Acemi Yolcu, 8 Fotoğraf, 10 Dakikada Yazmak, Korkmaktan Korkmak
Okuması çok güzeldi ama bu kitap hakkında ne yazabileceğimi hiç bilmeden başlıyorum. Yine de bayram arifesinde bile olsa yazmaya çalışacağım. Çünkü gelecek hafta kendime yazmak için olmasa bile en azından yayınlama konusunda kısa bir tatil vermek istiyorum. Hazır ne yazabileceğimi bilmiyorken buna rağmen bu yazılar nasıl çıkıyor, hangi yollardan geçip sizlerle buluşuyor ondan da bahsedeyim merak edenler için. Çünkü fark ettim ki hemen hemen bütün kitaplarla ilgili yazılarım aynı süreçlerden geçiyor.
Bir eylemin ne zaman yapıldığı kadar nerede yapıldığının da büyük önem taşıdığını fark ettiğimden beri bunu hayatıma nasıl entegre edebilirim diye düşünüyordum. Bazı insanlarda doğuştan vardır bu farkındalık mesela. Hani nereye gitseler “Buraya şunlarla da gelmiştik, şöyle şöyle olmuştu.” diye anlatırlar ya, hiç unutmazlar nerede ne yaşadıklarını. Hayranım ben o insanlara. Hayat yolunda dikiz aynasına bakmak gibi gelir bana bu hep. Evet, sürekli bakarsanız kaza yaparsınız ama arada da bakmak gerekir aynalara, geride neleri bıraktığını hatırlayabilmek için.
Bu huy bende hiç yoktu eskiden ama artık bana bile oluyor bazen. Bunun yaşlanmakla bir ilgisi de olabilir ya da yaş almakla birlikte gelen bir bilinçlilik hali diyelim, daha güzel bir ifade olur sanırım.
Daha önce geceleri kurgu, sabah deneme tarzında okuduğumdan bahsetmiştim. Geçenlerdeyse her odaya bir kitap bırakın şekline bir tavsiye okumuş ve denemeye karar vermiştim. Sonrasında gördüm ki hangi kitabın nerede okunacağına benden çok kitap karar veriyor. Konuları benzer olunca elimde kitapla kendimi evin o aynı köşesine geçerken buluyorum. Böyle bir şeyi sadece ben yaşamış olamam diye de sormak istedim aslında. Hiç böyle bir deneyiminiz oldu mu?
“Uyku ve uyanıklık, hayat ve ölüm, ölüm ve rüya, rüya ve hayat arasındaki alışveriş birbiriyle öylesine yakın ilişki içinde bulunuyor olmalı ki, her yeni kuşak bu ilişkiyi yeniden keşfediyor ve ilk kez kendisi keşfediyor gibi bir duyguya kapılıyor.”
Kitaptan çektiğim ilk fotoğraf bu bölümden olmuş. Az önce başlıkta da yazdığım o 8 fotoğrafı telefonumda sadece kendimin bulunduğu gruba attım ve bilgisayardan açtım. Tek tek hepsinde nerelerin dikkatimi çektiğini hızlıca bulmaya çalıştım. Çünkü genelde sayfanın tamamını çekmeye çalışıyorum ve bazen bu sayfada ne gördüm ki acaba diye düşündüğüm bile oluyor. Halbuki okurken kim bilir neler geçmişti aklımdan. Bundan dolayı bu yöntem çok sağlıklı değil aslında, arada yapabildiğim gibi o küçük defterime notlar alsam daha güzel olur sanırım. Ancak bu yöntem çok daha pratik ve kolayıma geliyor. Özellikle zamanımın az olduğu anlarda.
Sıra geldi bu alıntılarda kitaptan unutmak istemeyeceğimi düşündüğüm cümleleri bu platformda yeni bir sayfa açıp taslağa yazmaya. Yazdığım gibi kaydoluyor zaten. Sonra bir de burada okuyorum, hem yaptığım olası yanlışlıklarımı düzeltiyor hem de kafamda belli bir sıralama yapıyorum bu alıntılarla ilgili. Ve işte yazı hazır. Yani içimden hiç yazmak gelmediği ya da yapılacak bir sürü işim olduğunda bile sadece 10 dakika içerisinde okuduğum her kitap hakkında paylaşabileceğim bir yazı hiç kalem oynatmamama rağmen neredeyse bitmiş oluyor.
Vakit kaybetmeden bu kitapla tanışma hikayemi hatırlamaya, neden bu kitabı okuduğumu yazmaya çalışıyorum ilk başta. Ya da bu kitabın neden ilgimi çektiğini. Bazen hayatımdan ufak tefek kareleri resmetmeye çalışıyorum kelimelerle. Ama bunu da abartmamaya çalışıyorum.
