Lokman Hekim
Derler ki; Lokman ölümsüzlüğü, iki sarp dağın arasındaki görüntüsünden ötürü kaplumbağa adının verilmiş olduğu mağarayı aşıp kısa-dar bir geçitten geçtikten sonra karşımıza çıkan açıklıkta, çevresini yosunlar kaplamış, yüz arşın derinliğindeki dibi pirüpak görünen billur gölün kıyısında bulmuş. Lokman, kaplumbağa mağaraya girdiğinde, biliyormuş hazırlayacağı iksirin bütün bileşenlerini o açıklığa kadar toplayacağını. Elindeki meşalesinin yarattığı ışık, titrek titrek mağaranın duvarlarında koştururken tavanı oldukça yüksek mağarada ilerlemiş. Kısa bir mühlet sonra Ejderkalp çıkmış karşısına. Bu Ejderkalp insan görünümünde imiş ama insan değilmiş. Bir tazı boyunda olan bu varlık; bir ejder gücündeymiş ve göğsünün sol tarafındaki yarıktan görünen altın sarısı kalbi, vücuduna göre nereden baksanız bir deve kalbi kadar büyükmüş. Lokman'ı görür görmez; "Dur kendini bilmez, cüretkâr" demiş. Lokman; "Durmam" demiş. Lokman bunu der demez, Ejderkalp'in yüreğinden, yeşil bir gaz yayılmaya başlamış ve bir anda Ejderkalp, ejderhaya dönüşmüş. Böyle çatlaklarından lav akan, burnundan gayzer püsküren bir ejderha imiş bu. Lokman buna hazırlıklıymış, hemen sapı sol omzunda asılı, sağ böğründeki küçük çıkısından devedikeni ile devetabanı bitkilerini çıkarmış, iki elinin arasında ezip pestil edip bütün vücuduna sürmüş. Artık Lokman da Ejderkalp kadar güçlüymüş. Atılmış Ejderkalp'in üzerine, Ejderkalp de durmamış çalmış güçlü kuyruğunu Lokman'ın döşüne, Lokman savrulmuş, çarpmış mağaranın duvarına. Sersemlikle doğrulurken Lokman, bakmış Ejderkalp üzerine doğru geliyor; toplamış kendini, çıkarmış çıkısından gecenin kraliçesiyle hayalet çiçeklerini, demet yapmış sonrada ısırmış. Lokman bu çiçekleri yutunca görünmez oluvermiş, kaçmış Ejderkalp'ten üç kulaç geriye. Çünkü deve dikeni ile tabanı ne kadar güçlü yapsa da Lokman'ı; dayanamazmış ejder sıcağından bir darbeye daha. Görünmezliği vardı Lokman'ın şimdi elbet ama bilirdi o, sürmezdi bu pek de mühlet. Çıkarmış bu sefer aslanağzıyla şeytan dişi çiçeklerini, mukavemet edebilmek için ateşe, ezmiş sürmüş her yerine. Artık ateşe de dayanıklı Lokman, görünmeden geçivermiş Ejderkalp'in yanı başına, görünür olmuş bir anda, Ejderkalp irkilmiş, "sinsi mahlûk" diye böğürüp ateş kusmuş Lokmanın üzerine ama Lokman'a olmamış hiçbir şey. Şaşakalmış Ejderkalp, işte o zaman Lokman çekmiş balina kemiğinden kılıcını kınından, çıkısından çıkardığı vampir otu, çıplakadam