Seyhan @Seyhan_sahin

Martın eden kitap incelemesi

Bireysel bir mücadelenin romanıdır Martin Eden. Farklı bir sosyal statüye sahip olan Ruth’a aşık olduktan sonra ona ulaşmak hayatının nihai hedefi haline gelir karakterimizin ve bu uğurda sevdiği kadın için yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Çünkü aşk, dünyadaki en güzel şeydir Martin Eden için ve akıldan dahi üstün olan tek kavramdır. İçini dolduran sevginin ona verdiği güçle inanılmaz bir dönüşümün öznesi haline gelir. Artık denize açılmayacaktır, aradığı mutluluğu karada bulmuştur ve bunu kaybetmemek için her geçen gün daha çok okuyacak, kendini geliştirecek ve kendisinden yukarıdaki sosyal sınıflara ulaşmak için elinden geleni yapacaktır. Zira aşk, uğruna her şeyin yapılması gereken oldukça yüce bir olgu değil midir?

“Bütün çocukluğu ve gençliği boyunca belirsiz bir huzursuzluğun sıkıntısını çekmiş, ne istediğini hiç bilememişti. Ruth’a rastlayana kadar ne olduğunu anlayamadan boşu boşuna arayıp durduğu bir şey istemişti hep. Şimdiyse bu huzursuzluğu çok daha keskinleşmiş ve acı vermeye başlamıştı, ama artık ne istediğini açık ve net olarak biliyordu: Güzelliğe, aydın bir bilince ve aşka sahip olmak istiyordu.”

Burjuva toplumuna getirdiği eleştirilerle eserini daha fazla güçlendiriyor Jack London ve onu, bir aşk ve mücadele romanı olmaktan çok daha öteye taşıyor. Kitaptaki önemli anlardan birinde uzaktaki bir resim tablosunun Martin Eden’e kusursuz güzellikte görünmesi tasvir ediliyor fakat birkaç dakika sonra Martin Eden yaklaştıkça tablo anlamını yitiriyor ve sanki rastgele etrafa saçılan boyalardan ibaret olan anlamsız bir resimmiş gibi anlatılıyor. Romanı özetlediğini düşündüğüm bu sahne, Martin Eden’in hayatıyla oldukça paralellik gösteriyor.

Hayatının önceki diliminde eline nadiren kitap alan ve tamamıyla bilgisizce okuyan Martin Eden, Ruth’un edebiyat öğrencisi olduğunu öğrenmesiyle birlikte daha fazla okumayı kafasına koyar. Bu sayede öncelikle konuşma dilini düzeltecektir ve hayata daha farklı pencerelerden bakabilecektir. Ve bu durum elbette onu Ruth’a daha fazla yaklaştıracaktır. Hayatının en büyük amacı olarak gördüğü Ruth’u elde etmek için her geçen gün daha fazla çalışır Martin, daha az uyur, daha çok öğrenir, daha umutla bakar dünyaya. Okuma ve öğrenme tutkusunun ardındansa yazma tutkusu başlar Martin’de ve yazar olma hayalleriyle daha sıkı bağlanır yaşama.

“Halk kütüphanesindeki binlerce kitabı ilk gördüğünde ağzı açık kalan ama sonrasında kitapların içinde yolunu bulmayı öğrenip onların efendisi olandı…”

İçindeki güce inanan, kendisine güvenen, bir gün başarılı bir yazar olacağını düşünen Martin, Ruth’tan aldığı aşkın gücü ile birlikte yılmadan, yorulmadan mücadele eder ve büyük bir “yaşama uğraşı” verir. Günün birinde hedeflediği yere ulaşacağına olan inancı onu ayakta tutar. Gideceği liman bellidir, pusulası Ruht’tur ve bindiği gemi ise doğru yoldadır. Açlık, parasızlık ve içinde bulunduğu tüm o zorluklar Martin’i yıldırmayacaktır.

İçinde bulunduğumuz yılda okuduğumuzda romandaki bazı şeyler klişe gelebilir. Zengin kız fakir oğlan teması, kızlarının daha üstün bir insanla evlenmesini isteyen aile bireyleri, zenginliğin bir lütuf gibi sunulması, yoksulluğun ise zenginler tarafından hor görülmesi, kapitalist dünyadaki sınıf farklarının normalmiş gibi resmedilmesi ve daha fazlası. Fakat yazıldığı yıl göz önünde bulundurulduğunda tüm bu temaların orijinal olduğunu ve üstelik iyi bir edebi dille birlikte çok daha iyi bir seviyeye ulaştığını kabul etmek gerekir.

“Halbuki dünya öyle kurulmuş ki mutluluk için maddiyat gerekiyor.”

London’ın anlatımıyla bir şahesere dönüşen Martin Eden romanını unutulmaz kılan etmenlerden biri de budur şüphesiz, gerçekçi atmosferiyle anlatılanların size gerçekten de Amerika’nın Oakland şehrinde yaşandığı izlenimi vermesi. London’ın hayatının bir bölümünün de bu şehirde geçtiğini düşündüğümüzde, yine romanla yazarın hayatındaki paralelliklere bir tik daha atmış oluyoruz ve bu tiklerin romanın sonuna dek gittikçe fazlalaştığının altını çizmekte yarar var.

Martin Eden’in yüzde yüz Jack London olduğunu söyleyemeyesek de, hayatından büyük izler taşıdığı su götürmez bir gerçektir. Her şeyden önce, Jack London bir sosyalisttir ve hayatı boyunca da bu fikrini sürdürmüştür. Fakat yarattığı en unutulmaz karakterlerden biri olan Martin Eden bir bireycidir, bir “Nietzsche adamıdır” ve bütün gücüyle sosyalizmin karşı safında yer alır. Bu şekilde London kendisine tamamen zıt bir karakter yaratmış, bireyciliğin tehlikelerini gözler önüne sererek kendince bir eleştiri getirmiştir. Hatta öyle ki, yıllar sonraki röportajlarından birinde eleştirmenlerin romanını anlamadığını ifade etmiştir.

Ruth’un ailesinin Martin Eden’i sosyalist olarak görmesi ise kara mizahtan başka bir şey değildir. İnsanları analiz etme konusunda iyi bir başarıya sahip olan Martin’in yanlış anlaşılması onu acı acı güldürüyor.

“Hayat güzel değildi; tatsızdı, acıydı.”

Martin Eden, kendisinden yüksekte gördüğü, yıllarca hayranı olduğu, gıpta ile baktığı, özendiği, saygı duyduğu ve onlardan biri olmak için hayaller kurduğu burjuva ve entelektüel toplumun, aslında hiç de öyle olmadığını onlara yaklaştığı her adımda biraz daha fark etmeye başlıyor ve aslında sandığından çok daha aşağıda olduklarının farkına varıyor.

Okuduğu onca kitap onu kültürlü, bilgili, anlayışlı bir insan yaparken, edebiyat, resim, felsefe, bilim, siyaset gibi alanlarda bilgi sahibi olurken aslında hayranı olduğu o insanların ne kadar da cahil olduklarını fark ederek hayal kırıklığına uğruyor. Diğer insanların kitaplardan bir şeyler öğrenmemiş olması onu bir hayli şaşırtıyor.