S Koray Uğurlu @S_Koray_Ugurlu

Ben Babamın En Kötü Yatırımıyım - Gökkuşağı - Öykü 10

Zifiri karanlığı görmekle hissetmek biraz birbirinden farklı. Birisinde gözlerine inanamazsın, ovuşturursun, “Nasıl gerçekten bu kadar karanlık olabilir ortalık?” diye düşünürsün. Diğerinde ise; zifiri bir karanlığı hissettiğinde, kendine “İçim nasıl bu kadar karanlık olabildi?” diye sormaya fırsat bulamadan bütün hislerini sağır eden bir etkinin altında kalakalırsın...

İnsan zifiri karanlık içinde kaybolmuşken gözlerinin açılmasını nasıl hisseder, bunu anlatmak pek mümkün değil ama bir süre sonra kendimi iki tarafı ormanlık bir yolda yürümekteyken buldum. Yalpalayarak yürüyordum ama şansıma elimde bir şarap şişesi vardı. Ve bir yandan da şarkı mırıldanmaktaydım.

Bir an durdum, sol elim istemsizce şarabı ağzıma götürdü, güzel bir yudum aldım, hissettim ağzımın ıslandığını ve içimin ısındığını. Sonra elim şişeyi yere paralel tutarken ortalama bir hızla arkama dönüp baktım. Nedense gördüğüm şey beni ürkütmemişti ya da şaşırtmamıştı ama aslında daha önce hiç görmüş olduğumu zannetmediğim bir manzara vardı karşımda: 7 tane kadın, her biri gökkuşağından bir renge bürünmüş, üstlerinde ne varsa sadece o büründükleri renktendi, sanki birer kadın değil birer renk vardı hemen arkamda ve benim gibi duruyorlardı o an. O karanlıkta ve o mesafeden yüzlerini ayırt edemedim ama kıyafetleri ve renkleri oldukça ayırt ediciydi.

Bilincimin aksine bedenim ne yaptığını biliyor gibiydi ve tekrardan yürüdüğüm yöne döndü, bir şarkı mırıldanmaya başladı ağzım. Daha önce bildiğim bir şarkı değildi ama ağzım yıllardır bu şarkıyı söylercesine ezbere şekillendiriyordu ses tellerimi aşıp da gelen nefesi.

Essin rüzgârım, hiç fark etmez,
Ben bir bulutta yaşarım.
Sevdiklerim, sevmediklerim,
Kendi öykümün kahramanıyım.

Yüzüm gülümsedi, vücudum durdu, tekrar o sol el ağzıma şarabı getirdi, dudağım aralandı, küçük dilim pozisyonunu aldı, kafam geriye gitti ve şarabın akışını hissettim. Vücudum hack’lenmiş gibiydi ve pek de itiraz edecek gibi bir hâlim yoktu, koyverdim ben de. Zaten merak da etmeye başlamıştım ne olduğunu, nereye gittiğimi, o kızların kimler olduğunu ve bana ne olduğunu. Akışına bıraktım -diycem ama zaten hüküm benden çıkmıştı. Ben de bu filmi izleyebileceğim en iyi locada, gözlerimin hemen arkasında olmanın beni mutlu etmesini ümit ederek 'kendimi' rahat bıraktım.

Ağzımdan uzaklaşırken şarap, yeni bir şarkı mırıldanmaya başladım ve o mırıldandığımın daha ne olduğunu ben anlayamadan arkamdan birisinin “Benim şarkım bu!” diyip kıkırdadığını duydum. Ayak sesleri, bu yersiz hevese sahip kişinin -her kimse- cismen bana seke seke yaklaştığını bildiriyordu, ben de merakımı dindirecek anı bekliyordum.

Yürümeye devam ederken sol koluma girenin Mavi (renkleri isimleri gibi söyliycem, her seferinde 'mavili kız' ya da 'mavi giyen kadın' diyemem, sıkılırım) olduğunu daha gördüğüm anda ağzım “Oo, burada mıydın sen!” dedi ve bir an duraklayıp “Gene…” diye derin bir nefesi verdi. Mavi'nin biraz yüzü düşse de çok fayda etmemiş olacak ki beni kendine çekerek “Yani 'hâlâ' demek istedin sanırım.” dedi. Zaten yalpalayan bedenim, hafif de kızgınlıkla “Evet, evet, her neyse.” dedi ağzıyla.

Bayağı bayağı kendime seyirci olmuştum ve merakla takip ediyordum yaşananları. Oysa yaşayanlar hiç şaşırmadan, her şey olağanmış gibi sakin bir hâl içindeydi.

