Celali Uysal @Toganbay

Zillet Acil

İnsan, hayatın sorunlarını çözmeye çalışan bilimlere;
yani fizyoloji, psikoloji, biyoloji ve sosyolojiye başvurdu mu düşüncelerin şaşırtıcı yoksulluğuyla, büyük bir kapalılıkla baştanbaşa haksız soruları çözme haddini bilmezliğiyle yüz yüze geliyor.
Tolstoy-İtiraflarım                                                       
En son sigaramı üç gün önce bitirmeme rağmen odada hâlâ loş bir is var. İzmaritlerin yatağın hemen yanında, halının üzerinde olduğunu görüyorum. Oda, ıslak ve bayağı tütün kokuyor. Her yer dağınık ve karanlık. Bir haftadır odadan çıkmadığımı ve beş gündür bu yataktan kalkmadığımı hatırladım. Aç olduğumu tahmin edebiliyorum ama bunu hissetmiyorum ve yemek düşüncesi beni çıldırtmaya yetiyordu. Zaten oldum olası yemek yemeyi sevmemiştim fakat her zaman bir ayva göbeğim vardı, tabii şimdi ondan da eser yok. Buraya kendimi tıkmaya karar verdiğimde yağmurla karışık yağan karın saçlarımı ıslatması, sinüzitimi azdırmaya yetmişti. Hafif burun tıkanıklığı, baş ağrısı ve hiç dinmeyen bir uğultu… Beni öldürecek olan da bu uğultuydu işte. İnsanlardan korkuyorum, savaşmaktan yoruldum. Zihnimi bir an bile durmayan kuruntularımla doldurduğumdan, beynimin bana verdiği tepki bu uğultuydu. İnsanlar bana kötü bakıyordu, küçümsüyordu. Nedenini bilmiyorum fakat beni göz uçlarıyla görmezden geliyorlardı. Dışarı çıkamıyordum. Ömrümün son demlerinde lanet bir agorafobik olacağımı hiç düşünmemiştim.
 
Zafer; bu hayatta kazanacağım birkaç değer umurumda değildi, sadece hayatta kalabilmeye çalışıyordum. İnsanlar sevmek yerine en sevilen olmak istiyor, ben de onlardan biriyim. Hiçbir zaman monofobyam olmadı, yalnızlıktan korkmuyorum çünkü buna terk edilmiştim ve bu kısmen hoşuma da gidiyordu fakat için için yalnızlıktan kurtulmaya da çalışıyordum. Bu durumdan basit bir şekilde kurtulabilirdim, sadece toplumda daha nitelikli bir şekilde var olmak istedim. Müzikle, filmlerle ve kitaplarla… Bunlar değerliydi lâkin sunuşumu kuruntularımdan dolayı nitelikli bir hâle getiremediğimden hep hüsranlarla beraberdim. Yine de çabalıyordum. Kalabalıklar içinde var olmaktansa bir kişide var olmak istedim. On yıl boyunca tanımadığım insanlara anlattım öğrendiklerimi, kimse de ilgilenmedi bildiklerimle çünkü meşguldüler; iş, para, aile, sevilmek… Ben ise yoruldum ve geçen hafta yaşadığım da her şeyi bitiren olay oldu.   
***
Boş boş gezip sokakları cebime doldurmaya çalıştığım bulutlu günlerden biriydi, yağmur şiddetini arttırmaya henüz niyetlenmemişti. Kurtuluş metrosunun oradaki durakta otobüs beklerken gördüm onu, saçları kısa kesilmişti ve siyahtı. Çantasında dudaklarının arasındaki sigarayı yakmak için ateş aradığını gördüm, koşar adım yürüdüm yanına, ateşlerken “Sigara bitmeden otobüsün gelmesi çok sinir bozucu.”
 