otu ile fahişe dudağı çiçeğini sürmüş kılıcına sonra saplamış kılıcı Ejderkalp'in kalbine. Önce Ejderkalp önceki küçük hâline dönmüş, bu çıplakadam otunun etkisiymiş, sonra kanı kaynamaya başlamış, bu vampir otunun etkisiymiş, eğer vampir otu olmasaymış kanı kaynamazmış ama Ejderkalp bunu önleyebiliyormuş ki önlemiş ve demiş; "Seleflerin de bu hileyi denedi bana, kurtulamadı hiçbiri amma." Lokman beklemiş ve fahişe dudağı çiçeği etkisini göstermiş. Bu çiçek ki; kişioğlunun içindeki ateş, tutku eğer olur da sönerse tekrar alevlendirmeye yararmış. Ancak Ejderkalp'te bu etkiyi göstermiyor, yüksek sıcaklıklara dayanıklı kanının dayanıklılığını düşüren vampir otunun etkisini kolaylıkla savunan ejderkalbin savunmasını yıkıyormuş. Ejderkalp'in bedeninin hafif yeşilleşmesiyle çiçeğin gücünü gösterdiğini fark eden Lokman, kaplumbağa mağaranın ağzına kadar gerilemiş, sonra büyük bir patlama olmuş, iki dağ musafahalaşır gibi titremiş. Ejderkalb'in patladığı yere doğru devam etmiş Lokman ve geçerken ateş çemberinden görmüş mağaranın duvarlarına yapışmış kıpkızıl alevler. Yerlere yayılmış imiş Ejderkalp'in kara külleri. Sağlam adımlarla yürüyüp Ejderkalp'in parçaların geçmiş Lokman. Sonra ansızın fark etmiş neyi unuttuğunu, neredeydi bu kalp, dönmüş ardına, süzmüş duvarları, görmüş iki kayanın arasına sıkışmış Ejderkalp'in atmaya devam eden altın sarısı kalbini. Bakmış, demiş: "Ben buna sapladım, balina kemiğinden kılıcımı, heyhat nasıl durur böyle sapasağlam." Çıkarıp kara dağın, kara demirini bin cüzzamlının sittin sene durmaksızın dövüp de işlediği ölümcül hançerini, saplamış kalbe. Çekmiş; kalp yarılmış yarılmasına amma gel gelelim sürmemiş içi lavlı yarığın kapanması çok da lahza. Ancak velakin hançer başlamış erimeye, tuttuğu kabzası, yakar olmuş Lokman'ın elini, atıvermiş öte yana kabzayı. Üzülmüş Lokman, ölümcül hançerini kaybettiği için. Sonra şaşırmış; oysa duruyormuş kara dağın, kara demirini bin cüzzamlının sittin sene durmaksızın dövüp de işlediği ölümcül hançerini eritip yok eden altın kalp elinde. Lokman böyle olacağını bilmiyormuş, hiç de düşünmezmiş kestiği kalbin kendiliğinden tekrar kapanıvereceğini. Hem de soğuk mu soğukmuş. İyice şaşakalmış ki; bir de bakmış altın kalbi tutan elinin tırnakları başlamış buzlanmaya. Lokman, içi yakıp eriten kalbin dışının dondurduğunu da bilmiyormuş. Çözmüş belindeki kuşağını, koymuş ortasına altın kalbi, uçlarını birleştirmiş, bağlamış, asmış sağ omzuna.