Mavi'nin, “Geride bırakamazsın benim kadar gerçek bir şeyi, bu kadar söylenme boşuna, rahat ol.” demesiyle dönüp şaşkın bir ifadeyle ona bakmam bir oldu. Bu garip rüya mı gerçek mi ne olduğunu anlayamadığım şey yaklaşık 4-5 dakikadır devam ediyordu ama beni hack’leyen her ne ise ancak şaşırıyordu. Merakıma kızgınlık da eklenmişti ki “Gerçeğin bu kadar küstah değildi; seni ben neyle besliyorum içimde, noluyor sana böyle!?” dedi ağzım. Mavi fazla duraklamadan ve yüzünü yola doğru çevirip “Günah döküldüğü yere yayılır zamanla.” dedi. Biraz sinirli bir ses çıktı ağzımdan, “Günah senin, suçlusu ben miyim, niye hâlâ bana yayılıyorsun!”. Sol elim, üzerindeki Mavi'nin eline aldırmayıp yükseldi ve şarabı tekrardan ağzıma götürdü, Mavi ise elini çekmek zorunda kalmıştı. Bir yudum şarap, ardından birkaç adımla Mavi'yi geride bırakıp yola devam etmeye başladı bedenim. Henüz ayak sesleri duymadığım için “Herhalde olduğu yerde kaldı.” diye düşünmüştüm. Diğerlerininse ayak sesleri pek gelmiyordu, aramızdaki mesafedendir diye düşünüyordum ve 'ben' başka bir şarkı mırıldanmaya başladım.

Hafifçe keyifli bir şarkıydı bu söylediğim (”Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde” dediğimi duydum gibi geldi) ki daha şarkının ne olduğunu anlamaya çalıştığım anda sarsıldım, sırtıma birisi atlamıştı! Şişeyi iyice sıktı sol elim düşmemeye çalışan ayaklarımla aynı anda. Doğrulduğumda sol kolumda bu sefer Turuncu vardı ve yüzüm gülüyordu, nedense. Ve hatta nedense Turuncu da bana doğru gülüyordu, güzel gülüyordu, bir anda benim de içim ısındı. O arada Turuncu kolumdan çekiştirerek dizini gösterdi, “Gelirken yere düştüm ben, bak, dizim kanadı…” dedi. Seke seke yürüyordu. Bense hem gülüyordum hem de hâlâ o keyifli şarkıyı mırıldanıyordum, Turuncu ise azimle yürüyordu, koluma asılarak.

Ayaklarım durduğu anda, “Ben durmasam benimle seke seke gideceksin.” dedi ağzım, hafiften gülerken. Turuncu ise hiç bozulmadan elimdeki şişeyi aldı, bir yudum içti, şişeyi geri elime tutuşturdu ve içmemi bekledi. Aldığım yudumun ardından kafamla arkayı işaret ettim ve Turuncu'nun kulağına eğilip, “Diğerleri hâlâ arkada, değil mi?” diye fısıldadı ağzım. Bedenimi hack’leyen bu her neyse onunla aynı meraka sahip olduğumuzu bilmek beni şaşırtmıştı ki kulağıma patlayan Turuncu'nun "EVEET!!" çığlığı bütün fiziksel şartları alt üst etti bir anda, yana doğru savruldum. Bir elim kulağımı ovalarken bir yandan da ayaklarım dengede durmaya çalışıyordu, sinirlenmiştim, ben de bedenim de. Hiddetle doğrulup Turuncu'ya baktığımda ise durulduk, ben de bedenim de. Çünkü karşımızda çocuk saflığında bir kadın vardı ve o saflığı sunarcasına içtenlikle gülüyordu. Yaptığı şey ona göre çocukça bile değil, oldukça doğal bir eylemdi ve ona kızamıyor olmamın verdiği mutluluk yüzündeki gülümsemeye yansıyordu, görebiliyordum bunu. Bedenim benim şaşkınlığımı es geçip dile geldi, “Şişeyi kafanda kırsam oyun sanacaksın.” dedi hafif sinirliyken, sonra ise biraz daha durulmuş bir ses tonuyla, “Bildiğim en oyunbaz çocuksun.” dedi. Elimin tekrardan kulağıma doğru gittiğini fark etmemle bedenimin Turuncu'nun yaklaştığını fark etmesi bir oldu. “Sakın!" dedi ağzım, Turuncu ise yavaş hareketlerle elini havadaki kolumun üzerine yerleştirdi, aşağıya çekip yürümeye başladı. Kızgınlığı yitirmiş, savunmasını indiren bir ses çıktı ağzımdan, “Çocuktun, çocuktum, komiktin, komiktim…”. Adımlar ağırlaşmaya başlamıştı, hatta en sonunda ağır çekimde yürür gibi yapmaya başladılar ve ağzım, “İlktin, ilktim.” dedi. Hemen ardından ise titreyen bir ses terk etti ağzımı, "ilk gidendin...". Turuncu'nun koluma iyice sarılıp kafasını yasladığını hissettim. ‘Kim, nasıl, niye’ gibisinden soruları aklımdan geçirmeye fırsatım olamıyordu çünkü kendimi anı yaşamaya kaptırmıştım ki Turuncu'yla göz göze geldiğimi fark ettim, kafasını yüzüme doğru kaldırıp, “Olsun, güzel değil miydim? Bak, hatırlıyorsun hâlâ.” dedi. Gülümsediğimi hissettim. Sanırsam bu rüyanın içinde ilk kez bedenimle aynı hissi yaşıyordum, neler olup bittiğini pek bilemesem de. Turuncu da gülümsedi ve ağzımdan, “Sen başıma gelen ilk en kötü şeydin!” sözü çıktı. Bu sözün üzerine bir anda koşuşturma başladı adeta; önce Turuncu'nun yüzünün hayrete döndüğünü, sonra bedenimin Turuncu'nun kolundan kurtulup koşmaya başladığını ve hemen ardından da arkadan yakalanıp çekilerek yere düşürüldüğümü gördüm. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki yere düşen bedenim bu düşüşe tepki olarak katıla katıla gülüyorken ben içeride “Lan n’oluyor!?” şeklinde hâlâ debeleniyordum. Gözlerim yolun etrafını sarmış ağaçların izin verdiği kadarıyla gökyüzünü görüyordu şimdi, iki elimse şarap şişesini sıkıca tutuyordu. Bedenim yavaşça az önce salgılanan adrenalini eritiyorken gülüşüm azalıyordu, sakinleşiyordum. Gözlerim kapandı.

