sözleri yazmamın ardından bir saat bile geçmeden beni çıldırtan saçma bir olay yaşadım. Normalde tepkisiz kalmayı alışkanlık haline getirdiğimden bu tarz olaylar karşısında susup düşüncelerimi kendime saklardım. Ama daha yeni, anlaşılmaya dair satırlarca yazı yazdıktan sonra kendimi tartışmadan uzak tutamamıştım.
Olay çok basitti; kardeşim, kendinden iki yaş büyük kuzenime ismiyle hitap etmiş, abla dememişti. Bunun üzerine annem, anlamsız bir çıkış yapıp bu söylenmeyen tek kelimenin ucunu terbiyesizliğe bağlamıştı. “Abla” dememesi saygısızlığın daniskasıydı, çok ayıptı. Ben de haklı olarak “abla” sız cümlenin herhangi bir saygısızlık işareti olarak görülmesinden duyduğum rahatsızlığı belirttim. Bunu kullanan saygılı ve terbiyeli, kullanmayan ise saygısız olmuyordu. Önemli olan karşısındaki kişiyi bir insan olarak görüp, ahlaklı biçimde davranmaktı. Abla deyip saygısızlık yapılmasındansa abla denmemiş düzgün bir iletişimin yeğ olduğunu anlatmaya çalıştım. Ama boşa… Çünkü olay hâlihazırda kazanmış olduğu yeni boyutu da aşarak apayrı bir noktaya gelmiş, annem ile yapılan her iletişim denemesi gibi dine ve dinsizliğe bağlanmıştı. “Abla” nın bir gelenek olduğunu savunması tamam ama tutup da dinimiz böyle diyor, “gavurlar” annesine babasına ismiyle sesleniyor diye biz de mi öyle yapalım demesi hiçbir şekilde savunulamazdı. Bu kültür, bu gelenek, bu din diyerek sıralıyordu birbiri ardına bildiği tüm dogmalarını. Din ile ne alakası var bunun diye biraz olsun düşünmeye davet ettiğimde ise hız kesmeden ataları ve Osmanlı hakkında konuşmaya başlayıp anlamsız ve yersiz bir Osmanlıcılığı İslamcılık ile harmanlayıp, aptal bir “abla” sözcüğü üzerinden, tüm düşünce ve inanç sisteminin çürük temellerini turistik bir gezi mekanı gibi gözler önüne sermişti. Kendi (daha doğrusu çevresindekilerin) fikirlerini dinin bir emri, kültürün, ananelerin bir ögesi gibi görüp, öyle olduğunu reddedilemez (reddeden anında dinden çıkarılırdı) bir gerçek kabul etme hastalığı işte bu saçma tartışmada tekrar kendini göstermişti.
İnsan böyle anlarda, bu cahil bile denemeyecek tutumla karşılaşınca, hayatın kabuk bağlayan iğreti bir yara gibi kokuştuğunu ve ondan derhal kurtulması gerektiğini düşünüyor.
Konuştuğuma yine pişman olmuş, aynı kelimeleri çok farklı düşünceler ile (belki de hiçbir altyapısı olmadan, düşünmeksizin) bir araya getirmek suretiyle iletişim kurmanın yanından bile geçemediğimiz acı gerçeğini boğazımda bir yumru gibi hissetmiştim. Bazı insanlarla iletişim kurmak, onları anlamak ve onlar tarafından herhangi bir derdinizin anlaşılması öyle imkansız ki, dünyayı uzaylıların ele geçirmesi bundan daha mümkün gibi görünüyor.
Uzaylı, geçen aylarda yaptığım bir benzetmeyi getirdi aklıma. Yine Alphan Bey ile olan görüşmemizde anlattığım bir olay:
Arabadaydık; yola çıkalı 15 dakika olmamıştı ki annem ve babam, bizimle alakası olmayan, yanımızdan geçip giden herhangi bir araba hakkında tartışmaya tutuldular. O an öyle bunalmış, sıkılmış hissetmiştim ki kapıyı açıp arabadan atlamak ve bir tırın altında ezilip paramparça olmak istiyordum.
Bunu anlattıktan sonra şöyle söylediğimi anımsıyorum:
İki insan, farklı dilleri konuşan iki insan bile böyle bir iletişim kuramama kabiliyeti gösteremez. Ancak bir uzaylı ile bir insan konuşmaya çalışsa bu kadar anlamsız olurdu.
Bunun üzerine Alphan Bey’in sorduğu soru duraksamama neden oldu:
Sence hangisi uzaylı gibi davranıyordu?
Bir an durdum, farkında olmadan ağzımdan çıkan o sözcükleri düşündüm. Gerçekten de neden uzaylı benzetmesi yaptığımı tam olarak bilmiyordum (O zaman Arrival’ı izlemiş olsam uzaylılarla bile iletişim kurmanın daha mümkün olacağını düşünebilirdim). Sonra dönüp geçmişe bakınca komik bir benzerlik gördüm. Kendim hakkında konuşurken, aslında bir uzaylı olduğum yönünde kimi komik sözlerim olduğunu; bu durumda ise tam anlamıyla uzaylı olduğumu fark ettim. Onlar, normal bir şeymiş gibi yıllardır olağan şekilde tartışıyordu, olur olmaz anlarda, olur olmaz şeyler yüzünden. Evet, iletişim kurmuyor, kuramıyorlardı belki ama bundan en çok (belki de tek) rahatsız olan ve bu durumu, iki tarafın da haklı ve haksız yönlerini anlamaya çalışıp çıldıran bendim. Öyleyse uzaylı kadar yabancı olanın ben olduğumu düşünmem, çok yerinde görünüyordu. O soruyu duyunca bunlar zihnime doluştu ve engelleyemediğim bir gülmeye dönüştü ifadem. Komik bir durumdu. Sonra şu cevabı verebildim:
Sanırım uzaylı olan bendim.
*
Kalemi her elimden bırakıp yazıdan uzaklaşmamın ardından zihnime yeni anılar doluşuyor, yanlış anlaşılan sözcüklere eklenecek bir anı, ve bir tane daha. Sanki ardı arkası kesilmiyor, sanki hiçbir sözcük hiçbirimize aynı şeyi anlat(a)mıyor. Buna benzer bir fikri yukarıda bir yerlerde desteklemiş olsam da biraz mübalağa olduğunu kabul ediyorum, çünkü birbirini anlamaya çok yaklaşan insanlar da var. Belki de en yaralayanı anlaşılmamak olduğu için zihnimde onlar uçuşuyordur. En konuşulmamış ama konuşulmak, kusulmak istenen, çıkmak için ruhumu tırmalayan, içimde esir kalmış üzüntüler, ahlar, vahlar...
*Milan KUNDERA, Varolmanın Dayanılaz Hafifliği
**Skam, 2015