Makyajı biraz abartılıydı azıcıkta gotik tarza benziyordu. Gözlerinin altına baktığımda benden en az beş yaş küçük olduğu belli oluyordu. Dudakları aralandı, dişleri göründü, dudaklarının kıvrımları yukarıya kalktı, kaşları birbirine yaklaştı. Elindeki telefonu gösterdi, “Daha otobüsün gelmesine yirmi dakika var.” Bunu demeyebilirdi ama dedi. Bu sadece bir cevap mıydı? Bu cevabın altında neler yatıyordu? Bu defolup gider misin mi demekti yoksa zamanım var mı demekti? Kutuyu açmadan içinde ne olduğunu bilemezdim. “Ne kadar beyaz bir gece değil mi? Yukarıya baktı ve sadece başını aşağı yukarı sallayıp dudaklarını yüzüne yayarak cevap verdi. “Beyaz Geceler’i okumuş muydun?” Bir an gözleri parladı ve gökyüzüne baktı. Şanslıydım okumuştu ama yine de cevap vermedi. “Hüseyin Rahmi, sessizliğin kadına büyük bir gizem ve güzellik kattığını söyler.” Aslında Hüseyin Rahmi’nin öyle bir sözü yok, Allah’ım, ben ne yapıyorum, sanatı ve edebiyatı bu kadar küçültemem, bu kadar küçük olamam. Yüzünü bana doğru çevirdi gözlerimiz birbirini bulunca bakışlarını yere doğru kaçırdı. Şimdi yerçekimine yenik düşen yağmur tanelerine bakıyordu. Su birikintisine boş boş bakışından beni düşündüğü çok belli oluyordu. Otobüs durağa geldi, bu onunki değildi. O hariç herkes bindi otobüse. Duraktaki banka oturdu, ben de yanına. O sıra Yedigey’in gitmek istemesi üzerine, Kazgangap’ın dediklerini –harfi harfine hatırlamasam da- aktardım.  Bukowski’nin âşık olma ihtimalimizin olduğu kaç insanın var olduğunu hesaplayışını anlattım. Aklıma gelen her yazardan çarpık çurpuk alıntılar yaptım; Oscar Wilde, Sebahattin Ali, Victor Hugo, Yusuf Atılgan… “Çok kültürlüsün.” Aklıma anında Yeraltından Notlar geldi. Artık bana daha dolu bakıyordu. Samimileşmiştik ama aşinasızlığımız cesaretimizi kırıyordu. Aklımda da hâlâ Yeraltından Notlar vardı. Gereksiz bir öfkeye kapıldım fakat bunu belli etmedim. “Ben neyim ki, bir yazar müsveddesi.” Bunu John Fante’den alıntı yaptığımı söylemedim. “Onlar yazıyor, ben söylüyorum; sadece bu.”  Ve öyleydi de. Anlatacak güzel bir hikâyem olmadı hiç. Anlattıklarım oradan buradan ya da kulaktan dolma eftaminkofti hikâyelerdi. Görmediğimizi, yaşamadığımızı düşünemezdik fakat olanları yorumlayabilirdik ben onu da yapamıyordum. Paylaşacak bir anım yoktu ki yazayım. Yine de denemedi değilim, kötü bir üslupla yemek yemeyi ve uyumayı yazmaktan başka hiçbir şey yazamadım. Birden bana çok ciddi bir şekilde döndü, söyleyeceklerinin önemi kulağıma yaklaşmasıyla arttı, pürdikkattim çünkü fısıldayacaktı. “Kusura bakma ama ben lezbiyenim” Başımı geriye attım, bu bir şakaydı. “…ve diğer kadınlara da bu kitaplardan söz etmene gerek yok, bunlar o kadar da mühim değil ama ikimiz… Yo, bana nasihat vermiyor değil mi? Çocukmuşum gibi, bunu yapamaz, buna inanmıyorum. Gözlerini, gözlerimden ayırmıyordu ve ben o an, bu kadar güçlü olabilmesinden nefret ediyordum. Bir anda uzun süredir farkında olmadığım üşüntüm kendini hissettirdi. Zengin kalkışımı yaparken: ” Lezbiyen misin? Ha, o zaman sevgilin seni aldatıyor çünkü dudakları çok tatlıydı.” O an paranoyaklaştığını ve gözlerini bana diktiğini hissettim. Sevgilisini düşünüyordu şimdi oğlan kız. Giderken kendimi çok havalı sanıyordum.
Eve gittim. Anahtarı çevirip tam kapıyı açtığımda aklıma gelen beni çıldırtmaya yetti. Bir sevgilisinin olduğunu nereden çıkarmıştım? Yatağa yüzükoyun attım kendimi; yüzümü yastığa gömdüm, utancımdan başımı kaldıramıyordum. Yastığı kemiriyor, yatağın kenarlarını sıkıyordum. Bir şimşek çaktı, neredeyse ağlayacaktım. Ya hatun beni başından savmak için söylediyse eşcinsel olduğunu. Sinir krizleri geçirmeye başladım ve güldüm, sesli güldüm. Bir daha görme ihtimalimin çok düşük olduğu birinden çok utanıyordum. Evet, bu dünyada bir yerlerde şimdi beni ona buna anlatarak, kıkır kıkır gülen birileri vardı. Şimdiye vaynlarım çekilmiş, kepslerim yapılmıştır. Neymiş efendim: Hava ne kadar da beyazmış, bak bak. Neymiş: Hüseyin Rahmi şöyle demiş, bak sen. Ulan asıl utanmam gereken de bu, olan Hüseyin Rahmi’ye oldu.