Tekrar gözlerim bu rüyada açılacak mı yoksa zifiri karanlığa mı döndüm, yoksa komple hayata mı döneceğim diye beklerken gözlerim tekrar aynı gökyüzünü görmeye başladı. Ağzımsa, “Gösteri bitti, alkış zamanı…” dedi. Bedenimi hack’leyen kişinin bu tiyatral üslubu az önceki yersiz koşuşturmacayla pek eşleşmese de çok da şaşırtıcı değildi. Ellerim şarabı yere diklemesine bırakırken ağzım yine bir şarkı mırıldanmaya başlamıştı, “Suç yok, suçlu yok, hayat böyle anladım.”. O sırada taraktan biraz daha kalın birkaç şeyin saçlarımın arasında dolaştığını hissettim, birisinin parmakları olmalıydı. Şarkının nakaratına gelmeden ağzım şarkıdan bağımsız şeyler söylemeye başladı, “Ellerin hâlâ sert geliyor bana. Nefesin, kokun, yüzün, gözün, ruhun. O kadar güzel seviyorsun beni ama hâlâ eksiksin sanki.". “Ne diyorum lan ben, n’oluyor, niye diyorum böyle!?” diye düşünürken derin bir nefes alıp kederli bir üslupla devam etti ağzım, “Sanki...". Saçlarımı tarayan parmaklar da durmuştu, hak vermedim değil. Gözlerim kapandı o an ve ağzım, “Ve hâlâ buradasın" dedi. Kulaklarımsa dışarıdan “Senle ben hep böyle kalacağız.” denildiğini iletti bana. Gözlerim kapalıydı, meraktaydım ve ancak algıladığım bu sesti, tanıyamamıştım, hâliyle. “Hiçlikten iyidir.” diye düşünüp merakla takip etmeye devam ettim. Ağzımın “Git gide eriyip yok olacağız.” dediğini duymamla gözlerim tekrardan açıldı, tekrardan gökyüzünü gördüm ve bedenim yana doğru doğrulurken saçlarımın arasındaki ellerin desteğini hissettim, kötü hissetmedim. Az biraz doğrulmuş bedenimin hemen yanında Mor'un durduğunu ben algıladığımda, bedenim çoktan onun bir elini alıp öpmek için dudaklarıma götürmüştü. Gülümsedi yüzüm ve “Beni ayağa kaldırır mısın?” dedi dudaklarım, kibarca. Zaten pek saldırgan birine benzemeyen bu kişinin de yardımıyla bedenimin tekrardan doğrulduğuna şahit oldum. Mor'sa ricayı gerçekleştirmesinin hemen ardından yerdeki şişeyi de alıp ellerime uzattı. Anlaşılan vücudumu hack’leyen her kimse o kadar da kaba biri değilmiş ki önce şişeyi Mor'un dudaklarına götürdü, eller şişenin üstünde buluştu, ortam biraz ısındı, şarap biraz da Mor'un gırtlağına döküldü ve şişe Mor'un dudaklarını terk ederken ben romantik bir film izler gibi “Öpüşücekler mi acaba?” diye düşünürken buldum kendimi. Şişe ayrıldığı dudaktan bu sefer de benim dudaklarıma doğru geldi, kafamın yukarı kalktığını gördüğümde bedenimin yolun gidiş yönüne döndüğünü hissettim. Şişe yeter miktar dudaklarımda durduktan sonra tekrardan sol kolumdaki ideal yerini alırken gözlerim etrafına bakındı ve kimseyi göremedi. Rüyanın başından beri gelen 3'üncü kız da gitmişti ve anlaşılan bunların huyları böyleydi, gelip gidiyorlardı. “Çok gerçekçi bir rüyaymış, adeta gerçek hayat gibi.” diye geçirdim aklımdan, bedenim öylece durup yolun sonundaki karanlığa bakarken...