Yürümüş mağarada, çok sürmemiş gelmiş kısa, dar geçide varan mağaranın kıçına. Geçmiş kısa, dar geçidi, varmış o yemyeşil açıklığa. Tam adımını atıyormuş yosun toprağa, düşüvermiş gökten buzdan bir dev. Yosunlar o düşüşle yükselip uçuşmuş da düşmüş billur göle. Lokman sendelemiş geriye, kıç üstü düşüvermiş şakkadanak. Ama hemen toparlanıp kalkıvermiş. Süzmüş düşmanını şöylece: Vücudundan buz dumanlar tüten buzdan bir devmiş bu. Kalın bedeninin boyu varmış nerden baksanız on arşın, göz çukurundaki gözleri bir çift mor yakut, el ve ayak tırnakları elmas imiş, yokmuş ağzı burnu ancak varmış bir çift de kulağı, ayağındaki, elindeki tırnaklar elmastanmış, sağ elindeki kılıcıyla sol elindeki koca kalkanı taştanmış, zırhı gümüştenmiş ve başında taca benzeyen bir miğfer varmış. Zırhının üzerinde eski harflerle "Davûd" yazıyormuş ve savaşçı görünüşüne garip duran taç gibi miğferinin içinde iki hüthüt varmış. Almış gardını dev. Lokman çekmiş önce balina kemiğinden kılıcını sonra sol kınından çıkarmış ateş dağında babasının kendi elleriyle döve döve dövdüğü altın kılıcı. Vurmuş altın kılıcı duvarlara, çıkmış kıvılcım, çıkar çıkmaz kıvılcım, tutuşmuş altın kılıç, olmuş alevden kılıç. Lokman da geçmiş savaş duruşuna, kılıçlarını çaprazlamış deve doğru. Dev, gardı alık öylece duruyormuş. Lokman önce devin saldırısını beklemiş ancak dev saldırmayınca tahammül etmemiş, savurmuş kılıçlarıyla beraber kendini devin üzerine, dev bir kalkan darbesiyle geri teptirmiş Lokman'ı. Lokman bir daha denemiş, bir daha, bir daha... Alttan vurmuş, olmamış kalkanlanmış, üstten vurmuş olmamış kalkanlanmış... Ne yaparsa yapsın, ulaşıp vuramıyormuş deve. İşte tam o an fark etmiş, dev ise ona hiç saldırmıyormuş. İndirmiş kılıçlarını Lokman, bakmış gardını koruyan buzdan deve, aklına gelmiş o vakit, sağ omzundan sarkan altın kalp. Atmış kılıçlarını yere, tutmuş iki eliyle, bu içi yakan, dışı donduran kalbi. Kalp, dondurmaya başlamış Lokman'ı ama Lokman, donmadan atıvermiş kalbi devin üstüne. Kalp düşmüş iki hüthütün arasına. Hüthütler kalbi aralarında görünce başlamışlar ciyaklamaya çünkü kalp, devden de soğukmuş, korkmuşlar, uzun gagalarıyla gagalayıvermişler. O zaman da ne olsun, yanıvermişler. Hüthütler kül olunca dev indirmiş başını yere, ilkin miğferini çıkarmış, çıkarırken altın sarısı kalp devin önüne yuvarlanıvermiş. Sonra zırhını çıkarmış, en son kalkanını atmış, sanki azat edilmiş gibiymiş. Üzerinde hiçbir şey kalmamış. Dev taş kılıcını atmamış ama. Önce yerdeki sarı kalbe bakmış sonra ayağıyla hafifçe vurmuş. Kalp, Lokman'ın önüne yuvarlanmış. Sonra dev, kaldırmış kılıcını, saldırmış Lokman'a, Lokman tezlikle alıp yerdeki kılıçlarını tutmuş başının üstüne, kalkan olsun diye. Kalkan olmuşlar olmasına da balina kemiğinden kılıcı da, ateş dağında babasının kendi elleriyle döve döve dövdüğü altın kılıcı da paramparça olmuş; buz devin taştan kılıcıyla yaptığı saldırı sonunda. Dev ikinci saldırıya hazırlanırken Lokman kısa, dar geçide doğru altın kalbi ivedilikle alıp kaçmış. Dev, dev olduğundan, kısa, dar geçitte kolaylıkla hareket edememiş. Lokman kaçmış, kaplumbağa mağaranın ağzına vardığında dev, geçitte emeklemeye başlamış. Lokman, elinde tuttuğu kalpten yayılan don, bileklerine doğru ilerlerken, başındaki sarığı bozmuş ve kalbi sarıkla sarmalayıp omzuna asmış. Lokman iki kayalık dağdan kurtulup aşağıdaki evci düzlük tepeye vardığında, dev ona yetişmekteymiş.