Birden nereden geldiğini anlayamadığım büyük bir karpuz isteği doğdu içimde. Dışarı attım kendimi. Havayı gördükten sonra kışın ortası karpuzun… Gülmeye başladım, kış ortası nasıl aklıma geldi bu karpuz ve nereden bulacaktım? Ama zor olmadı, ilk önünden geçtiğim manavda karpuz vardı, almadım. Bu mevsimde karpuz plastik çıkabilirdi buna cesaret edemezdim. Manavın önünden geçtim. Köşede, fazlalık kilolarını saklamak için siyahlar giyindikleri belli olan, biri uzun diğeri kısa, hafif şişman ve gözlerinin altları genelinden daha esmer iki kadın vardı. Büyük olasılıkla kardeştiler veya akraba ya da her neyse… Bana bakıyorlardı. “…benziyor.” dedi kısa olan. Kime benzettiğini duyamadım. Ama kırk dakika önce olan her şeyi unutmamı sağladı bu. Bu bilinmezlik beni gülümsetti. Kime benziyordum ki ben? İyi şeyler düşündüm, yakışıklı birilerine benzetmiştir dedim çünkü bu hoşuma giderdi. Peki, o adamı bana benzetiyorlar mıydı? Hayır. Daha önce beni birilerine benzetenler aklıma geldi ve benzetilmekten nefret ettiğimi hatırladım.
***
Herkesin bana benzettiği biri olurdu. Genellikle herkes bir akrabasına benzetirdi beni. Ama kimi zaman Raif Efendi’ye, kimi zaman Dorian Gray’e benzediğim oldu. Bu nasıl oluyordu ki ikisi bambaşka karakterler. Hiç öğrenemediler beni sanki. Ya da ben buna hiçbir zaman izin vermedim. Sadece sevmek istiyordum, daha doğrusu sevilmek aslında, daha da doğrusu karşılıklı sevmek. Birçok imkân geldi ayağıma, kafam pek çok şeyi çok sonraları kavradığından, iş işten geçtikten sonra fark ettim. Hatırladığım yani beni etkisi altında bırakıp şimdi dahi anımsadığım da “Vayy be!” dedirten bir örnek verecek olursam, yıllar önce; gençlik heyecan ateşimi daha çaldırmamış iken, kalçaları hoş, gözleri çamaşır makinesinde doksan derecede yıkanmış ve dolayısıyla evinin perdeleri çekmiş bir hatun telefonundan bana sarı saçlı, renkli gözlü, şirin bir kız çocuğu gösterip “senin çocuğunda böyle olur.” dedi. Benim de birazda çekik olur dememin çok güzel olacağı bir hafta sonra aklıma geldi. O anlarda güzel şeyler söyleyebilecek kadar zeki değildim. Hiçbir zaman da hazır cevap olamadım, söyleyeceklerim en az on saat sonra gelirdi aklıma. Olayın garipliğinden biri de şu ki, onu sevmiştim. Onu görünce heyecanlanıyordum. Ama aklıma sonraları gelmeden önce, onlara yakın olmamın dünyada ki diğer kadınlara haksızlık olduğunu düşünürdüm. Benliğimde bitmeyen benciliğimden doğan bu durum saçmalığın daniskasıydı. Çünkü sana değer veren seni özel biri hâline getirir, sen de buna karşılık vermelisin ve herkesin sana değer verme olasılığı ise imkânsızlığın dik âlâsıdır. Hâlâ yanıma gelmesini; kimsenin haberi olmadan ve kimseye görünmeden, kulağıma usulca fısıldamasını istiyorum. Ona sarılıp, kaba etini hissetmeyi arzuluyorum. Ama her şey için çok geç, ben her yarım bırakarak kapatamadığım sayfayı, onlar hiç olmamış gibi siliyor; ben ise o sayfayı dâhi değiştiremiyordum.  
Aslında beni daima bambaşka şahsiyetlere benzetmelerini anlıyorum. Çünkü ben hiçbir zaman karşımdaki kişilere nasıl davranacağımı, ne anlatacağımı bilemedim. Konuşmak istediklerim onları toplumda güçlü kılmıyordu ki. Ne anlatacaktım ki onlara, onlarla nasıl konuşacaktım, ne konuşacaktım? Freud mu, Mihayloviç mi, Hegel mi, Spinoza mı? Kime hangisinden bahsedeyim. Cemil Meriç’i anlatabilir miydim? Determinist kuramların kültürüme, bihevyorist kuramların psikolojime, astronomik olayların astrolojik teorilerinin (astroloji yeni yeni bilim olarak kabul edilse de) fatalizme, doğuştan gelen fizyonomimin ve bana verilen