Şiir okumayı pek becerememiş biriydim ben ki çok fazla da şiir okumam. Ne bileyim, güzel olan şarkı sözlerini beğenirim, ritmi vardır iyi şarkı sözlerinin ama şiirler genel itibariyle ritimsiz, esnek olamayan, kaba anlatımlar gibi gelir bana. Artık okul yıllarımda ne kadar kötüleri okutulmuşsa demek. Çünkü şiir dediğin şey aslında estetik olmalı. Çünkü düz yazı duvarı boyamaksa şiir dediğin tabloya resim yapmak gibi olmalı, süzülmeli. Neysem, bana bunları düşündüren ağzımdan bir şiirin döküldüğünü fark etmemle eşleşiyor ve şaşırıyordum:

“Gecenin ve ormanın içinde yürürken yalnız başıma,
bir geceyi düşlüyorum.
Güzelliğin içinde leke, cennetin içinde pişmanlık,
her şeyin içinde bir eksiklik hissediyorum.
Yalnızlığına dokunduğum ve seni sardığım
o geceyi özlüyorum…”

Sözlerin bitmesiyle daha bedenim yutkunmadan bir çift elin tedirgin bir yılan gibi yavaş yavaş süzülerek belimi sardığını hissettim, sırtımda bir sıcaklık oldu. Havanın hafiften soğuk olduğunu anladım ve yersiz bir şekilde, “E bu kızlar üşümüyor mu yahu?” diye düşündüm. Çok düşünceli olduğumu söylemenizi beklemiyorum çünkü gerçekten duygularımın bu kadar çabuk değişebiliyor olmasına ben de kızmıyor değilim. O şiirin yaydığı romantik enerjinin son kullanma tarihine böyle hunharca tecavüz etmemi ben bile kendime yakıştıramadım ama neyse ki bedenimi ben kontrol etmiyordum. Hatta o an gerçekten de bedenimin hack’lenmiş olmasına sevindim; “Keşke hayatımın kontrolünü ihale usulü verebilsem de bilincimle daha rahat anlar yaşasam, iyiymiş bu rüya, güzel fikirmiş.” diye düşündüm. Ben böyle düşüne durayım kulaklarıma alelade bir ses çarpmadı; ipek gibi bir ses adeta hafifçe kulaklarımı okşadı:

“Yorgun musun yalnızlıktan, düşlerin mi yıkılan;
Yaşananlar geride kalır, bulunmaz bir daha kaybolan.”