Açıklıktan ufka kadar sırayla gri, siyah, kahverengi, turuncu, sarı, kırmızı, mavi, yeşil, beyaz renklerine bürünmüş yüce Sükût Dağları görülüyormuş. Lokman, devle cenk edebileceği hiçbir silahı kalmadığından devden tam üç yıl boyunca kaçmış. Dev, yavaş olsa da büyük adımlar atıyor, Lokman, hızlı olsa da dev kadar mesafe kat edemiyormuş. Üçüncü yılın sonunda kahverengi dağdan turuncu dağın arasındaki vadide çok nadir görünen derbebeği çiçeğini görmüş Lokman. Koparmış onu, devam etmiş yoluna ama koşar iken gözleri durmadan keskin bir kaya aramış. Uzun sürmemiş arayışı, bulmuş bir tepeciğin doğrusunda onu. Oturmuş kayanın yanına Lokman, soluklanırken beklemiş devi. Çok geçmeden Sükût Dağları'nın ezellerinde olduğu gibi, ebetlerinde de yaşamayacakları kuvvetli gürültüyle yer sarsılmaya başlamış. Lokman, devin buz mavisi başını tepeciğin eteklerinde görünce almış derbebeği çiçeğini eline. Bu çiçeğin ortası kundaklanmış bir bebeği andırıyormuş, onun etrafında on iki, siyah noktaları olan, sarı yaprak varmış. Lokman önce on iki yaprağı ayıklamış, almış bir eline, diğer elindeki çiçeğin kundaklanmış bir bebeği andıran yerini ısırıp yutmuş, çiçeğin sapını da savurmuş göğe. Sonracıma sarı yaprakları iki elinin ayasında ezmiş de avurtlarından başlayarak bütün vücuduna sürmüş. Devamında almış eline altın kalbi Lokman, nadir görünen derbebeği çiçeğinin onun vücuduna hem içten hem de dıştan etkisiyle kalp, dondurmuyormuş artık Lokman'ı. Kalbi kesmiş kayanın keskin tarafıyla, yarılmış ve kalp kapanmaya durayazarken, Lokman, sokmuş başparmakları hariç sekiz parmağını kalbe, artık altın kalp onu yakmıyormuş da. İkiye ayırmış Lokman kalbi. Bir yarısı bir elinde, diğer yarısı diğer elindeymiş. İki yarı büyük bir güçle birbirini çekiyormuş ama Lokman direnmiş bu güce. Altın kalbin iki yarısının ortalarında pembe bir şey varmış ama Lokman onun ne olduğunu seçememiş. Dev de gittikçe yaklaşmaktaymış zaten. Böylece atılmış Lokman devin üstüne, dev de durmamış hani, savurmuş taş kılıcını ona; Lokman, küçük bir vücut hareketiyle kurtulmuş saldırıdan. Sonra devin yan tarafında duran kayanın tepesine oradan da devin üstüne sıçramış. İki elinde tuttuğu, kalbin iki yarısını, devin göğsünün iki tarafına bastırmış. Yapışmış o iki yarı buzdan devin göğsüne. Buzdan dev bu sıcağa dayanamamış ve erimeye başlamış. Önce diz çökmüş, sonra kapaklanmış yüzükoyun. Lokman altında kalmış ama altında kaldığı dev değil, su olmuş. Kalkmış Lokman ayağa. Direnmemiş daha fazla ve kalbin iki yarısı birbirlerine kavuşup eskisi gibi oluvermiş. Tekrar sarığına sarmalayıp asarken kalbi sağ omzuna yerde devden arta kalan yirmi elmasla, iki mor yakutu görmüş. Yakutları almış, elmaslara dokunmamış. Sonra dönmüş kaplumbağa mağaraya, üç buçuk yıl sürmüş yol. Bu sefer koşmamış çünkü. Geçip kaplumbağa mağara ve kısa, dar geçidi basmış yosun kaplamış toprağa. Varmış gölün kıyısına ve kıyıdaki kayanın üstüne oturmuş, bakmış suya, derin ve bir o kadar da pirüpakmış ki Lokman gibi bilen biri olmasaydı onun kıyısında, gölü çukur sanarmış. Suya bakarken dibinde bir parıltı görmüş Lokman. Kalkmış ayağa, çıkarmış solundaki çıkısından hüsnüyusuf çiçeğiyle, yeşil su gülünü, hüsnüyusuf çiçeğinin kırmızı yapraklarından bir tane, yeşil su gülünün yeşil yapraklarından iki tane koparıp ağzına atmış, güzelce çiğneyip yutmuş. Sonra kalbi bir yana koyup, çıkısı, takkesi ve pabuçlarını çıkarıp suya dalmış. Lokman artık suyun altında nefes alabiliyormuş ve aynı zamanda görüş netliği de hiç bozulmamış. Dalmış da dalıp gitmiş derinlere, kararmış derinler, görmez olmuş tek bir şey. Derinlerde ilerlerken karanlıkta, bir an kafası çarpmış bir kalasa. Acısa da şakağı, umursamamış o acıyı. Uzanıp tutmuş onu, bir gemi direği imiş bu. Bu mağara gibi gölde, ne arar imiş ki bir gemi? El yordamıyla ön güverteye gelmiş. Karanlıkta hiçbir şey seçemiyorken, Lokman yine de geminin içine girmek istemiş. Ancak tam yeltenirken girmeye, gölün daha da derinlerinden bir parıltı ilişmiş gözlerine. Bozumsu bir beyazlıkmış bu, gemiye girmekten vazgeçip vücudunu dalgalandırarak yüzmüş o parıltıya doğru. Varmış, elini uzatmış, çekmiş almış onu, daha da bir parlamış parıltı. Bu bir dört arşın uzunluğunda kılıçmış. Kabzasını tutmuş kılıcın ve kılıç bir anda Lokman'ı yukarı çekmeye başlamış. Yukarı çekilirken, kılıcın çıkardığı ışıkla gemiyi daha net görmüş Lokman ve geminin üst güvertesinde kalakalmış bir zürafa cesedi görmüş. Gemiye doğru yüzmek istese de; kılıç onu yüzeye doğru çekiyormuş. Son bir kez bakmış gemiye, son gördüğü ise zürafanın kuyruğunun küpeşteden kurtulup bordaya sarkmış olduğuymuş. Yüzeye ulaşmış Lokman; kılıç onu fırlatmış yukarı, ayakları üstüne düşmüş. Kılıca bakakalmış öylece. Çatal ağızlı, oldukça enli ve keskin kılıcın üzerinde eski dilde "her nefis ölümü tadacaktır" yazıyor, mücevher işlenmiş kabzasının hemen üstünde siyah, sade balçağının iki tarafında sanki göz çukuru gibi duran iki yuva varmış. Çıkısından çıkarmış Lokman iki mor yakutu. Koymuş bu yuvalara ve koyar koymaz kılıç ağırlaşmış ama Lokman'a da büyük güç vermiş. Kılıçtan, yeşil ile mor renkler sarmal bir şekilde, hale misali, etrafa huzmeleniyormuş. Lokman yerden kalbi almış. Göle girmeden önce oturduğu kayanın üzerine koymuş ve çatal ağızlı kılıç ile tam ortadan ikiye ayırmış. Bu kesilmeden sonra kalp tekrardan birleşmemiş. Soğuk bir köz hâline gelip simsiyah olmuş. Lokman almış eline gücünü kaybetmiş olan kalbi ve tam ortasında duran pembe küreleri çıkarmış. Oturduğu kayanın üzerinde yosun yeşili üzerine sinmiş, göle doğru minik arkı olan çanağa benzer bir oyuk varmış. Yerden aldığı bir parça yosunla arkı güzelce kapatmış, biraz sonra yapacağı iksir göle akmasın diye. Kılıcıyla kesmiş altın kalbin içinden çıkan küreyi, pespembe bir kan damlamış oyuğa tam dokuz kere, gölden bir avuç su almış Lokman, damlatmış tam dokuz kere, sonra toplamış yerden bir miktar yosun, sıkmış çıkarmış suyunu, damlatmış, oyuğun içine tam dokuz kere. Sonra doğrulmuş, derin bir nefes almış ve üflemiş karışıma. Sonra tam üç gün boyunca karıştırmış. Kıvamını bulunca karışım küçük mantar tıpalı cam bir şişe çıkarmış çıkısından, arka koyduğu yosunu kaldırmış ve iksir akmaya başlamış. Arkın ağzına şişesini dayamış ve iksiri şişeye doldurmuş. Lokman, uzun bir mücadeleden sonra başarmış olmasının ona verdiği hazla iksir şişesini kaldırmış, "işte bu, benim abıhayatım" demiş ve dikmiş iksiri ve iksir kan dolaşımına karışmadan, henüz midesine kavuşmamışken hatta boğazına bile daha değmemişken, iksir sadece ve yalnızca henüz dilindeyken, Lokman hemencecik orada ölmüş.