ismimin (rivayete göre bunlar kişiliği etkiliyor imiş) karakterime, genetik özelliklerimin davranışıma, büyüdüğüm ortamın anılarımı oluşturup bende var ettiği bilinçaltıma, ebeveyn tercih (ilâhî bir sav) sebebimin natüralizme, yani; bilişsellik kisvesi altında, coğrafyanın antropolojiye, filolojiye ve mitolojiye, mitolojiden kültürüme, sosyolojime ve en son da psikolojime etkisi nihayeti, hangi egzistansiyalist yol seçmem konusunda bende bıraktığı muammalı dilemmayı ve kararsızlığımdan aslında Hiçkimse diyebileceğimiz biri olduğumu onlara nasıl anlatabilirdim. Onlar benim insanların beni kınaması korkusuyla büyüdüğümü, ilköğretim yıllarımda sıramın arkasından bana vurarak geçen çocuğa, vurmasının sebebini sormam sonunda çıkan kavgada, çocukta kalan izler yüzünden diğer gün hocanın trompet sopasıyla beni fena benzetmesini, bunun sonucu kendimi fazla otokontrol altında tuttuğumu bilemezlerdi. Onlar, Freud’un ve Addler’in, bir kişinin, kişiliğinin 6 yaşında belirlendiğini belirten teorilerinden yola çıkarak, John F. Watson’un insan dışı deneylerinin sonunda ifade ettiği, öğrenilen korkunun yenilemeyeceği iddiasının doğruluğunun bir kanıtı olduğumu beni gözlemleyerek anlayamazlardı. Ben onların kafalarındaki profile, kurtulamadığım gerçeklerim ve geçmişim yüzünden uymuyordum. Belki de bu bir sorun değildi. Belki de içinden çıkamadığım paradokslar benim düzenli yaşamımdı.
Günümüz psikolojisi bu teorileri ne kadar kabul etmese de doğruluk payı tartışılamazdı. Günümüz psikolojisi de haklı: Sen düşündüğün değil, davrandığınsındır. Ben’i kontrol altında tutarsan zayıflıkları veyahut sorunları dışa vurmayı engelleyebilirsin. Nitekim şunu diyebiliriz ki, insanlar seni, sen olmanla değil; seni, sen görünmenle bilir. Ne göründüğümü bilmiyorum –hiç de öğrenemedim­- sadece başarısız olmaktan yoruldum. Bunca yorgunluğuma rağmen yine başarısız oluyorum fakat bu son başarısızlığım olacak ve bu beni yormayacak. Eğer, otuzunuzdaysanız başarısızlık dolu bir hayatın sonunda yalnız ölüyorsanız bu gerçekten bok bir şey.
***
Ölmeden önce düşündüğüm şeylerden biri de buydu. Öldüğümü biri biliyor muydu acaba? Her zaman dünyanın kıyısındaki ve köşesindeki insanların ne yaptığını merak ederdim. Şimdi bir başkası bu mezbelelikteki beni merak ediyor muydu? Ediyorsa beni ölümden kurtarabilir miydi? Ya da niye umursasın ki? Bir kişi dahi ölse dünyadaki yaşam alanı küçük bir miktar da olsa artacaktır. Ki zaten iş işten geçmiş durumda: Vücudum iflas etmek üzere. Hasta adamım, isyanları bastıramıyorum. Bütün hücrelerim bana âsi. Garip bir his, kendimi kandırılmış gibi hissediyorum. Sana güvenmiştim Tanrı’m, sana güvenmiştim vücudum. Şimdi beni, hayallerimi tam gerçekleştirme kararı almışken bırakamazsın. Artık kendiyle uyumlu, realist bir insan olacağım. Romantik olmayacağım, sembolik konuşmayacağım ve bundan kurtulamayacağımı bilsem bile natüralizmi umursamayacağım. Ölüm ve Tanrı sizden korkmuyorum, sizi seviyorum. Ama ne olur bana müsaade edin önce ambulansı arayayım.
Hayır, önce komşularıma haber vermeliyim. Hiçbirini tanımıyorum ki. Hay anasını. Çıktır. Hatta ha çıktır. Öleceğimi onlara söyleyemem ki. Birkaç kere merdivenlerde karşılaşmıştım, burunları benden öteki tarafa kıvrılmıştı. Ne olacaktı ki öldüğümü söylersem, yardım edecekler, hastaneye götürecekler ben de ya yaşayacağım ya da yaşamayacağım. Sonra en az iki gün boyunca benim hakkımda konuşulacaktı. İstemiyorum, kimse benim hakkımda konuşmasın. Ağladım. Öleceğimi birilerine söylemek bu kadar zor olmamalı. Utanıyorum, öleceğimi birilerine söylemekten çok utanıyorum. Neden? Bu normal bir şey değil mi, herkes her an ölebilir. Ölmek utanç kaynağı olamaz. Ölmek üzere olmam küçük olduğum anlamına gelmez ama öldüğümü söylemek, kurtarın size muhtacım demekle aynı şey.
           
Öleceğimi söylediğim an, önce gözleri sonra sesleri telaşa kapılacak sonra acıyarak bakmaya başlayacaklar, işin kötü yanı bana acıdıkları yüzlerinden ayan beyan anlaşılacak. Acımak, iyilik değildir. Acımak, acıyanın duygusal boşluğunu dolduran, güçsüze karşı büyüklük -ağabeylik- yaptığından kendini büyük hissetmesini sağlayan ve aynı zamanda benim başıma gelecek olanların, onların başına gelmemesi için yapılan dua mahiyetindeki aşağılık bir his veya davranıştır. Komşuluğunuz batsın, bana acımanıza izin vermeyeceğim. Her yanımı bir ürperti sardı, korkmaya başladım. Herkes yalnız ölür derlerdi de inanmazdım ya da hâlâ inanmıyorum sadece ben yalnız ölüyorum. Azrail’in iki kişiyi birden kaldırma kuvveti var mıydı ki? Birden fazla kişi aynı anda ölmesi durumunda, “Durun ulan hepinizi birden yukarıya çıkaramam, teker teker…” der miydi? Ya da ölümden sonra yaşam varsa, oradaki yaşam sistemi kapitalizm mi yoksa komünizm miydi? Komünizmdir umarım çünkü ben bu dünyada orası için hiçbir yatırım yapmadım.  Mikail’in gülümsemesini istiyorum. Ömrüm boyunca nefret ettiğim güneşin, yüzüme vurmasını istiyorum. Ulu Tanrı’m ve ulu babam Mihayloviç, ne olur bana yardım edin!
           
an image of...Şu an ölüyorum evet ve öleceğimi birilerine söylemem çok zor, sebep: Utanıyorum. Güçsüz olduğumu, başkalarına anlatamam. Sanırım kapıldığım bu zilletten kurtulmam için çok geç. On beş yıl önce kurtulmalıydım bu zilletten. Ömrüm hiçbir zaman zaferle sonuçlandıramadığım ve plânladığım doğrultuda gitmeyen ihtiras savaşlarıyla geçti. En kötüsüyse; ambulansı ararsam telefonu açma işi ile görevli kişiyi, telefonu açma zahmetine sokmaktan utanıyor ve korkuyorum. Ölümden korkmuyorum, birinin “Bana ne öl!” demesinden korkuyorum.



PENTA_TEKNOLOJI https://www.penta.com.tr/

2

Henüz hiç yorum yapılmamış.