Dudaklarımın titreyerek gülümsemeye çalıştığını fark ettim, bedenimse sarılan ellerden kurtulup yan dönüp Lacivert'i karşıma aldı. Hafif neşeli bir şekilde ağzımdan, “Benim malımı bana mı satacaksın?” sözleri çıktı. sanırsam bu sözler de bana aitmiş, “Ne güzel, şair ruhlu birisi tarafından hack’lenmişim.” diye sevindim. Lacivert'in biraz sempatik ama içten bir işveyle kıkırdadığını gördüm ve “Fiyatta anlaşırsak.” dedi. “Artık bu sefer öpüşürüm herhalde!” diye düşünüyordum ki koluma girip yolun gidişatına doğru çekiştirdi, yürümeye başladık. Birkaç adım sonra kafamın Lacivert'e doğru döndüğünü, Lacivert'inse elimdeki şişeye baktığını gördüm. “Bu kaçıncı?” diye sordu, seri bir şekilde “Seninle birlikte 4'üncü.” dedi ağzım. Güldü. Gülerken, “Onu demiyorum şapşal, bu kaçıncı şişe?” diye sordu. Bu sefer biraz afallamıştı bedenim, hafif bir titremenin üzerine şişeye baktı, sonra tekrar Lacivert'e bakıp gözünü kaçırdı yola doğru. İşler ilginçleşmeye, öpüşme ihtimaliyse azalmaya başlamıştı. Ağzımdan, “Seninle birlikte ilk.” sözleri çıktı. Kulaklarıma hafif üzgünce gelen “Sabaha kadar yanında kalamam, biliyorsun.” sözlerinin üzerine biraz sitemkâr biraz da alaycı bir şekilde, “Gideceğin zamanı en iyi sen bilirsin.” sözleri ağzımdan çıktı. Ayaklarım durdu, aralanan dudaklarımdan bir derin nefes ciğerlerime yerleşti ve “Ki üzerine de tanımam.” sözleri ağzımdan döküldü. Sonra yok oldu Lacivert. Var oluşunu ne kadar yavaş şekilde hissettiysem yok oluşunu da bir o kadar hızlı hissettim. Gitmişti, geldiği yere. Gözlerimse yersiz yere sol yanıma bir bakındı, refleksif. Sonra dudaklarımın gülümsediğini hissettim, “Demek ki bu gidiş o kadar da kötü bir gidiş değilmiş.” diye düşündüm.

Bir süre hareketsiz, sessiz kaldım. Yarım ağızla bir şeyler mırıldanmaya başladığımı fark ettim. Sol elimin şişeyi önce sağ elime götürdüğünü, sonra iki elle göğüs hizamda tuttuğumu hissettim, gözlerim ileriye bakarken. “İçerim ben bu akşam, ben burda bu akşam, içerim ben…” diye homurdandıktan sonra ard arda iki yudum yuvarlandı boğazımdan. Yutkunmaların ardından derin bir nefesi veriyordum ki aşağı inen koluma birisi girdi. Tamam, arkadakiler henüz bitmemişti, o kadar saymam vardı ama insana resmen soluk aldırmaya fırsat vermiyorlardı, üst üste geliyorlardı, artık benim bile üstüme geliyorlardı.

"Hâlâ içiyorsun…” dediğini duyduğumda kafam önce ona doğru dönmüştü, diğer yöne kafam dönerken sıkkın bir ifadeyle “Yeşilay mısın!”? diye homurdandığımı duydum. Kafam yolu ortalayıp ayaklarım yürümeye başladığında ise yerine tam oturmamış bir nesneyi zorla ittirir gibi, “Her yolculukta, her yolculukta daima…” dedi ağzım dişlerimin arasından. Şişeyi sol elimden Yeşil'in olmadığı taraftaki elime geçirdim ve sol kulağıma geleceklere dikkat kesildim, “Ve vazgeçmiyorsun.” dedi, beklediğim gibi. Gene dişlerimin arasından gıcırdayarak, “Söyletme beni, biliyorsun, sevdiklerimden vazgeçmem ben!” sözleri çıktı. “Acaba neler yaşamışlardı?” diye merakım artıyordu, hâliyle. Belli ki pek iyi bitmemişti, diğer birçoğu gibi, dünyada biten birçok şey gibi. Vücudumun durup şişeyi kafasına dikmesi sırasında Yeşil hâlâ istifini bozmamıştı ve kıkırdamaya başladı. Şişe tekrardan göğüs hizama indiğinde ise, “Ne bereketliymiş içkin, bitmiyor da bir türlü!?” dedi, ellerim ise şişeyi Yeşil'e adeta sınav kağıdını uzatır gibi uzattı. Kendisine uzatılan bu alkol örneğini adeta kimya laboratuarında bir deney tüpünü tutarcasına aldı. Ziyadesiyle alışık olmadığını belli eder bir ifadeyle ağzına götürüp bir yudumdan hallice tattı ve geri ellerime bıraktı. Yüzünde ilk kez alkol alanların gösterdiği çocuksu ifade yoktu, soğuk bir ifade vardı. Hâlâ aklındaki soruları bitirememiş bir olay yeri incelemecisi gibi suratıma bakıp, “İçmeye devam edeceksin, değil mi?” diye sordu. Daha yüzümdeki ifadenin ne hâl aldığını anlamama fırsat olmadan konuşmasına devam etti, belli ki söyleyecekleri vardı, “Tercih meselesi, değil mi?". Anlaşılan ağzım da anlamıştı düşündüklerimi ve Yeşil'in sözünü kesip, “Nasıl tercih yapılacağını sen iyi bilirsin!” dedi, dişlerin arasından tek nefeste. Yolun kenarındaki ağaçlara bakamadım ama sanki yapraklar bile ürpermişti. Kollarımın biraz açıldığını hissettim. Sarılmasını, Yeşil'in o kadar da yakın durmasını istemiyordu demek ki bedenim. Sonra bir anda ufak bir nefesin dudaklarımın arasında ıslık gibi çekilmesiyle devam etti ağzım, “Bak, insanın inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar yapabilmesi saçmalığından yola çıkıp dümdüz ilerle, ışıklardan sağa dön, biraz ileride kocaman kocaman gri duvarları olan ‘Acı Gerçekler ve Menfaâtler Dünyası Merkez Binası'nı göreceksin…”. Gittikçe hiddetleniyordu bedenim, sesim yükseliyor ve nabzım artıyordu. Gözlerimse suratına değil yere doğru bakıyordu, merak içindeydim. “Ayakların dolaşmasın birbirine; içeri girer girmez karşılayacaklar seni yıllardır tanıdıkların!” diye devam ederken kolum üzerindeki bir çamurdan kurtulurmuşçasına savruldu, Yeşil bir adım yana kaydı ama ani bir refleksle daha sıkı tuttu kolumu. Üzgün bir ses tonuyla, “Duramadığımda gidiyorum ben, sadece, biliyorsun…”. İkimiz de durmuştuk, Yeşil'in yüzü düşmüş, benim bedenimse kızgındı, yüzümdeki sıcaklığı hissedebiliyordum. Sonra Yeşil kolumu bırakıp birkaç adım ileri attı, gözlerim onu ve gidişini ayak hizasından süzmeye başlamıştı. Tam yüzünün hizasına geldiğinde Yeşil arkasına dönüp az önceki üzüntüsünü unutmuş bir ses tonuyla sakince, “N’apim..." dedi. Hem ağzımdan hem kendi zihnimden aynı anda, “Durma, devam et.” sözü çıktı. Ben bile sinirlenmiştim Yeşil'in bu şımarıkça tavrına ve bedenim hışımla yürümeye başladı, Yeşil'i de geçip gitti. Sarhoş, sinirli ve hışımla yürüyen bir insan fazla uzaklaşamaz çünkü asıl derdi gitmek değil, yeri dövmektir. Bedenim de fazla uzaklaşmamıştı ki yavaşladı ve “Anca geride kalırsın zaten!” diye mırıldandı. Biraz daha sakinleşmişti, son sözü söylemiş olmak iyi gelmişti anlaşılan ve soğumaya başlıyordu bedenim, hissediyordum.