***
Lokman'ın hemencecik orada öldüğü yerde gözlerini açması çok da uzun sürmemiş. Bir farklılık varmış etrafta. Dört bir yan cevher mavisine kesilmiş. Aynı zamanda da Lokman anadan üryan göğe doğru yükseliyormuş. Yavaş yavaş, ben diyeyim bin yıl siz deyin on bin yıl gibi geçmiş bu göğe çekilme. Çekilirken Lokman iki dağın arasında, sıkışıp kalmış, yüzlerce küçük, çirkin yaratık görmüş, onlar da onu görmüşler hatta taş, çomak, çekiç, çanak, çömlek atmışlar ama değdirememişler ona. Lokman yükselmiş de yükselmiş, yücelmiş de yücelmiş; yer görünmez olmuş bulutlardan, güneş yakmaya başlamış parıltısından. Ve hemencecik orada, uzaklardan gelen bambaşka bir parıltı çarpmış Lokman'ın gözüne ancak bu öyle bir ışıkmış ki Lokman'ın yüreği 'güm güm güm' şeklinde gümbürtüyle patlayacakçasına hızlanmış. Bu şavk yaklaşmış da yaklaşmış, gelmiş Lokman'ın önüne, göremez olmuş Lokman, kapamış gözlerini korkudan, soğuk soğuk, boncuk boncuk terlerken. Büyük bir ısı yayıyormuş o şavk. Lokman bir anda başlamış ağlamaya, o vakit şavktan; soğuk demirden gelir gibi ürperten bir ses gelmiş "AÇ GÖZLERİNİ BRE BİLGE GAFİL". Açmış korkarak gözlerini Lokman. Bu sefer bakmış her yer bembeyaz, sanki ışığın içine girmiş. Sonra dönmüş bakmış önünde duran o şavka, ne görmüş? Şeftali. Bu, bembeyaz bir şeftali imiş, böyle eline alsan ikiye ayırsan, içinden suyu değil ışığı çıkar gibi. Şeftali konuşmuş: "Bre Lokman, ben ölümüm. Benden kaçacağını sandın, diktin şifanı amma o senin zehrin oldu. Şimdi bak burada ışık sandığın yerde, karanlıkta kalacaksın. Heyhat! Bre kendini bilmez bilge gafil; bilmez misin, Rab demiş, her nefis ölümü tadacaktır. Bre kendini büyük sanan küçücük densiz insan; bilmez misin ölümsüzlük aslında ölümdür, ölüm de ölümsüzlük. Ancak ölünce, ölümsüz bir yaşama nail olursun. Tabi sen ölmeyi hastalık sandın, oysa ölüm, ölümsüzlüğe doğumdu. Şimdi ben, yaşarken en sevdiğin meyve şeftali olduğu için sana böyle görünüyorum ve son kez sevdiğin tada bak ki; ölümün de tadına varasın.
İşte Lokman Hekim'in ölümsüzlüğü buluşu böyleymiş.
Henüz hiç yorum yapılmamış.