Benim sevdiğim diziler de böyledir çünkü. Her bölümü farklı hikayelerden oluşur ve önceki bölümleri seyretmeseniz bile çok fazla şey kaçırmış olmazsınız. İstiyorum ki bu yazılar da böyle olsun. Kimisi her hafta her yazdığımı okumak için merakla beklesin, kimisi de ayda yılda bir de olsa bir yazımı okumak için geldiğinde kendisini yabancı gibi hissetmesin. Katıldığı ya da katılmadığı bir şeyler olsun muhakkak. En azından soracağı soruları olsun, bana, yazara ya da kendisine. Her ne olursa sormaya cesareti olsun. Bunu bana sorsalardı diye düşünsün mesela. Yazarımız da gençlerle karşılaştığında aklına önceden okuduğu bir dergi geliyor ve bakın işin sonunda sorduğu soru ne oluyor:
“Dergilerden birinin bu gençler hakkındaki bir soruşturmasını okumuştum bu yakınlarda. Michael Jackson’ın, Madonna’nın konserlerinde ayılıp bayılan bu insanlara bakarak istikbalimizin nasıl göründüğü soruluyor, cevaplayanlar da bu görüntüden iç açıcı bir manzara çıkartmanın zorluğundan bahsediyordu. Bana sorsalardı, belki de tam tersine bir tepkide bulunur ve bu genç insanlardaki aşk yükünün yönünün değiştirilmesiyle parlak bir geleceğe sahip olabileceğimiz söylerdim. Kötü olan aşktan mahrumiyettir. Aşk yoksa herhangi bir yere yönelmenin potansiyeli elde bulun durulmuyor demektir. Oysa aşk varsa, sorun, ona yön belirlemek olarak ortaya çıkar. Böyle bir sorunla baş edilebilir. Ama öbür türlüsünde, yani bir boşluğa yuvarlanmış olma halinde neyle başa çıkacaksın?”
Ben böyle yazarları okumayı çok seviyorum. Acemi yolcu başlığını görünce sanki bana sesleniyormuş gibi düşünüp acaba ne önerileri var yazarın diye almıştım bu kitabı. Çünkü kendimi yazma konusunda bir acemi olarak görüyorum. Oysa okudukça anladım ki acemilikten değil yolculuktan bahsediyor yazar. Ben de kendimi kitabın akışına bıraktım ve bu benim için adeta yolda olmanın ne olduğuna dair yaşadığım bir tecrübeye dönüştü. Anladım ki okuyarak da olsa aslında yoldaydım, en azından yola çıkmıştım.
“Hayatın normal seyrinde akıştığı anlarda insan kendi varlığının bilincinde olduğunu fark etmiyor bile; dolayısıyla kendine dönüp ‘Ben kimim?’ sorusunu yöneltmeye ihtiyaç da duymuyor. Çünkü onun kim olduğu umurunda değildir. Onun umurunda olan, o anda önünde duran iştir. O iş nasıl kotarılacak, ona bakıyor. Sağlıklı zamanlarında bir bedene sahip olduğunu, hayatını ve her şeyini o bedene borçlu olduğunu fark etmemesi, dahası bir bedeni olduğunu unutması gibi; işlerin yolunda gittiği zamanlarda da kendisinin kim olduğu ona değer atfedilebilecek bir soru gibi görünmüyor. Yani böyle bir sorusu bulunmuyor; yok öyle bir şey.”
Sizin hiç böyle kendi varlığınızdan bihaber olduğunuz oldu mu? Daha doğrusu bu anları hatırlıyor musunuz? Çünkü mutlaka olmuştur zannediyorum. Bu anlar acaba her şeyin yolunda gittiği anlar, ortalığın güllük gülistanlık olduğu dönemler mi? Yani bir anlamda amaçladığımız, hayalini kurduğumuz zamanlar diyebilir miyiz bu anlara? O halde yegane isteğimiz de kendimizi unutmak mı oluyor yoksa?
Öğrencilik yıllarımda bir arkadaşım bana feri kaçmış gözleriyle şöyle demişti: O kadar çok uykum var ki, uykusuzluktan uyuyamıyorum. Sonra hiç unutmadım bu sözü, bana hep bambaşka şeyleri düşündürmüştür çünkü. Korkmaktan korkmayı hatırlayınca da yine aklıma geliverdi.
“Her şey o son, o marjinal anda olup bitiyor; doğru. Fakat o âna ulaşıncaya kadar, insan çeşit çeşit düşünce ve duygusal süreçlerden geçiyor. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun kahramanı, ameliyat olacağı ânı düşünürken, o sarsıcı cümlesini de söyler; der ki: ‘Korkmaktan korkuyorum.’ Oysa o ân gelip geçtikten sonra kişi o ânı hiç yaşamamış gibi olabiliyor; bunca endişesinin yersizliğine hükmedebiliyor. Sınav ânı gelip geçtikten sonra öğrencinin içine düştüğü rehavet, hatta boşluk hali de, sanıyorum eşdeğerde bir duyguyu dile getiriyor.”