Bir süre yavaşça ve sessizce ilerledi. “Herhalde yeni bir şarkı daha söyleyecek.” diye düşündüm ama bir şey söylemedi, hiçbir şey çıkmadı ağzımdan, nefesten başka. Hani Freud demiş ya, “İnsanların size ne yaptığını unutabilirsiniz ama ne hissettirdiğini unutamazsınız.” diye, sanırsam şarkılar bilinçaltımıza o tarz bir kodlamayla işleniyordu. O şarkıyla birlikte bir anı ve aslında o anının içerisinde ne hissettiğinizi hatırlıyordunuz ve bedeniniz de o anıya uygun geri dönüş yaparak bazen gülümsüyordu, bazen ağlıyordu ya da benzeri tepkilerle o hissi ifade ediyordu. Hem beni hem de yüzümü yumuşatacak bir kadının sesini duyduk, ben bunları düşünürken. O kadar yumuşak bir ses tonuyla, “They call me the wild rose…” diyordu ki kim duysa gözleri dolardı. Ölümü adeta kabullenmiş bir ses tonuydu bu. Hades'e yalvarmaktan sesi lime lime olmuş birisinin değil de Hades'in yüzüne bütün içtenliğiyle gülümseyen birisinin ses tonuydu bu. Henüz gözüm şarkıyı söyleyeni bulamamıştı ki bedenim durdu, “All beauty must die…” diye mırıldandı hafif gülümseyerek. Sanki cesaretini toplamak için büyük bir yudum aldı şaraptan ve sanki yerde göremediği bir şeyin üstüne basmamak için dikkat edercesine yavaş ve tedirgin yürümeye başladı. “Ne geçiyor acaba aklımdan?” diye kendi kendimi sorgularken ayağımın bir şeye takıldığını hissettim, gözlerim aşağıya baktığında Sarı'nın yerde sessizce uzanmış olduğunu gördüm. Ölü değildi ama canlı demek için de gözlerinden başka kanıt yoktu. Öyle uzanmıştı yerde, bir tek gözleri açıktı ve gözlerime bakıyordu. Bir süre bakıştık, Sanırsam ölü olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Bir an gülümsediğimi hissettim ve ağzımdan, “İçen benim, sallanan gece ama yere düşen sen misin?" diye bir söz çıktı. Belli ki şarap artık etki ediyordu, en azından ağzımdan çıkanlara. Sarı'nın tepkisiz kalmasına sinirlenmiş olacağım ki yüzümdeki gülümsemenin gittiğini fark ettim. Bir süre daha bakıştıktan sonra gözlerim Sarı'dan uzaklaştı ve ormandaki ağaçların arasında sanki bir yardımcı arar gibi dolaşırken, “Neden seni öldürmüyorum ki?" dedi ağzım. Dudaklarım sinirden mi üzüntüden mi bilemediğim bir şekilde titrerken, gözlerim ormanın karanlığında dolaşırken, “Neden öldüremedim ki hâlâ seni... Oysa sen beni defalarca öldürdün; hem de gözyaşlarının içinde debelenirken bile hiç tereddüte düşmeden öldürdün!" dememle birlikte hiddetlenen bir ses tonuyla “Yeter artık uzandığın, kalk da siktir olup gidelim!” diyip Sarı'nın koluna uzanmam bir oldu ama...

