KAN GÖLÜ
Yalnızlığa boğulmuş kurak kalplerin arasında, çatlamış dudaklardan çıkan keskin yalanlardan zehirlenen vücudu kendi kanıyla kaplıydı; üzerinde durduğu gölün ham maddesi olan kanıyla.
Kemikleri sızlarken üzerinden dökülen etler de onundu, oydu, o öyle sanıyordu.
Hiçbir şeyin sahibi olamayacağını anlaması uzun sürmüştü.
Şimdi kanı ve eti kendini terk ederken biraz olsun anlamış olmalıydı. Aşk ve sevgi beklemenin ne kadar yersiz olduğunu, henüz damarlarından akan kanın bile sahibi değilken. Lapa lapa etlerle vedalaştı. Sanki hiç onun olmamışlardı. Kızıl, sıcak bir duşla kirlerinden arınıyor gibi göründü kendi gözüne. O an nasıl böyle saçma bir şey düşünebildiğini bilmiyordu ama kendine güldü. Yıllardır kendini saran bu et yığınını kir olarak düşünmemişti hiç. Kendini kaplamış bir kir tabakası. Şimdi ondan kurtulduğunu fark etti. Ya da hala aptalın tekiydi ve korkması gereken şu anda bile saçma düşüncelere dalmıştı.
Ağzındaki kan tadı midesini bulandırdı. Ama birkaç dakika sonra midesi de yerdeki kirli duş artıklarının arasında yerini aldı.
İskeleti havada asılı kalırken hala olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Artık ne görebiliyor, ne duyabiliyor, ne de hissedebiliyordu. Ama hala bir şeyler düşünüyordu. Kemikler de döküldü bir bir. Yerdeki etler bütün sesi soğursa da bu boş mahzende duyulan şeyler vardı, yankılanan dökülüşler. O duyamadı ama yankılanıyordu bu karanlık duvarların arasında varlığı son kez. Kendinden geriye kalan tek canlı şey, bu yığına döküle kemiklerin sesiydi.
Kim sonunun böyle hazin olacağını düşünür ki.
Karanlık boş bir mahzende yere düşen kemiklerinin sesi bile değil.
Yalnızca bu sesten geriye kalan yankılar. Duyabileni sağır edebilecek dilsiz çığlıklar.