Büyük başarılardan sonra çöken rehavet üzerine kesinlikle düşünmek, buna kafa yormak gerekiyor. Yoksa bu başarıdan ziyade özellikle uzun vadeli düşünecek olursak başarısızlık gibi geliyor bana. Acaba doğruya, gerçeğe, hakikate ulaşınca da sonunda böyle bir rehavet çöker mi insanın üzerine? Sahi hakikat nedir? Bunu bilmek mi daha önemlidir yoksa öğrendikten sonra yapacaklarınız mı?
“İnsana, bir anda, ne kadar da kolay görünüyor! Ben de öyle sanmıştım: Hakikatin var olduğunu bilen birinin, onun saklı olduğu yeri keşfetmek için hemen harekete geçmesinin bekleneceğini söylemiştim. Gerçi bulmak için, ilk elde, aramaya başlamak gerektiğini herkes söylüyor. Aramaya başlayanınsa, kuşkusuz, ne aradığını bildiğini kabul etmemiz gerekiyor. Fakat gerçek öyle mi? Hakikatin ardına düşmüş olduğunu farz ettiğimiz kimse gerçekten neyin ardına düşmüş olduğunu biliyor mu? Onu bulduğu zaman onu tanıyabilecek mi?”
Kitabın yoldan bahsettiğini söylerken yolculuktan ve bir anlamda aramaktan ve arayış içinde olmaktan bahseden denemelerden oluştuğunu anlatmak istemiştim. Bu denemelerden biri de elinde küçük bir krokiyle aradığı oteli bir türlü bulamamasından yakındığı, düşündüren yazıydı.
“İnsanın, elindeki bir krokiyle gideceği otelin yolunu bulmakta acze düştüğü bir ortamda, krokisiz, rehbersiz, üstelik bir otel gibi adresi tam da bilinmeyen, bilinemeyen bir şey’i nasıl bulabileceği değil, nasıl aramaya koyulacağı bile bir soru konusu olmalıdır.”
Yolculuklarından birinde de kaybolmuş yazarımız. Tabii bu onu yürümekten ve sormaktan alıkoymamış:
“Buna rağmen, kararlı ve nereye gideceğini bilirmiş gibi bir tavır takınarak uzaklaştım oradan. Yürüyordum ve bir yandan da, Nietzsche’nin kafama takılan bir sorusuna cevap aramaya çalışıyordum. Şöyle bir soru ortaya atmıştı o: ‘Sınamalı insan kendini, bağımsızlığa mi yazgılı, boyun eğmeye mi?’ Ve bir de tavsiyesi vardı: Bu işi de tam zamanında yapmalı, diyordu.”
Kitabın son bölümlerine geldiğimde aslında genel olarak bir kurgu içermese bile bir anlamda kitapla olan yolculuğumuzun sonuna yaklaştığım için üzülmüştüm. Yazarımızın konuları birbirine bağlama ustalığına tekrar hayran oldum. Kitaba başlarken okumayı bırakıp da direkt o son bölümleri okusaydım konunun nasıl buraya geldiğine inanamazdım. Çünkü gördüm ki Acemi Yolcu bir anlamda dönüşüme uğramış ve belki de acemilik süreci kitapla birlikte sona ermiş, dönüşmüştü. Tıpkı zamanında zorlu yollardan geçerek bir yerlere gelmiş insanlarla o imkanlara doğuştan sahip olan insanların aslında aynı yerlere değil de çok farklı noktalara ulaşmış olmaları gibi.
“Kalabalıktan tenhaya çekilinir. Tenhada, işte o mağarada çile çekilir. Sonra yeniden kalabalığa avdet edilir. Artık halvetin ne olduğu öğrenilmiş olduğundan, kalabalığa karışılsa bile, kalabalıkta bile halvet egzersizleri sürdürülebilir. Sürdürülür. Çünkü artık dönüşüm gerçekleşmiştir. Halvetin bir kalabalık momentini, kalabalığınsa bir halvet momentini içerdiği öğrenilmiştir. Bu müthiş dönüşüm Gregor Samsa’nınkine de benzemez; bilakis onu tersine bir dönüşüm gerçekleşmiştir: O, insandan hamamböceğine dönüşmüşken, bizim sözünü ettiğimiz dönüşüm belki bir böcekten bir insana dönüşümü resmediyor.”
İşte bir kitabı bitirdikten sonra bunun üzerine yazabilecek hiçbir şeyim yoksa eğer, üstelik yazmak da istemiyorsam ama zinciri kırmamak adına bir şeyler yazmak zorunda hissediyorsam kendimi, günün sonunda böyle bir yazı ortaya çıkabiliyor. Kısaltacak kadar vaktim olmadığı için biraz uzun bir yazı oldu ama umarım okuması kolay bir yazı olmuştur. Şimdiden hepinize iyi bayramlar.
Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yazılardan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz…
Dün gibi hatırlarım ben de bir gün böyle tek bir yazıyla başlamıştım yazmaya.
3
Çok sağ olun, ben teşekkür ederim bu destekleyici yorumunuz için.