O kişi için zamanın durduğunu çok uzaklardan anlayabildiğiniz bağzı anlar olur. Öyle donuk bir karedir ki, dışarıdan bakan alelade birisi bile çok rahatça o anın durduğunu anlayabilir, görebilir. Sarı'nın kolunun buz gibi olduğunu ve hiçbir tepki vermediğini bedenim ve ben anladığımız o anda, sanki o ölüm soğukluğu bulaşıcı bir şeymiş gibi bütün vücuduma yayıldı, hissettim. Hissetmekten öte o an ölüme dair bir şeyler yaşadım hatta. Diğer elimdeki şarap şişesi tam da o anda düştü ve yerde çıkardığı gürültüyle Sarı'nın elini bırakabildim ancak. Birkaç adım geri attı ayaklarım, dengede kalmaya çalıştı vücudum, başım gökteki karanlığa döndü... Ben ve bütün vücuduma hakim olan şaşkınlık ağzımdan birkaç sözle döküldü, “’Hoşgeldin' diyen şefkatine ihtiyacım vardı, buz gibi bir ifadeyle karşıladın beni.”.

Bir süre öylece kala kalıp gözlerim bu sefer de gökyüzünden medet umarcasına dolaştı ama yardım gelmeyince kafamın yola çevrildiğini, hafif aksak yürümeye başladığımı gördüm. Bu nasıl bir rüyadır, bir ömürden taşacak kadar duyguyu ard arda soluksuz yaşıyordum ve işin kötüsü ne uyanabilecek gücümün olduğunu görüyordum ne de zaten uyanmak istiyordum. Resmen uyuşturucu bağımlısının azmiyle bağlanmıştım bu rüya simülatörüne ve ilerliyordum, gene ilerliyordum. Uzun ince bir yoldaydım ve yürüyordum bütün gece. Şarkıların ve renklerin eşliğinde kapkaranlık bir gecede artık tedirgin bir şekilde ilerliyordum ki koluma birisi girmişti, yine, yeni, yeniden...

