güven @guven_2481

Empatinin Yitimi Üzerine Bir İnceleme

EMPATİNİN YİTİMİ

 

Günümüz toplumlarını oluşturan insanlar neden giderek daha çok birbirlerine benziyor? Tüketim kültürünün etkinliği nasıl bu kadar arttı? İnsanlar içlerindeki çocuğun varlığını ve onun acılarını neden inkâr eder? Arno Gruen, kitabında bu soruların cevaplarını vererek içinde sıkışıp kaldığımız kayıtsızlık politikası kuyusundan bir çıkış yolu işaret ediyor.


Kitap Künye Bilgileri

 

Bu başucu eserinin yazarı, 1923 yılında Berlin’de doğan Arno Gruen, başarılı bir psikolog olmasının yanı sıra hayatı boyunca, toplumların çocukların özgün varlıklarını nasıl bastırdıklarını ve bu bastırmanın neticesinde yaratılan sahte benlik kavramını irdeleyen eserlere imza attı.


Kitabın Türkçe yayınevi olan Çitlembik Yayınları, yazarın İçimizdeki Yabancı, Normalliğin Deliliği, Kendine İhanet, İhanete Uğrayan Sevgi-Sahte Tanrılar ve Demokrasi Mücadelesi gibi kitaplarının da Türkçe basımını yaptı.

Türkçe hali 2006 yılında basılan kitap kendini gerçekleştirme konusu ile alakadar olan okuyucu kitlesi arasında bir hayli popüler oldu. Eserin Türkçe çevirisini İlknur İgan gerçekleştirirken, kitabın özgün ismi ise Der Verlust des Mitgefühls’dir.

Kitap Ne Anlatıyor

 

Kişinin kendini nasıl gerçekleştirebileceğine dair bir beyin fırtınası niteliği taşıyan kitap, insan olmanın anlamını sorguluyor. Yazar, dünyada artan şiddet olaylarının altında yatan psikolojik nedenleri sorgularken, bu sorgulama neticesinde, insanın sevgi gibi en temel ihtiyaçlarından birinin giderilememesi halinde iktidar ile özdeşim kurmak adına itaat kültürü olgusunun nasıl toplumun derinliklerine sızabileceğini gösteriyor.


Gruen, insan olmanın anlamı meselesinin, insanların üstlendiği toplumsal roller üzerinden kurmanın ne kadar sakıncalı olacağına dair bizleri uyarıyor. Özellikle ekonomik depresyon veya savaş gibi felaket hallerinde, bu toplumsal rollerin çabucak çözüldüğünü ve ortaya çıkan belirsizliğin sonuçlarının korkunç olduğunu ileri sürüyor. Belirsizlik ile baş edemeyen insanın, şiddeti bir anlam bulma aracı olarak kullandığına dair pek çok delil sunuyor. Kendi acılarıyla yüzleşememiş ve dolayısıyla kendi olamamış insanların, aslında anne baba örüntülerine hapsolduklarını ve bu nedenle düzenli olarak bir onay arayışı döngüsüne kısıldıklarından bahsediyor. Kitap, evrimsel sürecin getirisi olan statü rekabetinde bir adım öne çıkmak adına kendi olamamış kitlelerin tüketim kültürüne tutunduklarını iddia ediyor.

 

 

 

Auschwitz ve Kurban Olmanın Dayanılmaz Acısı

 

Kendi olamamış insanların vicdan kavramını bilemeyeceklerini ve kimliksizliklerini ortadan kaldırmak adına iktidar ile özdeşleşmeye çalışacaklarını örnekler yoluyla gözler önüne seren kitap, bu içi boş insanların görev ve uyumluluk mottosu ile hareket eden birer bürokratik simgelere dönüştüklerini söylüyor. Ortada vicdan değil bir görev söz konusu ise empatinin yitimi gerçekleşmiştir ve bu aşamadan sonra iktidarın işaret ettiğinin katli de herhangi bir insani sorun teşkil etmez. Auschwitz ’de insanları gaz odaları ve çeşitli işkence yöntemleri kullanarak öldüren kişiler de savunmalarından bu durumdan bahsetmişlerdi; biz sadece görevimizi yaptık.


Kitapta aslında, insanların acılarıyla yüzleşmemek adına çocuklarının kurban pozisyonuna düşmelerinden dolayı hissettikleri utanma ve tiksinme duygularından bahsediliyor. Çocuk yere düştüğünde ilgiye ve yardıma muhtaç bir kurban pozisyonuna girmiştir. Anne ve baba çocuklarının bu aciz halinden rahatsızlık duyuyorsa aslında bu onların kendi kurban pozisyonlarını hatırlatmasından kaynaklanan bir iğrenme duygusudur. Kurban olduğunu kabullenmek oldukça zor bir süreçtir. Kurban isen çaresizlik ve belirsizlikle baş başa kalmışsındır demektir. En büyük travma, en kötü durum bile belirsizlik ve çaresizlikten yeğdir. Bu nedenle insanlar binlerce yıldır gerçekte var olandan ziyade kendi zihin dünyalarını rahatlatacak anlatılara bel bağlamışlardır.


Acılar ve çaresizlikler başlı başına birer dert iken bunların yanı sıra belirsiz ve rastlantısal bir dünyada yaşıyor olduğumuz gerçeğinin ne kadar katlanılmaz şeyler olduğundan dem vuruyor yazar ve ekliyor tüm bu katlanılamaz şeyler neticesinde kurban olduğumuzu unutmaya çalışıyoruz. Kurban olduğumuzu fark ettiğimiz an, neden kurban olduğumuzu sorgulayacak ve o dipsiz kuyunun sonsuz karanlığına gömüleceğiz. Bize kurban olduğumuzu çağrıştıran şeylerden bu nedenle tiksiniyoruz. Acizlik ve çaresizlik en büyük iki lanetimiz iken onları kabul etmemek için onları çağrıştıran her ne var ise yakıp yıkıyoruz ve bu da sadece var olan acıların daha da çok artmasından başka bir işe yaramıyor.

 

Toplumsal Statü ve Robotlar

 

Kitabı okurken bir süredir kafayı taktığım kimim ben sorusunun cevabını verebilmenin yine ve yeniden ne kadar zor olduğunu hatırladım. Sanki doğduğum andan itibaren bügünki halimi ben inşa etmişim veya bunu inşa eden bağımsız bir irade varmış gibi var olan hayat tecrübelerimi, arkadaşlıklarımı ve anne baba ilişkilerini sorgulayıp durdum. Toplumsal statü kavramına göre kim olduğum sorusunun cevabı çok basit; ne iş yaptığım ve ne kadar para kazandığım gibi maddi kriterler neticesinde kim olduğum ortaya çıkıveriyor. Öte yandan, evrimsel sürecin doğal bir sonucu olan toplumsal statü kavramından bağımsız bir şekilde kendin olabilmenin, kendini sorgulamanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gördüm.


Çaresizlik ve belirsizlik hissi o kadar güçlü ve etkileyici hislerdir ki insanlar bu hislerle yüzleşmemek adına her şeyi yapabilir. Hepimiz acı çekiyoruz ama bu acı ile yüzleşmek çok zordur. Toplum bu acı ile yüzleşmekten ziyade acının bastırılmasını tercih eder çünkü acının bastırılması acı ile yüzleşmekten daha kolaydır. Bunun sonucu olarak toplum, sevgisiz bireylerden meydana gelen acizliği, çaresizliği ve kurban olma halini tiksinti verici bulan bir yapıya dönüşür. Kendiyle yüzleşememiş, sert ve kaba olmayı, bir başkasını ezmeyi, bir başkasına laf sokmayı kendiliğinin değeri zannetme yanılsaması içine hapsolmuş insanlar, toplumu yönlendirmeye başlar. Bu sevgisizlik üzerine inşa edilmiş toplumun üzerine bolca tüketim kültürü serpildiğinde bireysel özelliklerin ve hassasiyetlerin tamamen silindiği her biri bir diğerinin aynısı haline dönüşmüş adeta robotlaşmış insanlardan oluşan bir kitle ile karşı karşıya kalırız.

 

Kayıtsız Politikası Kıskacından Çıkış Mümkün mü?

 

Toplumsal olarak hep daha iyi yaşam şartlarını arıyoruz ancak daha iyiyi bulacağız diye genellikle baskı ve zor kullanma yöntemlerini kullanan kişilerin peşine takılıyoruz. Çerçeve ve isimler değişiyor ama kayıtsızlık politikası üzerine inşa edilmiş kimlik bunalımlarının verdiği acılar baki kalıyor. Bu acılar ile yüzleşmeden başka bir kimse veya grup üzerinden kendiliğimizi gerçekleştirebilmemiz mümkün değildir. Kendini gerçekleştirmiş ve birey olmayı başarmış kimselerden oluşan bir toplumda, iktidar ile özdeşleşme veya bir gruba ait olma adına sahte kimlikler benimseme gibi sonu çoğunlukla şiddete ve daha fazla acıya neden olabilecek yöntemler tercih edilmez.


Arno Gruen kitabın son kısmında kayıtsızlık politikalarından çıkışın çocuğu özgürleştirmek ve geçmişi hatırlamaktan geçtiğini vurguluyor. Toplumsal olarak bütün meselelerin konuşulabilir olması gerektiğini ve bu amaçla da yapılması gereken ilk şeyin her türlü şiddet eyleminin varlığına son vermek olduğunu belirten yazar, ancak o zaman çocukların algı seviyesine erişebileceğimizi söylüyor.


Dünyanın mevcut hali göz önüne alındığında artık kimlik bunalımlarına karşı geliştirilen bastırma tekniklerinin, gelişen teknoloji sayesinde daha üstün bir seviyeye geldiğini söyleyebiliriz. Antidepresan kullanım oranlarının giderek arttığı, kendinle yüzleşebilmenin salt manevi açıdan değil hüküm süren ekonomik koşullar dâhilinde maddi açıdan da epeyce zorlaştığı gibi gerçekler göz önüne alındığında yazarın aksine benim açımdan bu kıskaçtan çıkabilmek pek mümkün gözükmüyor.


Dünyada var olan trendlere baktığımızda insanlığın bir sonraki konumunun ne olacağına dair tahminlerde bulunabiliriz. Giderek artan tüketim kültürü, insanların kendi acıları ve sorunları ile yüzleşmelerini daha da zor hale getiriyor. Dijitalleşmenin ve sosyal medyanın gücü insanların toplumsal rollerini daha da belirgin kıldığından kendin olabilmek meselesi giderek önemini kaybediyor. Metaverse gibi projeler insanlığın bir sonraki aşamasının tamamen sanal dünyada var olacağını işaret ediyor ve böyle bir dünyada içsel farkındalıkların giderek azalacağını düşündüğümden Gruen’ın keşfettiği empatinin yitimi ruh halinin toplumsal açıdan insanlığın kronik bir sorunu olduğunu ve ileride de bu şekilde kalacağını düşünüyorum.

 

7

Henüz hiç yorum yapılmamış.

Yorum yazmak için giriş yapmanız gerekli