Başım koluma girenin yönüne dönerken “Umarım Sarı değildir yoksa bayılıcam artık!” diye düşündüm refleksle. Neyse ki bir çift kırmızı dudağı seçebildim. Benim soğukluğumdan mı yoksa onun sıcaklığından mı bilemiyorum ama sanki kolumda bir insan değil de bir alev vardı, katı hâlde olmayan, parlamayan ama yakıcı bir şey. Bir de ben o hâldeyken, o o hâldeyken üzgün bir ses tonuyla “Ben de hep acı çektim, herkes beni incitti, kırdı, canımı acıttılar…” dedi. Ben hâlâ daha tedirginken bedenim tanıdığı bir durumla karşılaşmış gibi hiç yabancılık çekmeden Kırmızı'nın sözünü tamamlarcasına, “Sen de onları aldattın.” diye ekledi. Kırmızı da bir o kadar şaşırmamış şekilde, “Başkasına kaçtım.” diye ekledi. Sesi biraz daha üzgün, hatta af diler gibiydi ama hissettiğim sıcaklığa pek de yakıştıramadığım bir duygu çatışması vardı. Ben az önceki şaşkınlıklarımı bırakmakta zorlanırken bedenim sanki daha önceden yarım bıraktığı bir savaşı devam ettiriyormuş gibi hiç duraksamadan ilerliyordu. Dudaklarımın arasından söylenir ifadeyle, “Gitmene izin vermesem beni de aldatacaktın!” sözleri çıktı. Ben ortamın gittikçe gerildiğini düşünüyordum ama dediğim gibi, enteresan bir samimiyet, alışkan bir hâl vardı ikisinin de üstünde. Kırmızı da sözlerimin hemen sonuna hafif kıkırdayarak, “Ölmeyi reddedersen, çürüdüğünü görene dek yaşarsın.” dedi. Aldım verdim oynuyorlarmışçasına, “O kadar yaşarsan göremezsin çünkü ilk gözleri çürür insanın.” dedi ağzım. Kırmızı'ysa tereddütsüz bir karşılıkla, “Hayır, ilk kalpleri çürür insanların.” dedi ve sonunda, en sonunda biraz sessizlik oldu. O kadar seri gelişmişti ki bu atışma, yakalamakta zorlanıyordum havada uçuşan entrikayı. Kırmızı'nın tekrardan alevi azaldı, üzgün bir ses tonuyla, “Hem ben senin cesedini bile seviyordum, biliyorsun. Sen uyurken seni izliyordum. Ölü bile olsan seni izlemekten bıkmayacağımı düşünüyordum, gecelerce...". Sözleri duyan kulaklarım dişlerimi sıktı bir anda ve dudaklarımın arasından çoğu öfkeyle, birazı üzüntüyle, “Bense senin cesedinin hortlama ihtimalini tutmuştum ellerimde. Çekmiştim taze ölüyü kucağıma, sarmıştım onu şefkatle. Ben senin suni teneffüsündüm." sözleri çıktı. Kırmızı'nın mahçup olmasını beklediğim andı bu an ama sol kolumda artan bir sıcaklık vardı. Gözlerim o yana döndüğünde Kırmızı'nın dudağını ısırıp gözlerimin içine tutkuyla baktığını gördüm. Sonra gözlerini yola doğru çevirirken verdiği derin bir nefesle birlikte, “Harikaydı tadı…” dedi.

Bir süre sessizlik oldu ve benim oldukça işime yaradı çünkü buz gibi bir ölünün hemen ardından gelen ateş gibi bir canlı ve bu atışmalar yorucu olmaktan da fazlaydı, hele de gecenin en başından beri yaşadıklarım düşünülürse. Neyse ki rüyaydı. Hatta komada olmama bile şükredebilirdim, bunların gerçek olmasındansa.

Biraz ilerledikten sonra tekrar konuşmaya başladı ağzım, bu sefer daha sakin gibiydi ama kâfiyelerden şarabın etkisinin sürdüğü de belli oluyordu, “Uyuyan bendim siyahımın içinde, sense kanlar içinde yaralı yatan yerde. kendisinden kaçanlardan intikam almaya çalışan, yaralı bir katil.". Sonra bir an güldüğümü duydum. Çok ufak da olsa o an neye güldüğüme anlam veremedim ve ‘ben demiştim’ bilgiçliğiyle, “Ama ilginç olan benden de kaçan sen oldun.” diyerek devam etti ağzım. Kırmızı ise, “Senin ölmeni bekleyebilirdim ancak.” dedi, sıradan bir şey söyler gibi. “Bense beni öylece sevmeni beklemiştim.” dedi dudaklarım ve ayaklarımın ilerlediğini hissettim ama bu sefer sanki yolda yürümüyordum da uzay boşluğunda süzülüyordum. Gözlerim yolu görüp dümdüz ilerlerken Kırmızı'nın ve sıcaklığının geride kaldığını hissettim, sadece kendimi hissettim ve ağzımdan “Hepinizden beklediğim gibi..." sözleri döküldü, boşluğa dökülen kırıntılar gibi.

Gözlerim görüşü bembeyaz bir aydınlıkla yitirmeye başlamadan hemen önce, “Tek ihtiyacım olan huzurdu…” sözlerini duydu kulaklarım. Bedenimden geri kalan, evrenden siliniyor gibi hissediyordum. Şimdiye kadar hiçbir rüyanın böyle bittiğine, yok olduğuna şahit olmamıştım. Hatta fonda bir de şarkı vardı, rüyanın en başında duyduğum şarkı, hatırlayabilmiştim sonunda.





Essin rüzgarım, hiç farketmez,
Ben bir bulutta yaşarım.
Sevdiklerim, sevmediklerim;
Kendi öykümün kahramanıyım.

Hiç kimseye görünmez,
hHç bilinmez,
Bir üzüntü ormanıyım.
Hiç kimseye görünmez,
Hiç sevilmez,
Bir düş kırıklığıyım.

Sıkıldım kelimelerden,
Anlamsız öykülerden,
Yenilgiyi anlatan
Bütün hikayelerden.

Sıkıldım yenilmekten,
Hep geriye çekilmekten,
Ne seninle ne de sensiz
Bu dünyayı çekmekten.


2

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli